Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Parçalara Mıhlı Hissiyatın Gölgelediği... (1 Kullanıcı)

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
hayreddinsoykan@gmail.com



PARÇALARA MIHLI HİSSİYATIN GÖLGELEDİĞİ




Şimdi arzetmek istediğimiz husus, şayet üzerinde dikkatle düşünülürse, bir dâvânın savunucuları olarak, hadiselere yanaşan "hassasiyet" yapımıza da büyük ölçüde ayna tutmaktadır kanaatindeyiz.


Peki biraz iddialı da addedilebilecek bu tesbitimiz nedir diye sorarsanız, hiç beklemeden parçalara mıhlı "hissî coşkunluğumuz"dur deriz. Birisi çıkıp akıl kanadı olgunlaşmamış aşk, “tefekkür” yanı eksik hissîlik de diyebilir ki, buna da itiraz zor olur, yani doğrudur. Üstelik, teknik yazarlık becerimiz hasebiyle kendimizi de dahil edersek, hadiseleri daha bir serinkanlı ve akıllıca tartması beklenen yazan çizen insanlarımız da çoğu böyle. Peki, bu bir kusur mu? Bir yönüyle bizim ayırdedici vasfımız ve samimiyetimize bir nişâne. Ne var ki, her gülün bir dikeni olur mealince, bu “hassasiyet” yapısı, bazen kâinatı ve içindekileri eksik ve yanlış idrâk etmemize, bazen büyük ve bütün dâvâmızın nefs aynamıza bakanlarca eksik ve yanlış idrâk edilmesine, insanlar arası münasebetlerimizde ise bazen kırıp dökmemize yol açmıyor da değil.


Mesele şu: Bizler, şiddeti ve keyfiyeti şu veya bu derecede de olsa, dâvâmıza ve bu dâvâ çerçevesine giren kişi ve unsurlara âşık insanlarız, dâvâmızın mecnunu; bir deyişle, kâinata, mantık süzgeç ve soğukluğundan bakmak yerine, kıpır kıpır bir kalb ve hassasiyetle bakıyoruz, aslında ve itiraf etmek gerekirse, fikrinden ziyade his tarafı baskın bir göz ve tartımız var. Buysa, hem dâvâ adamlığının gerektirdiği kumaşın bir delil ve tezahürü, ama aynı zamanda biraz da zaafımız olan bir hususiyetin doğurucusu. Meselenin dâvâ aşkı dairesi dışında, bir de nefsine âşık olanlar vechesi var ki, bu nefsânî çerçeveyi mevzu bile etmiyoruz. Onun yaşatıldığı yerde, dâvâ adamlığının veya herhangi ulvî bir meselede “anlaşma”nın belki mevzuu bile kalmaz da ondan!


Şu mânâda bir zaaf bu: Aşkın olduğu kadar, dâvâ aşkının da türlü mertebeleri bulunuyor olsa dahi, bizimkisi biraz alt katmanlarda bir mertebede bulunduğu için, yani kâinatı olanca çeşitliliği ve zenginliği içinde bir “bütün” olarak mütâlaa etmek yerine, “parça”lara takılı veya çakılı olduğumuz için, bu “parça”yı çevreleyen daireyi kimi zaman derya addedebiliyoruz, böylesine dar bir zeminde hayatı ve hayattakileri mütâlaa ise, işte bahis konusu ettiğimiz mezkûr menfîlik ve anlaşmazlıkları, aynı şekilde zaaf şeklinde nitelediğimiz hususu doğuruyor, doğurabiliyor.


