Çok yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğinde onu saracak bir parça bez bile bulunmaz. Gece çerağ yakacak yağları bile olmadığından anası kimseden bir şey istememeye ahdetmiş olan derviş babasına komşudan yağ istemesi için yalvarır.
Dışarı çıkıp hiçbir yere uğramadan geri dönen derviş baba kapının açılmadığını söyler. O gece ağlayarak uyuyan ana, rüyasında Peygamber Efendimizi görerek ondan kızının ümmetten yetmiş bin kişiye şefaat edecek bir kimse olduğunu öğrenir. Ayrıca Peygamber Efendimiz kendisine, bir tek gece salavat getirmeyi unutan Basra beyine giderek bu ihmalin bedeli olarak Rabia´ya dört yüz dinar vermesi gerektiğini de söylemesini ister. Bunu duyunca ağlayan Basra beyinin o günden sonra ailenin tüm ihtiyaçlarını karşıladığı söylenir.
Rabia büyüdükten sonra ana ve babası ölür. Basra şehrinde kıtlık olur. Zalim bir kimse Rabia´yı esir alarak satar. Efendisi onun sürekli oruç tutup sabahlara kadar namaz kılmasına şaşırır. Bir gün Rabbine yalvarışını duyup başının üstünde duran kör kandilin odasını nasıl aydınlattığını görünce onu azad eder.
Azad olan Rabia, vaktinin tamamını büyük bir şevkle ibadete ayırır. Rabiatül Adeviye´nin hac yolunda iken Rabbinden yardım dileyip Kabe´yi yanına istediği söylenir. Rivayete göre Allah onun bu dileğini kabul eder. O sırada bin bir güçlükle Kabe´ye varmış olan İbrahim Edhem, Kabe´nin ruhunun yerinde olmadığını görür ve kendisine durum malum olduğunda bir kadının Allah katında bu seviyede olmasına şaşırır.
Rabiatül Adeviye´nin çağdaşı Hasan Basri ile yaptığı konuşmalar da pek meşhurdur: Hasan Basri Hazretleri bir gün suya seccadesini sererek Rabia´yı namaz kılmak için çağırır. Rabiatül Adeviye ise seccadesini hava üzerine bırakarak "senin ettiğini balık, benim ettiğimi de sinek ler eder; bunlar iş değil" diyerek keramet göstermeye önem vermediğini ortaya koyar.
Bir başka rivayette Rabia geyikler arasında otururken Hasan Basri gelir. Onu görünce geyikler kaçar. Duruma üzülen Hasan Basri sebebini sorduğunda Rabiatül Adeviye´den "Bunların iç yağını yemişsin de ondan" cevabını alır. Rabia´nın seviyesini anlayan Hasan Basri ona "Halik´in gönlüne bıraktığı ilimden bana da bir harf öğret" diye yalvarır. Rabia şunu anlatır: "Birkaç kilo iplik eğirip pazarda iki akçeye sattım. Akçanın birini bir elime, diğerini öbür elime aldım. Üst üste koyarsam çift olur; beni yoldan çıkarır diye korktum. Dört akçayı üst üste koyan bu ilimden öğrenemez" diyerek fakirlik, açlık ve kanaatin bu yoldaki önemini vurgular.
Rabiatül Adeviye Hazretleri:
- Yâ Rabbi! Senin cehenneminden korkup sana ibadet ediyorsam, o cehenneminde beni yak, senin cennetine girmek için çalışıyorsam o cennetine de beni ebedi koyma. Senin cemaline, didarına, gurbiyyetine aşıksam ondan da beni ayırma buyurdu.
