Nehir Aydın GÖKDUMAN
“Odanı topladın mı güzel kızım?” dedi annem. Sesini bu kadar yumuşatmasa olmaz mı? Okula gittiğim günlerdeki gibi tatlı sert çıkışsa, ellerini birbirine vurup, hadi hadi kıpırda biraz, ne bu odanın hali! diye söylense. Evdeki herkes bana karşı neden melekleşti böylesine? Hani başıma geleni bilmesem ölümcül bir hastalığa tutuldum da kardeşlerim annem ve babam son günlerimde beni mutlu etmek için ellerinden gelen gayreti sarf ediyorlar sanacağım. O körolası yasak bizim liseye de dayandığından beri evimiz şehir tiyatrolarına benzedi… Yüreklerindeki ağıt apaçık yüzlerine yansırken neyi gizlemenin telaşındalar Allah aşkına… Bilmiyorlar mı ki ne yaparlarsa yapsınlar gülemem bundan sonra.
Annemin bütün ısrarlarına rağmen günlerdir evden çıkmamakta inat ediyorum. Kitap ve defterlerime sarılıp sarılıp ağlamak tek yapmak istediğim. Günün her saati, her dakikası okulumu, arkadaşlarımı düşünüp iç geçiriyorum. Sınıfta benim yokluğum belli olmuş mudur acaba? Öğretmenlerim niye okula gelmediğimi merak etmişler midir? Tam kimyada redoksları, fizikte Newton’u, edebiyatta Servet-i Fünun’u işleyecekken… Giremediğim sınavları nasıl telâfi edeceğim? Annem her gün biraz daha solan benzimi canlandırmak için mutfakta uğraşıp duruyor yine. Kahvaltıda şundan da yesene bundan da içsene diye ısrar edip duracak… Tam siyerde Hicret’e gelmişken… Kutlu Rasül’le birlikte aşıyorken çölleri… Çatalla iri bir peynir parçasını ağzıma dayayacak. Arapça’mı ilerletmenin hevesindeyken… Hadi aç ağzını Büşra’cığım… Sütünü yine soğuttun. Kübra ikinci bardağını bitiriyor bak… Başörtümü her gün biraz daha seviyorken… Ben de Kübra gibi okuluma yetişecek olsam üçüncüyü bile tüketirdim. Ama gün boyu meşgalesiz kukumav kuşları gibi evde oturup duran birinin neyine gerek fazla kalori almak… Ah aldığım her nefeste katre katre umutsuzluk dağılıyor alveollerime.
Kendimi tedavülden kalkmış paralar kadar kıymetsiz hissediyorum. Halbuki annemle babam ilk göz ağrımız, bizim altın damlamız diye severler beni. İlk günden baştacı edilmek her çocuğa kısmet olmaz biliyorum… Babamı güçlü bilirdim. Ama değilmiş! Benim en çok sevdiğimi elde etmeye gücü yetmiyor işte. Bu nemenem bir yasak ki boyu Ağrı Dağı’nı aşmış; kimseye geçit vermiyor. Tıpkı bir mıknatıs gibi bütün okulları yörüngesine çekiyor; ya da bütün okullar mıknatıs da yasağı kendilerine çekmek için can atıp duruyorlar ha bire. Televizyonda görürdüm de okula giremediği için gözyaşı döken akranlarımı, yasak bize uğramaz sanırdım. Farklı sanırdım müdürümüzü, öğretmenlerimi, pek çok arkadaşımı. Değillermiş… Farklı değillermiş!.. Başörtüsü yasağı okulda uygulamaya konunca, arkadaşlarımla birlikte okulun önünde eylem yaptık. Başörtümüzle okumak istiyoruz diye direndik… Yine o bildik müdahale! Memleketin cümle eli sopalısı karşımızdaydı. İnsana biz neymişiz de haberimiz yokmuş dedirten tehditler, hakaretler, saldırılar… İtip kakmalar, başörtülerimize hoyratça uzanan eller… Kelepçe ve cop heyulâsı… Gözaltılar… Kırmızıya boyanan alınlarımız, yanaklarımız, yüreklerimiz… Sonra kuaförlere peruk sormaya koştu bazılarımız… Hatice ve ben hâlâ kuaförlere küsüz!
