HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
PROBLEM
Şu anda karşı karşıya bulunduğumuz sorun, düşünmeyi nasıl kazanacağımız sorunu değildir. Çünkü düşünme, insanın zaten doğal bir biçimde ve yaratılış olarak sahip olduğu bir faktördür. İnsanın; beyne ve dünyayı beyne taşıyan algılama gücüne sahip olarak yaratıldığı, şüphe götürmez bir gerçektir. Geriye, ön bilgilere sahip olma ve algılama gücünün beyne taşıdığı dış faktörün varlığı kalıyor. Beyin ve algılama, doğduğu andan itibaren insanda var olan iki unsurdur. Bu yüzden bunları keşfetmek için, herhangi bir çalışmaya gerek yoktur. Dış faktörler çeşit çeşittir. İnsan, her şeyden önce yaşamı aracılığı ile pek çok dış faktörle tanışır. İnsan duyusu, olayların meydana getirdiği bu faktörleri sürekli beyne nakletmekle meşguldür. İşte bu nakletme işlemi sürdükçe, düşünme oluşur. Kişinin sahip olduğu bu faktörleri yorumlamasını sağlayan ön bilgiler, beyne nakletme işini son derece kolaylaştırır. Bu nedenle insanın zaten önceden sahip olduğu düşünme, onun için herhangi bir sorun teşkil etmez. Dolayısıyla düşünmeyi nasıl sağlayacağız gibi bir sorun da söz konusu değildir. Bütün sorun, Batı emperyalizmi ve Sovyet Rusya'nın da içinde bulunduğu Batı "kâfirler"idir. Batı, yaptığı araştırmalar sonunda İslâm Dünyasında, düşünmenin var olduğunu anlamış, bütün çabasını bu düşünmeyi sekteye uğratma üzerinde yoğunlaştırmıştır. Artık Batı’nın yegâne gayesi, “İslâm Dünyasında düşünme nasıl verimsiz hale getirilebilir” veya “düşünme, sekteye uğratılamadığı takdirde nasıl zararlı hale dönüştürülebilir” planını hayata geçirmek olmuştur. Batı, insanın düşünen bir canlı olduğunu ve insanın, var oldukça düşünme biçiminin de doğal olarak var olması gerektiğini, hatta insan düşüncesinin sekteye uğratılmasının mümkün olmadığını bildiği için tüm performansını, İslâm düşüncesinin zararlı hale getirilmesi için harcamıştır. İşte sorun, burada ortaya çıkıyor. Başka bir ifadeyle sorun, düşünmenin zararlı bir hale getirilmesiyle ilgilidir. O halde düşünme eylemi, bu zararlardan nasıl kurtarılabilir? Nasıl faydalı hale getirilebilir? Bu soruların cevabı, düşünmenin bizzat kendisinde gizlidir. Evet, Batılı olmayan insan da düşünüyor; fakat düşünmede israfa, ifrata kaçıyor. Her şey, ama her şey hakkında düşünüyor; her şeyin felsefesini yapmaya yelteniyor. Bu durumdan iki sorun ortaya çıkmıştır:
Birincisi; mekanik varlıklar hakkında bile, sözgelimi "sandalye", "tepsi" veya "fincan"ın mahiyeti hakkında fikir yürütüp felsefe yapılmasıdır. Bu durum, nesneyi doğallığından ve gerçek özünden o kadar uzaklaştırıyor ki nesne, bilinmezliğe sürükleniyor ve daha da içinden çıkılmaz hale getiriliyor. Artık dinleyici veya okuyucu ne sandalye, ne tepsi ne de fincanın mahiyetini anlayamaz hale geliyor. Sadece özünü kavramak amacıyla bu nesnelere ad vermenin ötesine gidilmemiş olsaydı; nesneler oldukları gibi tanınırlardı. Nesneleri bilinmezliğe sürükleyen faktör, onlar hakkında olur olmadık düşünceler ileri sürüp felsefe yoluna gidilmesidir. O halde ister maddî ister manevî olsun, nesneleri kapalılıktan kurtarmak için bu biçim düşünmeyi, felsefeyi terk etmek gerekir. Örneğin; "macera" kavramını ele alalım. Bu kavram, sadece adlandırılma ile sınırlı kalsaydı kavramın mahiyeti, anlaşılırdı. Fakat kavram hakkında felsefî düşünceler yürütüldüğü zaman "macera" kavramı, bilinen anlamından sapıp önceden planlanmış bir "macera" haline gelir. Kıvrak zekâ, akıl ve zekânın kullanılması gibi kavramlar da buna benzer. İçine daldıkça, kavramlar üzerinde felsefî düşünceler yürüttükçe bilinmezliğe sürüklenirler. Bu nedenle bu kavramlar üzerinden felsefî düşünceyi kaldırmadıkça kavramlar, kapalı olmaya devam ederler. İşte bu noktada zararlı düşünce ortaya çıkıyor. Düşünmede zararın derecesi; onun kapsamında ve olur olmadık her şeye uygulanmasında somutlaşıyor. Zararlı düşünce, mekanik düşüncenin kapsamına giriyor. Başka bir ifadeyle mekanik nesnelerin üzerinde gereksiz yere felsefî düşünceler yürütmek, zararlı düşünceyi doğurur.