Rabiatül adeviye bir gün başı ağrıyınca bir tülbenti başına sarıvermişti. Sarıvermesi ile çıkarıp atması bir olmuş. Kendi kendine” Ey utanmaz nefsim. Rabbim yıllar boyu sağlık, afiyet verdi. Birgünden bir güne bu sağlığını belirtecek bir zünnarı başına sarmamışken, bir defacık başın ağrıyınca başına bu zünnarı bağlayıp, dünya aleme ilan etmeye haya etmiyormusun” diye nefsine öfkelenivermiş
Rabia’dır o… kitaplarda Rabiatü’l- Adevviyye… Tanıyanların gönlünde parıltılı bir yerin sahibi, Rabbimin hanım âşıklarından Rabia…
Ömrünün her gecesine, uyku vakti geldiğinde, fakir kulübeciğinin bir köşesinde serdiği seccadeyle başlayan, Rabia… Her gece insanlar yataklarına çekilirken, Rabia, seccadesini usulca serip fısıltıyla seslenir:
“Allah’ım! Şu dakikalarda bütün sevenler sevdiklerinin yanına gidiyorlar, bende sana geldim…”
Ve sonra, ömrünün her gecesi Rabia’nın, o seccade üzerinde tan ağarıncaya kadar bir destan yazılmaya başlanır. Gözyaşlarıyla yıkanan, dua, kur’ an, rükû ve secde ile taçlanan bir destan…
Ömrünün her gecesi böyle geçer Rabia sultanın… Bu gecelerden biri henüz yeni bitmiş, sabah namazı da kılınmış maddi olarak yorgun ve halsiz vücut uykuya emanet edilmişti ki;
“hırsız” denilenlerden zavallı bir kem talih ise, kapının kilidini sessizce kırıp, kulübecikten içeri süzülmüştür. İlkin gözü, köşede uyumakta olan yaşlı Rabia’ya kayar fakat ilgilenmez… Sonra kulübeyi gözden geçirir… Canı sıkılır… Yanlış yere girmiştir… Çünkü para eder cinsten hiçbir şey yoktur burada… Hırsızın canı sıkılsa da ,”eli boş çıkmayalım” düşüncesiyle kap kacak cinsinden bir şeyleri çuvala koyup kapıya yönelir.
Hırsızı bir şok beklemektedir… Kapı yerinde yoktur… Ufacık bir kulübe ve az önce içinden süzüldüğü tek kapı… Fakat yerinde yoktur işte… Fal taşı gibi açar gözlerini hırsız, dört duvarı tek tek gözden geçirir, elleriyle de yoklar… Fakat karşısında duran dört adet duvardır. Tam o esnada olup bitenden habersiz Rabia sultan, hasır yatağının üzerinde uyumaktadır. Bu dünyanın dışında uzanan bir tecelliye karşı karşıya bulunduğunu anlayan hırsız, büyük bir utançla ve şaşkınlıkla soğuk terler boşalırken anlından çuvaldakileri çıkarır. Yatığına da tövbe eder. Kapı karşısında belirmiştir… Sevinir tekrar heveslenir…
“kap kacak “ yeniden çuvala doldurulur… Başını kaldırır, gözleri kararır… İşte kapı yine yok… Bu kedi-fare oyunu birkaç kez tekrarlanır… Ve sonuçta kesin olarak anlar ki, kedisi o çaldıklarıyla bu kapıdan çıkamayacaktır… Ve Rabia sultan hala uyumaktadır…
Hırsız, bambaşka bir manevi iklime doğru, adım atmakta olduğunu hissederek, samimi bir tövbeyle çuvalı boşaltır. Bu olay “hırsızlık kariyerine de” son vermiştir… Amacı artık kapıyı hak dostuna sonsuz tövbe, af yoluna sığınarak rahmet-i rahmana açmaktı… Hırsız olarak girdiği Rabia kulübesinden bir mümin olarak çıkmaktadır. Fakat daha göreceği, duyacağı şeyler kalmıştır, geriye…
Tam kapının eşiğinden geçerken… Dört duvarın dördü birden dile gelir, konuşur… Yeni tövbekâr duydukları karşısında inler…
Sarsılır…
“SEVEN UYUDU AMA SEVİLEN HEP AYAKTA!” …
Rabia sultan hala hasır yatağında, uyumakta
Dışarı çıkıp hiçbir yere uğramadan geri dönen derviş baba kapının açılmadığını söyler. O gece ağlayarak uyuyan ana, rüyasında Peygamber Efendimizi görerek ondan kızının ümmetten yetmiş bin kişiye şefaat edecek bir kimse olduğunu öğrenir. Ayrıca Peygamber Efendimiz kendisine, bir tek gece salavat getirmeyi unutan Basra beyine giderek bu ihmalin bedeli olarak Rabia´ya dört yüz dinar vermesi gerektiğini de söylemesini ister. Bunu duyunca ağlayan Basra beyinin o günden sonra ailenin tüm ihtiyaçlarını karşıladığı söylenir.
