hayallerdeyim
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 17 Mar 2009
- Mesajlar
- 35
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 41
PIHTILAŞMIŞ AHLAK: HUKUK
Uğur YAMAN
Hukukun ne olduğunu herkes bilir. En azından herkesin bu mevzua dair serdedecek bir fikri vardır… Lâkin şümullü bir tarif mevzubahis olduğunda, bu, pek mümkün değildir… I. Kant’ın «hukukçular hâlâ hukuk mefhumunun tarifini arıyorlar» şeklindeki ironi dolu ifadesinden de anlaşılacağı üzere, hukuka en başta hukukçular bir tarif getirmek istemektedir, istemişlerdir…
Mücerret fikre temayül etmiş herkesin ‘iyi, doğru ve güzel’le, estetik ve ahlâkla, dolayısıyla hukukla teşriki mesaisi olmuştur… Sistem kurma iddiasındaki birçok filozofun sisteminin bir nevi kriteri, diğer sistemlerle mukayese noktası olan hukuk ve hukuka dair ölçülerin tefriki, felsefenin, daha özelde hukuk felsefesinin en mühim meselelerinden birini teşkil eder. Jhering, hukuk ve ahlâkın, değer ölçülerinin tefriki mevzuunun hukuk ilminin çok tehlikeli bir kayalığı olduğunu, birçok sistemin bu ‘kayalık’a çarpmak suretiyle battığını söyler. Bu işi çetinleştiren, birçok sistemi batıran en önemli husus, hukuk ile ahlâkın tefirikidir… Ekseriyetle de karıştırılan, anlaşılmayan hukuk ile ahlâkın arasındaki farkların kemmî değil, keyfî olduğudur…
Ahlâkla hukukun her ikisi de ‘olması gereken’e dair olup, her ikisi de kıymetler, değerler sistemi içinde yer alır. Her ikisi de ortak özelliklere sahip olup, her ikisine de mutlaklık, izafîlik, tabiîlik hareketlerini izafe etmek mümkündür… Bu çerçevede ahlâk ile hukuk arasındaki zıddiyet yahut nispetsizlik düşünülemez. Bu yüzdendir ki, kanun koyucu, cemiyetin ahlâkî kaidelerine uymağa mecburdur… Kanun koyucunun uymak zorunda olduğu bu ahlâk kaideleri ise zamanla oluşur, teşekkül eder.
Bir cemiyetin içine doğan ve cemiyetin içinde hayatını sürdüren fert, dünyaya kendi tekâmülünü tamamlaması için gönderilmiştir… Eşya ve hâdiseleri teshir etmekle mükelleftir… Ve bütün âlem onu emrine verilmiştir… Yeryüzünde Allah’ın halifesi olan insan, ‘ideal’i aramaya mecburdur… Çünkü insanı insan yapan en önemli hususlardan birisi de, onu ‘ideal’ini aramasıdır… İdealini akılını kullanmak suretiyle arar. Akılı ruha bağlamak, akılın ancak o zaman keyfiyetini, hakikatini ortaya koyacağını bilmek ve bunu dil, duygu ve düşünce faaliyetlerinde göstermek ise ahlâkî bir zarurettir… Bu zaruret yerine getirilmediği vakit, ‘olan’ın içine hapsolunur. ‘Olması gereken’i aramaya dair istidat ve iştiyak körelir. İdeale sırt çevrildiği anda, bir yönüyle ulvî bir yönüyle de süflî vasıfları haiz olan ve «ideali aramakla toprağa bağlanmak arasındaki bir berzahta kıvranan» insanoğlu, mahlûkların en şereflisi olmak gibi bir mevkideyken hayvandan daha aşağı derekelere düşer. Hayvandan daha aşağı derekelere düşülmesi ile birlikte vicdanlar nasırlaşır.