İkinci nokta ise; her şeyi düşünceyle örmenin kıvrak zekâyla ters orantılı olması, yani kişinin yavaş düşünmesine neden olmasıdır. Zira kıvrak zekâya sahip olmak için seri bir şekilde düşünmek gerekir. Fakat genelde yaygın olan, araştırma ve incelemeye dayalı yavaş düşünme biçimidir. İnsanlar bu düşünme biçimine alışmışlardır ve sadece bu tip düşünceden zevk duymaktadırlar. İnsan hayatında yavaş düşünme temel olunca; her şeyin ama her şeyin araştırmaya, incelemeye dayalı olması son derece doğaldır. Burada sür’atin yeri olmadığına göre, kıvrak zekâ da söz konusu değildir. Zira her şey, araştırmaya dayalı olarak var olmaz. Kıvrak zekâ, araştırmaya dayalı olmayan bir düşüncedir. Düşüncenin araştırmaya, incelemeye dayalı olmaması zaten kıvrak zekânın temel özelliğidir. Böyle olduğu için de kıvrak zekâ, yavaş düşünmeye alışık kişiler tarafından sevilmez. Dolayısıyla bu tür kişilerin, kıvrak zekâya sahip olmaları beklenmez.
Bizi bu noktaya, Batı emperyalizmi getirmiş ve düşüncenin, karşımıza bir problem olarak çıkmasına neden olmuştur. Burada sorun, düşünmenin kendisi değil bu tip düşünmenin, fayda yerine zarar vermesidir. Kısaca sorun, düşünmenin zararlı hale gelmesidir. Bu sorunun çözümü ise, zararın ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Peki ama düşünme, zarardan nasıl arındırılabilir? İşte cevaplanması gereken soru budur. Bireyde düşünme, doğal olarak mevcut olduğuna göre sorun, düşünmenin mevcut olup olmaması değildir. Yegâne sorun; “düşünmeyi zarardan nasıl arındırabiliriz” sorunudur.
Soruya cevap vermeden evvel Batı'nın, her şeyden önce düşman olduğunu ve bütün fikirlerinin şüpheyle karşılanması gerektiğini bilmemiz gerekir. Batı'dan bir fikir alınacağı zaman bu fikrin, ne olduğu; neyi amaçladığı; niçin ortaya atıldığı iyice araştırıldıktan sonra alınmalıdır. Yani Batılı düşünceye, kuşkuyla bakmak esastır. Özellikle fikir alanında Batı'nın, bize ihraç ettiği malzemelere kuşkuyla bakmadığımız sürece onun, bize empoze ettiği Batı düşüncesinin esiri ve kurbanları olmaya devam ederiz. Öyleyse atılması gereken ilk adım, Batı'ya ve kendisi için bile olsa ortaya attığı her şeye kuşkuyla bakmaktır. Zira Batı'nın, bizi saptırmak için kendini bile feda edebileceğini unutmamak gerekir. Saptırma, kendi ulusunu fedâ etmek pahasına da olsa Batı'nın, temel politikasıdır. Bu, onun en güçlü silahıdır. Bu nedenle İslâm ülkelerinin veya Müslümanların izleyeceği temel politika, Batı'ya ve Batı'dan gelen her şeye karşı kuşku ile yaklaşmaktır.