Babam hemen okulla ilişiğim kesilmesin diye rapor aldı bir doktor arkadaşından. Sanki on yıllardır halledilmeyen problem yirmi günde çözüme kavuşacak da yirmi günün sonunda tıpış tıpış okulumun yolunu tutacağım. Yarın raporum doluyor. Okula başlamazsam birkaç haftaya kalmadan kaydım silinecek. Ah bunu düşünmek bile ne acı. Nasıl katlanacağım en sevdiğim kurum tarafından izole edilmeye. İçimden bugüne kadar aldığım üstün başarı belgelerini yırtmak, balkona çıkıp, “ben bu ülkeye sığmıyoruuuum” diye avaz avaz bağırmak geliyor… Odamın duvarında asılı şu okul birinciliği ibaresini alıp yere çalmak… İşte erkek kardeşim Muhammed’in şen kahkahaları. Hiç mi ablasının derdinden anlamaz bu çocuk. Boyu benimkini geçti ama aklı hâlâ beş karış havada. Güler tabii nasıl olsa bu ülkede erkek çocuklarına özgürlük çok. Kız olsaydı da öğrenseydi dünyanın halısını kilimini. Muhammed seneye ortaokulu bitirecek, liseye başlayacak, üniversite okuyacak; doktor, mühendis, avukat çıkacak! Ben de tatillerde kardeş yolu gözleyen vefakâr bir ev kızı olacağım. İzine gelecek kardeşine envai çeşit pasta-börek döşeyen, elinden yemek kitabı düşmeyen, elini yanağına dayayıp gözünü ufka dikerek hüzünlü hüzünlü kardeşinin okul anılarını dinleyen klâsik bir ev kızı! Of, artık hayal kurmak bile ne sıkıcı… Muhammed şimdi de bir şarkı doladı diline. Şu kapıyı hırsla çarpayım ki hatasını anlasın. Kapı güm diye inleyince sesi kesildi vurdumduymazın. Haksızlık yapıyorum galiba. Okuldan boynu bükük geldiğim ilk gün oturup benimle birlikte ağlamadı mı? Canım ablam diye boynuma sarılmadı mı? Okulda bana sataşan birçok yaramaz oğlanla dövüşmedi mi? Neden tafralarımı ona buna yüklemek, kırılganlığımı isyana dönüştürmek istiyorum ki?
Bugün annemin kabul günü. Öğleden sonra evimizi gamsız tasasız bir yığın ev hanımı dolduracak. Onlara baktıkça geleceğim için hayıflanıp duracağım ben de. Annem odamın kapısına dikilip, “Kızım gel sen de bir bardak çay iç” diyecek. “Senin çok sevdiğin cevizli kurabiyeden yaptım.” Hayır! Ben kurabiye canavarı olmak istemiyorum. Haftanın her gününü bir ev gezmesine ayıran, oğluna-kızına çeyiz hazırlamaktan başka bir şey düşünmeyen, hareketsizlikten yağ bağlamış annelerin yanına çağırma beni. Biliyorum yaram küllenince beni de katmak isteyeceksiniz aranıza. Hamarat hamarat çay servisi yapacağım, pasta tabaklarını taşıyacağım, yeme içme bitince mutfaktaki dağ gibi bulaşığa sarılacağım. Üç ters bir düzden oyalar, danteller… İşlenirken müzik dinleyeceğim, sakız çiğneyeceğim sonra… Anne bugünler için mi harcadın ak sütünü?
Kübra elindeki harita metot defteriyle yanıma sokuluyor. “Abla şu problemi çözemedim” diyor. “Önce parantez içindekileri mi çarpacağım, yoksa bölme işlemini mi?” Farz et ki bölme diye terslesem şunu… Çarpsan ne olacak bölsen ne! Birkaç sene sonra sen de eve kapanıp kalmayacak mısın benim gibi. Elinde belki ilköğretim diploman bile olmayacak. Keşke okul denen muammaya hiç göndermeselerdi bizi. Göndermeselerdi de bu acıları yaşamasaydık. Elime kalemi alıp çarpıp bölüyorum isteksizce. “Anlatsana abla” diyor Kübra. “Neden çarptın, niye böldün?..” Ağzımı açsam hiç hayrına olmayacak… Hadi ikile der gibi defteri kolunun altına tutuşturuyorum. Bize bu zulmü reva görenler anlatıyorlar mı ki düşlerimizden niçin koparıldığımızı?