Bu nasıl oluyor derseniz; şöyle anlatmayı deneyelim: Hayata ve elbette hayatın içindekilere bu nevi “parçalara mıhlı” bir "aşk"la, aşkın da tabiatı gereği olan zabtedilemeyen bir his ve coşku yoğunluğuyla bakış, aşk ve nefretin birbirinin tamamlayıcı vecheleri olması çerçevesinde, sevdiğimiz “parça”yı tam sevmeyi, yani âlâ katında sahiblenerek zerrece toz kondurmamayı, fakat bu “parça”nın dışında kalan hemen herkes ve her şey arasında olup da bir şekilde sevmediğimiz veya sevemediğimizi ise, ednâ derekesine indirip çiğnemeyi, zerre iyi hususiyetini görmemeyi veya görmek istememe ihtirasını da birlikte getiriyor. Oysa, “bütün”ü göz önüne alabilici ve meseleleri “kuşbakışı” zâviyeden mütâlaa edebilici bir bakış, bu anlamda daha serinkanlı ve akıllıca, yani “muvazeneli” bir bakış, yani “tefekkür gözü”, âlemde varolanların “zâtıyla” tek başına iyi veya kötü olmadığını, "hadiseye yanaşan insan şuuru" misâlince, bakış açımıza ve o esnâdaki ölçümüze göre tek tek tüm bu varolanlarda sonsuz katmanlar ve içiçe geçmeler, birbirine belki zıd ancak birbirini tamamlayan vecheler ve vasıflar farkedebileceğimizi söyler ve gösterir bize. “Bütün resmi” gösterir ezcümle; ve tüm bu “bütünlük” içinden, zaman ve zeminle kayıtlı olarak ve o ân için elde etmek istediğimiz neticeye bir “vesile” olarak, birbirinden çok farklı hüküm ve verimler devşirebileceğimizi ihtar eder. Bir şey, sadece o şeyden ibaret değildir tek kelimeyle. Sanki tuz gibi; kimine kimi zaman yarar, kimine kimi zaman zarar, kimine kimi zaman ne yarar ne yaramaz.


Daha da sarahate kavuşturmayı denersek; meselâ içimizden veya dışımızdan bir insan "iyi" midir "kötü" müdür? Hiç kuşkusuz ne "sırf" iyi, ne "sırf" kötüdür. Her insan gibi, kalbin ruh ve nefs kutubları arasında son nefese değin süren azîm muharebeyi o da yaşamakta, nefsin elinden aman bulmuş velî kullardan olmadıkça, bazen ruhu, bazen de nefsi bu savaşta galib gelmektedir. Öyleyse, aceleci tek bir sıfat veya damgayla bir insan hakkında “iyi” veya “kötü” tarzında kestirme bir hükme varmaktansa, en münasibi, şayet bu kişinin nefsiyle muharebelerinde ruhunun zaferleri daha baskın ve billurlaşmışsa, ona “genel” olarak işte "iyi" bir insan, şayet nefsinin ruhuna daha fazla galebe çalması mevzubahis ise, bu kez ve yine “genel” olarak, ona da "kötü" bir insan demek mümkündür. Mümkündür ancak, o kişide iyiliğin ve kötülüğün yan yana ve nihaî vasfı son nefeste âşikâr olacak bir muharebe hâlinde bulunduğunu hiçbir ân hatırdan çıkarmamak şartıyla. Kısacası, her ne olursa olsun, o kişi "mutlak" iyi veya "mutlak" kötü değildir.


Anlaşılıyor ki, parçalara mıhlı hissî coşkunluk, “ya sevgi ya nefret” gibi bir aceleciliği; bu acelecilik ise, önümüzdeki kişi, şey veya meselede mündemiç olan birbirinden çok farklı vasıf çeşitlilik ve zenginliğini göremeyişimizi; üstelik ve daha da kötüsü, görmek de istemeyişimizi davet etmektedir. Aynı veya benzer husus, "insan"ların teşekkül ettirdiği kurum ve kuruluşların değerlendirilmesi için de mevzubahis olsa gerektir. Şöyle bakarsak "ruh"un ve "iyi"nin zaferleri, böyle bakarsak "nefs"in ve "kötü"nün galebe çaldığı noktalar fark edilebilecektir. Bir insan ve kuruluşun bizim için taşıdığı "fayda" keyfiyeti için de aynı şey geçerli değil mi? Şöyle bakarsak "faydalı", böyle bakarsak "zararlı". Peki ya bir "hadise" için? Yine onun için de geçerli, şöyle bakarsak bize yarar, böyle bakarsak yaramaz! Yeter ki, "asıl" kuvvetli, "diyalektik" sağlam olsun; dâvânın mukaddes ölçülerini aziz tutucu ve unsurlara hâkim kılıcı bir “tenzih” idrâkimiz ve “terkib” gücümüz bulunsun.