Bu kuşku eyleminden sonra ikinci adım olarak düşünmek, ardından da düşünmeyi zarardan arındırmak geliyor. Zira Batı, bizleri saptırmak için nasıl düşünülmesi gerektiğini de empoze etmiş olabilir. Bizleri düşünmeye ve düşünmenin yaygınlaştırılmasına teşvik edebilir. Bundan da kuşku duymak gerekir. Düşünme, insan fıtratında zaten var olduğuna göre bu teşvik neden? Batı, kasıtlı olarak bunu teşvik etmekte ve bundan belli hedeflere ulaşmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle bu hedeflerin üzerinde durmak, onları tanımak ve getireceği sonuçlara karşı tedbir almak gereklidir.
Batı'nın, düşünmeyi ön plana çıkarıp teşvik etmesinin sebebi; düşünmeyi kutsallaştırmak, onu bir amaç haline getirmek ve duygulardan arındırıp etkisiz hale getirmektir. Fakat unutulmamalıdır ki insan, hem akıl hem de duygudan müteşekkildir. İnsan, ne tek başına akıldır ne de tek başına duygudur. Her ikisi de insanın, ayrılmaz iki parçasıdır. Fakat hareketin lideri duygu değil, akıldır. Zira duygu, coşkun hislerden meydana geldiği için lider olmaya, uygun olmayan bir faktördür. Üstelik sür’atle alevlenip süratle söndüğü için de öncü olamaz. İnsan, hem akıl hem de duygudan müteşekkil olduğu halde komuta merkezi, duyguya değil akla verilmelidir. Komuta merkezini akla verdiğimiz takdirde Batı'nın, düşünmeyi neden teşvik ettiğini anlarız. Fakat bunun yanında duyguyu da elden bırakmamak gerekir. Onu, gerektiği yerde serbest bırakmak yani aklın öncülüğünde yürütmek gerekir. Böylece düşünmeye teşvik zararının, ilk aşamasından kurtulmuş oluruz.
Bundan kurtulmak demek, aklın kutsallıktan arındırılması demektir. Aklın öncülüğünde duyguyu harekete geçirmekle de aklın, tek başına varlığını sürdürmesini önlemiş oluruz. Batı'nın empoze ettiği "salt akıl"dan, dolayısıyla onun zararlarından kurtulmanın tek yolu budur. Ancak bu yolla Batı'nın düşünmeyi empoze etme eylemini, akılcı bir tutumla ele almak ve düşünmeyi, doğal biçimiyle mevcut kılmak mümkündür. Öte yandan Batı'nın, bize sürekli her şey hakkında düşünmeyi ve her şey hakkında düşünmenin yaygınlaştırılmasını empoze etmesi bizleri, yavaş düşünmeye sürüklemekte; dolayısıyla hızlı düşünmeyi, buna bağlı olarak da kıvrak zekâyı terk etmemize neden olmaktadır. Zamanla öyle bir duruma geliriz ki yavaş düşünmeye alışır, hızlı düşünmeyi ya ihmal eder ya da küçümseriz. Artık yavaş düşünme, bizim için temel bir unsur olur ve sağlıklı düşünmenin ölçüsü haline gelir. Böyle bir durum ise tek başına, kıvrak zekâyı küçümsemek ve ortadan kaldırmak için yeter bir sebeptir. Yavaş düşünme ile yetinme ve bunu sürdürmenin sonucunda zamanla, kıvrak zekâ ve onun oynadığı rol yok olur. Bu yüzden kıvrak zekâ, rolünü yitirir ve yavaş düşünmeye esir oluruz. Bu durumda düşmanımız, hiç beklemediğimiz bir anda bizi gafil avlar. Artık onun emirlerine amade olan, kör bir makine haline geliriz. Ard arda sorunlarla karşılaşırız. Fakat bu problemleri çözmekten âciz kalırız; elimize geçen nadir fırsatları kaçırırız; bu fırsatları gereği gibi değerlendiremeyiz. Sorunlar üst üste biner ve nihayet fırsatları yitirmiş oluruz.