Rabia büyüdükten sonra ana ve babası ölür. Basra şehrinde kıtlık olur. Zalim bir kimse Rabia´yı esir alarak satar. Efendisi onun sürekli oruç tutup sabahlara kadar namaz kılmasına şaşırır. Bir gün Rabbine yalvarışını duyup başının üstünde duran kör kandilin odasını nasıl aydınlattığını görünce onu azad eder.
Azad olan Rabia, vaktinin tamamını büyük bir şevkle ibadete ayırır. Rabiatül Adeviye´nin hac yolunda iken Rabbinden yardım dileyip Kabe´yi yanına istediği söylenir. Rivayete göre Allah onun bu dileğini kabul eder. O sırada bin bir güçlükle Kabe´ye varmış olan İbrahim Edhem, Kabe´nin ruhunun yerinde olmadığını görür ve kendisine durum malum olduğunda bir kadının Allah katında bu seviyede olmasına şaşırır.
Rabiatül Adeviye´nin çağdaşı Hasan Basri ile yaptığı konuşmalar da pek meşhurdur: Hasan Basri Hazretleri bir gün suya seccadesini sererek Rabia´yı namaz kılmak için çağırır. Rabiatül Adeviye ise seccadesini hava üzerine bırakarak "senin ettiğini balık, benim ettiğimi de sinek ler eder; bunlar iş değil" diyerek keramet göstermeye önem vermediğini ortaya koyar.
Bir başka rivayette Rabia geyikler arasında otururken Hasan Basri gelir. Onu görünce geyikler kaçar. Duruma üzülen Hasan Basri sebebini sorduğunda Rabiatül Adeviye´den "Bunların iç yağını yemişsin de ondan" cevabını alır. Rabia´nın seviyesini anlayan Hasan Basri ona "Halik´in gönlüne bıraktığı ilimden bana da bir harf öğret" diye yalvarır. Rabia şunu anlatır: "Birkaç kilo iplik eğirip pazarda iki akçeye sattım. Akçanın birini bir elime, diğerini öbür elime aldım. Üst üste koyarsam çift olur; beni yoldan çıkarır diye korktum. Dört akçayı üst üste koyan bu ilimden öğrenemez" diyerek fakirlik, açlık ve kanaatin bu yoldaki önemini vurgular.
Rabiatül Adeviye Hazretleri:
- Yâ Rabbi! Senin cehenneminden korkup sana ibadet ediyorsam, o cehenneminde beni yak, senin cennetine girmek için çalışıyorsam o cennetine de beni ebedi koyma. Senin cemaline, didarına, gurbiyyetine aşıksam ondan da beni ayırma buyurdu.