O hâlde, bir “parça”ya mıhlı sevgi yahut nefrette takılı veya çakılı kalmayıcı, aşk ve akıl kanatlarının muvazenesinde tebellür eden “tefekkür” ile kâinatı bir “bütün” olarak ve birbiriyle ilgi ve bağlılıkları içinde değerlendirici, kâinattaki çeşitliliği ve zenginliği fark edip böylece birbirinden ayırt edebilici bir bakış, hem alt seviyede yetersiz ve lüzumsuz değerlendirme ve anlaşmazlıkların fasid dairesinden bizi kurtarıcı, hem de kâinatın zenginliğiyle dâvâmızı ve dâvâ adamlığımızın keyfiyetini zenginleştirici olacaktır. Âlemde, herşeyin, herkesin ve her hadisenin kendi "öz" davamızı düzünden veya zıddından delillendirici bir "değer"i, bir "fayda"sı vardır ya, işte bunun gibi. Ya gerdanlık bütünü içinde bir "pırlanta" olur yahut dâvâ binasının harcına katılan "alelâde" bir unsur; "bütün"ün bizzat kendisidir onu "değerli", "faydalı" ve "iyi" tarzında tâyin eden yahut tam tersine, her zaman yahut belli bir zaman için ıskartaya çıkaran, bu şekilde onu dâvânın hizmetçisi kılarak "gübre"si yapan, böylece yine "fayda"ya tahvil eden. Hani, "elini küfre değdirse Şeriat doğuran soy" misâli ve bir de bunun tam zıddını yaşatan "asıl"sızlar, sahtekarlar, kaba softa ve ham yobazlar...


Toparlarsak: Parçalara mıhlı hissî coşkunluk, hiç kuşkusuz, bir kişi, bir şey, bir hadise, bir mesele hakkında, aşk ve nefret kutubları çerçevesinde, tek bir aceleci sıfatla yetinme kolaycılığına sapacaktır. Böyle bir aceleci hüküm, “ya hep ya hiç”e çıkartmak isteyecektir mevzu ve muhatabını, bu hükmü doğrulayıcı sayısız veriyi de kendine delil kılmaya çalışacaktır belki, ancak, arzetmeye çalıştığımız gibi, tüm bunlar, insandaki "ruh ve nefs" zıtlığı misâlince, hakikatin tümüne değil, resmin “bütün”üne değil, sadece bir cebhesine ışık tutabilecektir ve muhtemelen tam aksi delillendirmeleri davet etmekten başka da işe yaramayacaktır. Buysa, bir “fasid daire” değilse nedir? Büyük ve “bütün” dâvâlar, büyük ve “bütünü görücü” isbat ve isbatçılar gerektirmez mi? Biz yine gerekeni gerektiği yerde söyleyelim fakat, mevzu ve muhatabımızı, sevince haşmet ve velâyet katına, sevmeyince hiç ve şeytan derekesine indirmeyelim, bir parçaya takılı ve çakılı kalarak, Allahın “bir hikmete mebnî” sonsuz tecellilerinden gafil olmayalım, yani insaflı olalım ve âşık olduğumuz kadar, “akıllı” da olabilelim. Büyük ve bütün bir dâvânın âşığına da ancak bu yakışır çünkü. Aksi, çapımızın küçüklüğüyle, büyük ve bütün dâvâmızı nefsimizde küçültmek olmaz mı?


Gereken: Büyük ve bütün bir “tefekkür”; aşkın uçurduğu her seviye, her zemin ve her zamanda!.. Evet, “tefekkür”; şahsen ve şu ân için bu keyfiyeti taşımasak ve yaşatmasak da, her dem şuurunda olunması ve gayretlerimizi teksif ederek günden güne keyfiyetine bürünülmesi ve tatbikçisi olunması gereken haslet ve meziyet. Dâvâyı yükseltip muzaffer kılacak yegâne usûl, vesile ve manivela herhalde budur. Üstelik, değer ve hüviyeti sadece bizim kıra döke hecelemeye çalıştıklarımızın çerçevesiyle mahkûm ve sınırlı da değil; “tefekkür”, büyük dâvâ!..