Annem, en küçüğümüz Ahmet’i okula hazırlıyor. Masmavi okul önlüğü içinde öyle şirin, öyle mutlu görünüyor ki içimdeki depremden en az nasiplenen o. Evdeki herkese her fırsatta çatmayı hüner bellemişken Ahmet’e tek kelime kötü söz çıkmıyor ağzımdan. Odamı yalnızca onunla paylaşıyorum. Geçen gece onun uyuduğunu sanarak karanlıkta sessizce gözyaşı döküyordum ki birden yatağından süzülerek yanıma sokuldu. Şefkâtli bir ağabey edasıyla: “Lütfen ağlama ablacığım” dedi. “Ben büyüyüp Milli Eğitim Bakanı olursam bütün okullarda serbest bırakacağım başörtüsünü. Beni bekle! Sakın büyüme emi!” Büyümeyeceğim Ahmet! Büyüyüp klişeleşmeyeceğim. Sen oku, büyük adam ol ki ablan liseyi bitirsin. Üniversitelere gitsin. Sakız çiğneyerek bulaşık yıkamasın ömrünce…
Bu kabul gününden kurtulmanın bir yolu olmalı. Acaba Hatice’ye mi gitsem? Birbirimizin dilinden en iyi ikimiz anlıyoruz. Körle şaşının halleşmesi gibi bir şey bu. Hatice de odasındadır şu an. Annesi az sonra bize gelecektir. Sen de gelsene diye zorlayacaktır Hatice’yi. Hatice gelmez. O da aynı kaygıları taşıyor çünkü. Büyük bir ihtimalle yolumu gözlüyor. Hatice’ye gitsem. Söyleşsek, ağlaşsak, taptaze okul anılarımızı anlatıp acısak birbirimize. Sonra birlikte dışarı çıksak, okulun önünden geçsek. Hiç değilse teneffüse çıkan arkadaşlarımızı izlesek gizliden gizliye. Nermin Öğretmen’i beklesek okul çıkışı… Hâlâ geri adım yok mu hocam? diye sorsak umutvâr. Bizsiz sınıfın tadı tuzu oluyor mu? Sizin yetmediğiniz anlarda kalkan parmak var mı havaya? Peruklu öğrencilerinize gözünüz alıştı mı? Sarı peruklar mı yakışmış on beş yaş çehresine, siyahlar mı? Hocam mutmain mi yüreğiniz? Aman kurbanınız olalım aydın ve münevver öğrenciler yetiştiriniz! Bize benzemesin hiçbirisi. Çağ üstü, çağlar üstü bir Türkiye için harcayın enerjinizi. :A
“Odanı topladın mı güzel kızım?” dedi annem. Sesini bu kadar yumuşatmasa olmaz mı? Okula gittiğim günlerdeki gibi tatlı sert çıkışsa, ellerini birbirine vurup, hadi hadi kıpırda biraz, ne bu odanın hali! diye söylense. Evdeki herkes bana karşı neden melekleşti böylesine? Hani başıma geleni bilmesem ölümcül bir hastalığa tutuldum da kardeşlerim annem ve babam son günlerimde beni mutlu etmek için ellerinden gelen gayreti sarf ediyorlar sanacağım. O körolası yasak bizim liseye de dayandığından beri evimiz şehir tiyatrolarına benzedi… Yüreklerindeki ağıt apaçık yüzlerine yansırken neyi gizlemenin telaşındalar Allah aşkına… Bilmiyorlar mı ki ne yaparlarsa yapsınlar gülemem bundan sonra.
Annemin bütün ısrarlarına rağmen günlerdir evden çıkmamakta inat ediyorum. Kitap ve defterlerime sarılıp sarılıp ağlamak tek yapmak istediğim. Günün her saati, her dakikası okulumu, arkadaşlarımı düşünüp iç geçiriyorum. Sınıfta benim yokluğum belli olmuş mudur acaba? Öğretmenlerim niye okula gelmediğimi merak etmişler midir? Tam kimyada redoksları, fizikte Newton’u, edebiyatta Servet-i Fünun’u işleyecekken… Giremediğim sınavları nasıl telâfi edeceğim? Annem her gün biraz daha solan benzimi canlandırmak için mutfakta uğraşıp duruyor yine. Kahvaltıda şundan da yesene bundan da içsene diye ısrar edip duracak… Tam siyerde Hicret’e gelmişken… Kutlu Rasül’le birlikte aşıyorken çölleri… Çatalla iri bir peynir parçasını ağzıma dayayacak. Arapça’mı ilerletmenin hevesindeyken… Hadi aç ağzını Büşra’cığım… Sütünü yine soğuttun. Kübra ikinci bardağını bitiriyor bak… Başörtümü her gün biraz daha seviyorken… Ben de Kübra gibi okuluma yetişecek olsam üçüncüyü bile tüketirdim. Ama gün boyu meşgalesiz kukumav kuşları gibi evde oturup duran birinin neyine gerek fazla kalori almak… Ah aldığım her nefeste katre katre umutsuzluk dağılıyor alveollerime.