"Kapsamlı düşünme" ise kıvrak düşünmeyi yok etmesinin yanı sıra, mekanik düşünmeyi veya felsefeyi doğurur. Sonuçta bilinmeyen şeyler, daha da bilinmezliğe sürüklenirken apaçık bilinen şeyler de kapalı bir biçim alır. Böylece ne sandalye, fincan ve tepsi gibi en basit maddî unsurları ne de kıvrak düşünme, zekâ ve zekânın kullanımı gibi apaçık manevî unsurları algılayabiliriz. Eğer insan, en basit mekanik unsurlardan istifade etmiyorsa -ki minimum ölçüde bunlardan istifade etmesi gerekli koşuldur- böyle bir durumda ne varlığı ne de eylemi, hiç bir şey ifade etmez.
Demek ki sorun, düşünmede değil düşünmeyi zarardan arındırma faktöründe yatmaktadır. Bu ise kıvrak zekâda olduğu gibi, hızlı düşünmeyi gerektirdiği zaman düşünmeyi hızlandırmakla; aklın ve düşünmenin anlamında olduğu gibi, gerektiği zaman da yavaşlatarak düşünmeyi normalleştirmekle mümkündür. Düşünmeyi, gerektiği yerde yavaşlatmaktan kastımız; Allah'ın varlığı, yaratılış ve adalet gibi mefhumları açıklamak için düşünmenin yavaşlatılmasıdır. Ancak sandalye, tepsi, fincan, zekâ, zekânın kullanımı ve kıvrak zekâ gibi mekanik unsurlar, bu kapsama girmez. Sorunun çözümünü, düşünmeyi zarardan arındırma faktörünün dışında aramamak gerekir.
Şu anda karşı karşıya bulunduğumuz sorun, düşünmeyi nasıl kazanacağımız sorunu değildir. Çünkü düşünme, insanın zaten doğal bir biçimde ve yaratılış olarak sahip olduğu bir faktördür. İnsanın; beyne ve dünyayı beyne taşıyan algılama gücüne sahip olarak yaratıldığı, şüphe götürmez bir gerçektir. Geriye, ön bilgilere sahip olma ve algılama gücünün beyne taşıdığı dış faktörün varlığı kalıyor. Beyin ve algılama, doğduğu andan itibaren insanda var olan iki unsurdur. Bu yüzden bunları keşfetmek için, herhangi bir çalışmaya gerek yoktur. Dış faktörler çeşit çeşittir. İnsan, her şeyden önce yaşamı aracılığı ile pek çok dış faktörle tanışır. İnsan duyusu, olayların meydana getirdiği bu faktörleri sürekli beyne nakletmekle meşguldür. İşte bu nakletme işlemi sürdükçe, düşünme oluşur. Kişinin sahip olduğu bu faktörleri yorumlamasını sağlayan ön bilgiler, beyne nakletme işini son derece kolaylaştırır. Bu nedenle insanın zaten önceden sahip olduğu düşünme, onun için herhangi bir sorun teşkil etmez. Dolayısıyla düşünmeyi nasıl sağlayacağız gibi bir sorun da söz konusu değildir. Bütün sorun, Batı emperyalizmi ve Sovyet Rusya'nın da içinde bulunduğu Batı "kâfirler"idir. Batı, yaptığı araştırmalar sonunda İslâm Dünyasında, düşünmenin var olduğunu anlamış, bütün çabasını bu düşünmeyi sekteye uğratma üzerinde yoğunlaştırmıştır. Artık Batı’nın yegâne gayesi, “İslâm Dünyasında düşünme nasıl verimsiz hale getirilebilir” veya “düşünme, sekteye uğratılamadığı takdirde nasıl zararlı hale dönüştürülebilir” planını hayata geçirmek olmuştur. Batı, insanın düşünen bir canlı olduğunu ve insanın, var oldukça düşünme biçiminin de doğal olarak var olması gerektiğini, hatta insan düşüncesinin sekteye uğratılmasının mümkün olmadığını bildiği için tüm performansını, İslâm düşüncesinin zararlı hale getirilmesi için harcamıştır. İşte