Rabiatül adeviye bir gün başı ağrıyınca bir tülbenti başına sarıvermişti. Sarıvermesi ile çıkarıp atması bir olmuş. Kendi kendine” Ey utanmaz nefsim. Rabbim yıllar boyu sağlık, afiyet verdi. Birgünden bir güne bu sağlığını belirtecek bir zünnarı başına sarmamışken, bir defacık başın ağrıyınca başına bu zünnarı bağlayıp, dünya aleme ilan etmeye haya etmiyormusun” diye nefsine öfkelenivermiş
Rabia’dır o… kitaplarda Rabiatü’l- Adevviyye… Tanıyanların gönlünde parıltılı bir yerin sahibi, Rabbimin hanım âşıklarından Rabia…
Ömrünün her gecesine, uyku vakti geldiğinde, fakir kulübeciğinin bir köşesinde serdiği seccadeyle başlayan, Rabia… Her gece insanlar yataklarına çekilirken, Rabia, seccadesini usulca serip fısıltıyla seslenir:
“Allah’ım! Şu dakikalarda bütün sevenler sevdiklerinin yanına gidiyorlar, bende sana geldim…”
Ve sonra, ömrünün her gecesi Rabia’nın, o seccade üzerinde tan ağarıncaya kadar bir destan yazılmaya başlanır. Gözyaşlarıyla yıkanan, dua, kur’ an, rükû ve secde ile taçlanan bir destan…
Ömrünün her gecesi böyle geçer Rabia sultanın… Bu gecelerden biri henüz yeni bitmiş, sabah namazı da kılınmış maddi olarak yorgun ve halsiz vücut uykuya emanet edilmişti ki;
“hırsız” denilenlerden zavallı bir kem talih ise, kapının kilidini sessizce kırıp, kulübecikten içeri süzülmüştür. İlkin gözü, köşede uyumakta olan yaşlı Rabia’ya kayar fakat ilgilenmez… Sonra kulübeyi gözden geçirir… Canı sıkılır… Yanlış yere girmiştir… Çünkü para eder cinsten hiçbir şey yoktur burada… Hırsızın canı sıkılsa da ,”eli boş çıkmayalım” düşüncesiyle kap kacak cinsinden bir şeyleri çuvala koyup kapıya yönelir.
Hırsızı bir şok beklemektedir… Kapı yerinde yoktur… Ufacık bir kulübe ve az önce içinden süzüldüğü tek kapı… Fakat yerinde yoktur işte… Fal taşı gibi açar gözlerini hırsız, dört duvarı tek tek gözden geçirir, elleriyle de yoklar… Fakat karşısında duran dört adet duvardır. Tam o esnada olup bitenden habersiz Rabia sultan, hasır yatağının üzerinde uyumaktadır. Bu dünyanın dışında uzanan bir tecelliye karşı karşıya bulunduğunu anlayan hırsız, büyük bir utançla ve şaşkınlıkla soğuk terler boşalırken anlından çuvaldakileri çıkarır. Yatığına da tövbe eder. Kapı karşısında belirmiştir… Sevinir tekrar heveslenir…
“kap kacak “ yeniden çuvala doldurulur… Başını kaldırır, gözleri kararır… İşte kapı yine yok… Bu kedi-fare oyunu birkaç kez tekrarlanır… Ve sonuçta kesin olarak anlar ki, kedisi o çaldıklarıyla bu kapıdan çıkamayacaktır… Ve Rabia sultan hala uyumaktadır…
Hırsız, bambaşka bir manevi iklime doğru, adım atmakta olduğunu hissederek, samimi bir tövbeyle çuvalı boşaltır. Bu olay “hırsızlık kariyerine de” son vermiştir… Amacı artık kapıyı hak dostuna sonsuz tövbe, af yoluna sığınarak rahmet-i rahmana açmaktı… Hırsız olarak girdiği Rabia kulübesinden bir mümin olarak çıkmaktadır. Fakat daha göreceği, duyacağı şeyler kalmıştır, geriye…
Tam kapının eşiğinden geçerken… Dört duvarın dördü birden dile gelir, konuşur… Yeni tövbekâr duydukları karşısında inler…
Sarsılır…
“SEVEN UYUDU AMA SEVİLEN HEP AYAKTA!” …
Rabia sultan hala hasır yatağında, uyumakta