Kendimi tedavülden kalkmış paralar kadar kıymetsiz hissediyorum. Halbuki annemle babam ilk göz ağrımız, bizim altın damlamız diye severler beni. İlk günden baştacı edilmek her çocuğa kısmet olmaz biliyorum… Babamı güçlü bilirdim. Ama değilmiş! Benim en çok sevdiğimi elde etmeye gücü yetmiyor işte. Bu nemenem bir yasak ki boyu Ağrı Dağı’nı aşmış; kimseye geçit vermiyor. Tıpkı bir mıknatıs gibi bütün okulları yörüngesine çekiyor; ya da bütün okullar mıknatıs da yasağı kendilerine çekmek için can atıp duruyorlar ha bire. Televizyonda görürdüm de okula giremediği için gözyaşı döken akranlarımı, yasak bize uğramaz sanırdım. Farklı sanırdım müdürümüzü, öğretmenlerimi, pek çok arkadaşımı. Değillermiş… Farklı değillermiş!.. Başörtüsü yasağı okulda uygulamaya konunca, arkadaşlarımla birlikte okulun önünde eylem yaptık. Başörtümüzle okumak istiyoruz diye direndik… Yine o bildik müdahale! Memleketin cümle eli sopalısı karşımızdaydı. İnsana biz neymişiz de haberimiz yokmuş dedirten tehditler, hakaretler, saldırılar… İtip kakmalar, başörtülerimize hoyratça uzanan eller… Kelepçe ve cop heyulâsı… Gözaltılar… Kırmızıya boyanan alınlarımız, yanaklarımız, yüreklerimiz… Sonra kuaförlere peruk sormaya koştu bazılarımız… Hatice ve ben hâlâ kuaförlere küsüz!
Babam hemen okulla ilişiğim kesilmesin diye rapor aldı bir doktor arkadaşından. Sanki on yıllardır halledilmeyen problem yirmi günde çözüme kavuşacak da yirmi günün sonunda tıpış tıpış okulumun yolunu tutacağım. Yarın raporum doluyor. Okula başlamazsam birkaç haftaya kalmadan kaydım silinecek. Ah bunu düşünmek bile ne acı. Nasıl katlanacağım en sevdiğim kurum tarafından izole edilmeye. İçimden bugüne kadar aldığım üstün başarı belgelerini yırtmak, balkona çıkıp, “ben bu ülkeye sığmıyoruuuum” diye avaz avaz bağırmak geliyor… Odamın duvarında asılı şu okul birinciliği ibaresini alıp yere çalmak… İşte erkek kardeşim Muhammed’in şen kahkahaları. Hiç mi ablasının derdinden anlamaz bu çocuk. Boyu benimkini geçti ama aklı hâlâ beş karış havada. Güler tabii nasıl olsa bu ülkede erkek çocuklarına özgürlük çok. Kız olsaydı da öğrenseydi dünyanın halısını kilimini. Muhammed seneye ortaokulu bitirecek, liseye başlayacak, üniversite okuyacak; doktor, mühendis, avukat çıkacak! Ben de tatillerde kardeş yolu gözleyen vefakâr bir ev kızı olacağım. İzine gelecek kardeşine envai çeşit pasta-börek döşeyen, elinden yemek kitabı düşmeyen, elini yanağına dayayıp gözünü ufka dikerek hüzünlü hüzünlü kardeşinin okul anılarını dinleyen klâsik bir ev kızı! Of, artık hayal kurmak bile ne sıkıcı… Muhammed şimdi de bir şarkı doladı diline. Şu kapıyı hırsla çarpayım ki hatasını anlasın. Kapı güm diye inleyince sesi kesildi vurdumduymazın. Haksızlık yapıyorum galiba. Okuldan boynu bükük geldiğim ilk gün oturup benimle birlikte ağlamadı mı? Canım ablam diye boynuma sarılmadı mı? Okulda bana sataşan birçok yaramaz oğlanla dövüşmedi mi? Neden tafralarımı ona buna yüklemek, kırılganlığımı isyana dönüştürmek istiyorum ki?