sorun, burada ortaya çıkıyor. Başka bir ifadeyle sorun, düşünmenin zararlı bir hale getirilmesiyle ilgilidir. O halde düşünme eylemi, bu zararlardan nasıl kurtarılabilir? Nasıl faydalı hale getirilebilir? Bu soruların cevabı, düşünmenin bizzat kendisinde gizlidir. Evet, Batılı olmayan insan da düşünüyor; fakat düşünmede israfa, ifrata kaçıyor. Her şey, ama her şey hakkında düşünüyor; her şeyin felsefesini yapmaya yelteniyor. Bu durumdan iki sorun ortaya çıkmıştır:
Birincisi; mekanik varlıklar hakkında bile, sözgelimi "sandalye", "tepsi" veya "fincan"ın mahiyeti hakkında fikir yürütüp felsefe yapılmasıdır. Bu durum, nesneyi doğallığından ve gerçek özünden o kadar uzaklaştırıyor ki nesne, bilinmezliğe sürükleniyor ve daha da içinden çıkılmaz hale getiriliyor. Artık dinleyici veya okuyucu ne sandalye, ne tepsi ne de fincanın mahiyetini anlayamaz hale geliyor. Sadece özünü kavramak amacıyla bu nesnelere ad vermenin ötesine gidilmemiş olsaydı; nesneler oldukları gibi tanınırlardı. Nesneleri bilinmezliğe sürükleyen faktör, onlar hakkında olur olmadık düşünceler ileri sürüp felsefe yoluna gidilmesidir. O halde ister maddî ister manevî olsun, nesneleri kapalılıktan kurtarmak için bu biçim düşünmeyi, felsefeyi terk etmek gerekir. Örneğin; "macera" kavramını ele alalım. Bu kavram, sadece adlandırılma ile sınırlı kalsaydı kavramın mahiyeti, anlaşılırdı. Fakat kavram hakkında felsefî düşünceler yürütüldüğü zaman "macera" kavramı, bilinen anlamından sapıp önceden planlanmış bir "macera" haline gelir. Kıvrak zekâ, akıl ve zekânın kullanılması gibi kavramlar da buna benzer. İçine daldıkça, kavramlar üzerinde felsefî düşünceler yürüttükçe bilinmezliğe sürüklenirler. Bu nedenle bu kavramlar üzerinden felsefî düşünceyi kaldırmadıkça kavramlar, kapalı olmaya devam ederler. İşte bu noktada zararlı düşünce ortaya çıkıyor. Düşünmede zararın derecesi; onun kapsamında ve olur olmadık her şeye uygulanmasında somutlaşıyor. Zararlı düşünce, mekanik düşüncenin kapsamına giriyor. Başka bir ifadeyle mekanik nesnelerin üzerinde gereksiz yere felsefî düşünceler yürütmek, zararlı düşünceyi doğurur.
İkinci nokta ise; her şeyi düşünceyle örmenin kıvrak zekâyla ters orantılı olması, yani kişinin yavaş düşünmesine neden olmasıdır. Zira kıvrak zekâya sahip olmak için seri bir şekilde düşünmek gerekir. Fakat genelde yaygın olan, araştırma ve incelemeye dayalı yavaş düşünme biçimidir. İnsanlar bu düşünme biçimine alışmışlardır ve sadece bu tip düşünceden zevk duymaktadırlar. İnsan hayatında yavaş düşünme temel olunca; her şeyin ama her şeyin araştırmaya, incelemeye dayalı olması son derece doğaldır. Burada sür’atin yeri olmadığına göre, kıvrak zekâ da söz konusu değildir. Zira her şey, araştırmaya dayalı olarak var olmaz. Kıvrak zekâ, araştırmaya dayalı olmayan bir düşüncedir. Düşüncenin araştırmaya, incelemeye dayalı olmaması zaten kıvrak zekânın temel özelliğidir. Böyle olduğu için de kıvrak zekâ, yavaş düşünmeye alışık kişiler tarafından sevilmez. Dolayısıyla bu tür kişilerin, kıvrak zekâya sahip olmaları beklenmez.