Her işin sebebinde de, gayesinde de kişinin kendi öz nefsiyle savaşını gören bizler için ahlâkın ahlâkîliği, Gaye İnsan- Ufuk Peygamber’in tamamladığı ahlâkı anlaması, anlamlandırması ve bunu ‘ben’ine tevcih edebilmesi nispetindedir. Fert ancak o zaman, hâdiselerden ibaret olmadığını, hâdiseler âlemine dahil olmakla birlikte mahiyeti itibariyle daimî ve zarurî olarak tabiatının gereğini yapan diğer mahlûklardan farklı bir yerde olduğunu bilir. Ve ancak bu hâlde şahsiyet olmanın, şahsiyetini tahakkuk ettirmenin bir mesele, bir vazife olduğunu anlar. Tecrit melekesi sayesinde bütün işleri, oluşları, hâdiseleri benine tevcih eder. Bu müteal istidat, daimî olarak bir ahlâk kaidesi olarak inkişaf eder. Bu inkişaflarla birlikte kalp keyfiyetini gösterir ve mücella bir ayna olarak vazifesini icra eder. Her ân yaratılan bir kâinatta, gayesine doğru ilerleyen zamanda, hayata dinamik ve mücella bir kalple katılan bir fert böylece terakki eder, kendi tekâmülünü tamamlar, eşya ve hâdiseleri teshir eder ve kendi beninde bütün bir cemiyetin ahlâkî prensiplerini bulmaya muvaffak olur.
Ahlâk, bu seyirden, tekâmülden, ferdî şuurun yükselmesinden ibarettir… Ferdî şuurun yükselmesi ile birlikte şuur, umumî ve küllî olana kavuşur ve bir milleti cem’eden unsurlar meydana gelir. Bu unsurlar, hukuk kaidelerini besler, onun temelini oluşturur. Bu yüzden de hukuk, bir cemiyet ahlâkının müşahhas göstergesi olup, genel kültür seviyesini ele verir.
Ferdin kendi öz nefsiyle savaşında denetleyici, yönlendirici yegâne güç; vicdandır… Bu gücün içtimaî plânda geçerliliğini yitirdiği anda pıhtılaşan ahlâk/ hukuk devreye girer. Vicdanın yerine geçen bu güç/ hukuk, her dem olması gerekene dairdir… Ve bir topluma olması gerekeni gösterir. Olana, maddî mevcudiyete dair her şey, içtimaî plânda hukuka dair ve ona tâbidir… Hukukî kriter, mevcudiyetin çok ötesinde olup, topluma en iyiyi işaret eder., etmelidir…
Ferdî plânda denetleyici, yönlendirici, caydırıcı bir güç olan vicdanın içtimaî plânda kifayet etmediği yerde, cemiyet ahlâkının terennümü olan hukuk; denetleyici, yönlendirici, caydırıcı bir güç olarak devreye giren, pıhtılaşan ahlâkı kanunlaştıran, yürüten, ihlâli hâlinde müeyyide uygulayan, en yüksek iyi’yi gösteren ise devlettir…
Bir devletin pıhtılaşan ahlâka dair siyaseti, onun kendi benini nasıl ifade ettiğinin yanı sıra ideal hayat telâkkisine dair de fikir vericidir… Sadece kanunlarına bakılması suretiyle bile bir devletin ‘ahlâk’ telâkkisini görmek mümkündür…
II.
Büyük çapa ermiş tarihimizde, büyük çapa erdirici olan Mutlak Fikir’in hayata tatbik kavgasında gevşeklik gösterilmiş, aşk yitmiş, bu yüzden de kabukta kalınmıştır… Kabukta kalan, ‘ideal hayat’ı şahsiyet aynasında pırıldatmak yerine İslâm’ı şahsiyet aynasında küçülten kaba softa- ham yobazlardan sonra ideal’i Batı’da arayan mağluplar tarih sahnesine çıkmış ve nihayetinde Mutlak Fikir’in iktidarı tarih sahnesinden çekilmiştir. Bundan sonrası büsbütün fena olmuş, Müslüman Anadolu halkı madde plânında kurtulsa da meccanen kahramanlar elinde ruh plânında helâk edilmiştir. Müslüman Anadolu halkını ruh plânında helâk eden meccanen kahramanlar, ‘kutlu erek’leri için tedricî bir süreç izlediler. Bu tedricî süreçte ilk olarak, Müslüman Anadolu halkına yeni bir kimlik ve ahlâk telâkkisi dikte edildi. İslâmî olmayan unsurlarla ifade edilen, yeniden tanımlanan bu yeni kimlik ve ahlâkı benimsetmek için de anlam haritaları talan edildi, dil laikleşti. Dilin laikleşmesi ile birlikte de ideal’e dair her şey yok sayıldı.