Bugün annemin kabul günü. Öğleden sonra evimizi gamsız tasasız bir yığın ev hanımı dolduracak. Onlara baktıkça geleceğim için hayıflanıp duracağım ben de. Annem odamın kapısına dikilip, “Kızım gel sen de bir bardak çay iç” diyecek. “Senin çok sevdiğin cevizli kurabiyeden yaptım.” Hayır! Ben kurabiye canavarı olmak istemiyorum. Haftanın her gününü bir ev gezmesine ayıran, oğluna-kızına çeyiz hazırlamaktan başka bir şey düşünmeyen, hareketsizlikten yağ bağlamış annelerin yanına çağırma beni. Biliyorum yaram küllenince beni de katmak isteyeceksiniz aranıza. Hamarat hamarat çay servisi yapacağım, pasta tabaklarını taşıyacağım, yeme içme bitince mutfaktaki dağ gibi bulaşığa sarılacağım. Üç ters bir düzden oyalar, danteller… İşlenirken müzik dinleyeceğim, sakız çiğneyeceğim sonra… Anne bugünler için mi harcadın ak sütünü?
Kübra elindeki harita metot defteriyle yanıma sokuluyor. “Abla şu problemi çözemedim” diyor. “Önce parantez içindekileri mi çarpacağım, yoksa bölme işlemini mi?” Farz et ki bölme diye terslesem şunu… Çarpsan ne olacak bölsen ne! Birkaç sene sonra sen de eve kapanıp kalmayacak mısın benim gibi. Elinde belki ilköğretim diploman bile olmayacak. Keşke okul denen muammaya hiç göndermeselerdi bizi. Göndermeselerdi de bu acıları yaşamasaydık. Elime kalemi alıp çarpıp bölüyorum isteksizce. “Anlatsana abla” diyor Kübra. “Neden çarptın, niye böldün?..” Ağzımı açsam hiç hayrına olmayacak… Hadi ikile der gibi defteri kolunun altına tutuşturuyorum. Bize bu zulmü reva görenler anlatıyorlar mı ki düşlerimizden niçin koparıldığımızı?
Annem, en küçüğümüz Ahmet’i okula hazırlıyor. Masmavi okul önlüğü içinde öyle şirin, öyle mutlu görünüyor ki içimdeki depremden en az nasiplenen o. Evdeki herkese her fırsatta çatmayı hüner bellemişken Ahmet’e tek kelime kötü söz çıkmıyor ağzımdan. Odamı yalnızca onunla paylaşıyorum. Geçen gece onun uyuduğunu sanarak karanlıkta sessizce gözyaşı döküyordum ki birden yatağından süzülerek yanıma sokuldu. Şefkâtli bir ağabey edasıyla: “Lütfen ağlama ablacığım” dedi. “Ben büyüyüp Milli Eğitim Bakanı olursam bütün okullarda serbest bırakacağım başörtüsünü. Beni bekle! Sakın büyüme emi!” Büyümeyeceğim Ahmet! Büyüyüp klişeleşmeyeceğim. Sen oku, büyük adam ol ki ablan liseyi bitirsin. Üniversitelere gitsin. Sakız çiğneyerek bulaşık yıkamasın ömrünce…
Bu kabul gününden kurtulmanın bir yolu olmalı. Acaba Hatice’ye mi gitsem? Birbirimizin dilinden en iyi ikimiz anlıyoruz. Körle şaşının halleşmesi gibi bir şey bu. Hatice de odasındadır şu an. Annesi az sonra bize gelecektir. Sen de gelsene diye zorlayacaktır Hatice’yi. Hatice gelmez. O da aynı kaygıları taşıyor çünkü. Büyük bir ihtimalle yolumu gözlüyor. Hatice’ye gitsem. Söyleşsek, ağlaşsak, taptaze okul anılarımızı anlatıp acısak birbirimize. Sonra birlikte dışarı çıksak, okulun önünden geçsek. Hiç değilse teneffüse çıkan arkadaşlarımızı izlesek gizliden gizliye. Nermin Öğretmen’i beklesek okul çıkışı… Hâlâ geri adım yok mu hocam? diye sorsak umutvâr. Bizsiz sınıfın tadı tuzu oluyor mu? Sizin yetmediğiniz anlarda kalkan parmak var mı havaya? Peruklu öğrencilerinize gözünüz alıştı mı? Sarı peruklar mı yakışmış on beş yaş çehresine, siyahlar mı? Hocam mutmain mi yüreğiniz? Aman kurbanınız olalım aydın ve münevver öğrenciler yetiştiriniz! Bize benzemesin hiçbirisi. Çağ üstü, çağlar üstü bir Türkiye için harcayın enerjinizi. :A