Bizi bu noktaya, Batı emperyalizmi getirmiş ve düşüncenin, karşımıza bir problem olarak çıkmasına neden olmuştur. Burada sorun, düşünmenin kendisi değil bu tip düşünmenin, fayda yerine zarar vermesidir. Kısaca sorun, düşünmenin zararlı hale gelmesidir. Bu sorunun çözümü ise, zararın ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Peki ama düşünme, zarardan nasıl arındırılabilir? İşte cevaplanması gereken soru budur. Bireyde düşünme, doğal olarak mevcut olduğuna göre sorun, düşünmenin mevcut olup olmaması değildir. Yegâne sorun; “düşünmeyi zarardan nasıl arındırabiliriz” sorunudur.
Soruya cevap vermeden evvel Batı'nın, her şeyden önce düşman olduğunu ve bütün fikirlerinin şüpheyle karşılanması gerektiğini bilmemiz gerekir. Batı'dan bir fikir alınacağı zaman bu fikrin, ne olduğu; neyi amaçladığı; niçin ortaya atıldığı iyice araştırıldıktan sonra alınmalıdır. Yani Batılı düşünceye, kuşkuyla bakmak esastır. Özellikle fikir alanında Batı'nın, bize ihraç ettiği malzemelere kuşkuyla bakmadığımız sürece onun, bize empoze ettiği Batı düşüncesinin esiri ve kurbanları olmaya devam ederiz. Öyleyse atılması gereken ilk adım, Batı'ya ve kendisi için bile olsa ortaya attığı her şeye kuşkuyla bakmaktır. Zira Batı'nın, bizi saptırmak için kendini bile feda edebileceğini unutmamak gerekir. Saptırma, kendi ulusunu fedâ etmek pahasına da olsa Batı'nın, temel politikasıdır. Bu, onun en güçlü silahıdır. Bu nedenle İslâm ülkelerinin veya Müslümanların izleyeceği temel politika, Batı'ya ve Batı'dan gelen her şeye karşı kuşku ile yaklaşmaktır.
Bu kuşku eyleminden sonra ikinci adım olarak düşünmek, ardından da düşünmeyi zarardan arındırmak geliyor. Zira Batı, bizleri saptırmak için nasıl düşünülmesi gerektiğini de empoze etmiş olabilir. Bizleri düşünmeye ve düşünmenin yaygınlaştırılmasına teşvik edebilir. Bundan da kuşku duymak gerekir. Düşünme, insan fıtratında zaten var olduğuna göre bu teşvik neden? Batı, kasıtlı olarak bunu teşvik etmekte ve bundan belli hedeflere ulaşmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle bu hedeflerin üzerinde durmak, onları tanımak ve getireceği sonuçlara karşı tedbir almak gereklidir.
Batı'nın, düşünmeyi ön plana çıkarıp teşvik etmesinin sebebi; düşünmeyi kutsallaştırmak, onu bir amaç haline getirmek ve duygulardan arındırıp etkisiz hale getirmektir. Fakat unutulmamalıdır ki insan, hem akıl hem de duygudan müteşekkildir. İnsan, ne tek başına akıldır ne de tek başına duygudur. Her ikisi de insanın, ayrılmaz iki parçasıdır. Fakat hareketin lideri duygu değil, akıldır. Zira duygu, coşkun hislerden meydana geldiği için lider olmaya, uygun olmayan bir faktördür. Üstelik sür’atle alevlenip süratle söndüğü için de öncü olamaz. İnsan, hem akıl hem de duygudan müteşekkil olduğu halde komuta merkezi, duyguya değil akla verilmelidir. Komuta merkezini akla verdiğimiz takdirde Batı'nın, düşünmeyi neden teşvik ettiğini anlarız. Fakat bunun yanında duyguyu da elden bırakmamak gerekir. Onu, gerektiği yerde serbest bırakmak yani aklın öncülüğünde yürütmek gerekir. Böylece düşünmeye teşvik zararının, ilk aşamasından kurtulmuş oluruz.
Bundan kurtulmak demek, aklın kutsallıktan arındırılması demektir. Aklın öncülüğünde duyguyu harekete geçirmekle de aklın, tek başına varlığını sürdürmesini önlemiş oluruz. Batı'nın empoze ettiği "salt akıl"dan, dolayısıyla onun zararlarından kurtulmanın tek yolu budur. Ancak bu yolla Batı'nın düşünmeyi empoze etme eylemini, akılcı bir tutumla ele almak ve düşünmeyi, doğal biçimiyle mevcut kılmak mümkündür. Öte yandan Batı'nın, bize sürekli her şey hakkında düşünmeyi ve her şey hakkında düşünmenin yaygınlaştırılmasını empoze etmesi bizleri, yavaş düşünmeye sürüklemekte; dolayısıyla hızlı düşünmeyi, buna bağlı olarak da kıvrak zekâyı terk etmemize neden olmaktadır. Zamanla öyle bir duruma geliriz ki yavaş düşünmeye alışır, hızlı düşünmeyi ya ihmal eder ya da küçümseriz. Artık yavaş düşünme, bizim için temel bir unsur olur ve sağlıklı düşünmenin ölçüsü haline gelir. Böyle bir durum ise tek başına, kıvrak zekâyı küçümsemek ve ortadan kaldırmak için yeter bir sebeptir. Yavaş düşünme ile yetinme ve bunu sürdürmenin sonucunda zamanla, kıvrak zekâ ve onun oynadığı rol yok olur. Bu yüzden kıvrak zekâ, rolünü yitirir ve yavaş düşünmeye esir oluruz. Bu durumda düşmanımız, hiç beklemediğimiz bir anda bizi gafil avlar. Artık onun emirlerine amade olan, kör bir makine haline geliriz. Ard arda sorunlarla karşılaşırız. Fakat bu problemleri çözmekten âciz kalırız; elimize geçen nadir fırsatları kaçırırız; bu fırsatları gereği gibi değerlendiremeyiz. Sorunlar üst üste biner ve nihayet fırsatları yitirmiş oluruz.
"Kapsamlı düşünme" ise kıvrak düşünmeyi yok etmesinin yanı sıra, mekanik düşünmeyi veya felsefeyi doğurur. Sonuçta bilinmeyen şeyler, daha da bilinmezliğe sürüklenirken apaçık bilinen şeyler de kapalı bir biçim alır. Böylece ne sandalye, fincan ve tepsi gibi en basit maddî unsurları ne de kıvrak düşünme, zekâ ve zekânın kullanımı gibi apaçık manevî unsurları algılayabiliriz. Eğer insan, en basit mekanik unsurlardan istifade etmiyorsa -ki minimum ölçüde bunlardan istifade etmesi gerekli koşuldur- böyle bir durumda ne varlığı ne de eylemi, hiç bir şey ifade etmez.
Demek ki sorun, düşünmede değil düşünmeyi zarardan arındırma faktöründe yatmaktadır. Bu ise kıvrak zekâda olduğu gibi, hızlı düşünmeyi gerektirdiği zaman düşünmeyi hızlandırmakla; aklın ve düşünmenin anlamında olduğu gibi, gerektiği zaman da yavaşlatarak düşünmeyi normalleştirmekle mümkündür. Düşünmeyi, gerektiği yerde yavaşlatmaktan kastımız; Allah'ın varlığı, yaratılış ve adalet gibi mefhumları açıklamak için düşünmenin yavaşlatılmasıdır. Ancak sandalye, tepsi, fincan, zekâ, zekânın kullanımı ve kıvrak zekâ gibi mekanik unsurlar, bu kapsama girmez. Sorunun çözümünü, düşünmeyi zarardan arındırma faktörünün dışında aramamak gerekir.