Aşk ve akıl kanatlarının “muvazene”sinin uçurduğu “gerçek ve derin Müslüman”…

Furkan Dergisi, Sayı 22, Şubat 2008



DİĞER MAKALELER

- Teşkilatçının Hitab Tarzına Dair




***AKADEMYA'YA DOĞRU KÜLTÜR-SANAT PLATFORMU***

The WebAlias Network presents: ***AKADEMYA***KULTUR-SANAT PLATFORMU*** at www.akademya.up.to/
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53




Duydunuz mu? Gazi Üniversitesi Fikir ve Sanat Kulübü’nün 7 Mayıs 2009 Perşembe günü düzenleyeceği “Necip Fazıl ve Büyük Doğu Fikriyatı Üzerine” isimli konferans, her şey yolunda giderken bir ânda “yukarıdan” gelen bir emirle durdurulmuştur.
Kulübümüz, üniversitemizde yıllardır süregelen “fikirsiz sosyal faaliyet” çalışmalarından yılmış bir avuç öğrencinin teşebbüsüyle kurulmuştur. Üniversitemiz bünyesinde faaliyet gösteren kulübümüz, temel olarak insan haklarına saygılı her inancı, fikri veya ideolojiyi; resme, müziğe, karikatüre, edebi metinlere, kısaca “fikir ve sanat eseri”ne dönüştürebilecek yetenekli öğrencileri birbirleriyle buluşturup, farklı bakış açılarıyla yeni eserler üretebilecekleri ve verimlerini fikir-sanat tutkunlarına ulaştırabilecekleri bir ortam hazırlamak amacıyla oluşturulmuştur.
Lâkin bu “insanlık haysiyetini”, yani bizi yakın veya uzak “insandışı” varlıklardan ayıran biricik seçkinliğimizi kavrayamamış, fikir ve sanattan nasibini almamış, varlık sebebi siyasi rant ve koltuk sevdasından öteye geçmemiş olanlar, uzun bir zaman ve yorucu bir emek sonucunda programlanmış konferans organizasyonumuzu bir kalemde silerek, ne kadar anlayışlı(!), ne kadar hoşgörülü(!) ve ne kadar tarafsız(!) olduklarını bir kez daha göstermişlerdir.
Yazık! Devletin yıllardır fakir milletimizden topladığı vergilerle “bir yerler”e gelenlerin, vatanın ve milletin yarınını kendi devraldıkları noktadan öteye götürmek isteyen gençlerin emeğine duydukları kin ve bu gayretleri sabote etmekte gösterdikleri maharet, son haddiyle üzücü ve düşündürücüdür.
“İnanç-fikir-sanat düşmanı” Faşist dikta rejiminin her köşede bir çıban vermiş niteliğini, ömrü boyunca susturulmak istenen Şair’in “Tahlil için Haliç'in neresinden numune alırsanız alın hep aynı sonuç çıkar!” mealinde çerçevelemesi gibi, üniversitemizde cereyan eden bu hadise de, devlet çapındaki “kurumsal” başıbozukluğun kurumumuza yansımasından başka bir şey değildir. Biz çok iyi biliyoruz ki, bu gelişme gençlerimizi düşünmekten çok uyuşturmaya teşvik edici ve uyuşturulmuş bir gençlik üzerinde saltanat kurucu malum “dikta”nın buradaki uzantılarının eseridir yalnızca.
Özgürlük, eşitlik, insan hakları, emek ve dayanışma nutuklarının havada uçuştuğu bir demde; yani devletçe resmî bayram ilân edilen “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı”nın hemen arifesinde (30 Nisan 2009) vuku bulan bu rezalet, uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir soru işareti olarak üniversite tarihimizdeki yerini şimdiden almıştır.
Kimdir bu cinayetin faili? Ülkücülük maskesi takınmış ve bu maskeyi şahsi menfaatleri uğruna dilediğince şekillendiren; Ülkücülük fikriyatının temellerinden Necip Fazıl’ı sadece “şair” olarak gören (ve fikriyatını görmek istemeyen!), hür iradesiyle değil de aldığı emirlerle hareket eden, Şair’in “Gençliğe Hitabe”sinde “Komik Üniversitesi, Hokkabaz Profesörü” diye nitelendirdiği ve devlet paradigmasının dolap beygirinde “demokrasi kılıklı dikta”ya su taşıyan üç beş “fikir korkağı”dır bunlar! Yazık!
Peki ya bundan sonrası? Elbette “Fikir ve Sanat”, her zamankinden daha güçlü bir şekilde ve “Öldürmeyen darbe güçlendirir!” şiarıyla yoluna devam edecektir. Yaşadığımız bu sürecin bizi korkutacağı veya susturacağını planlayanlara böyle yapmakla neyi “başardıkları”(!), bir sonraki faaliyet ile pek güzel gösterilecektir.
Yarın Elbet Bizimdir, Elbet Bizimdir.
Gün Doğmuş, Gün Batmış Ebed Bizimdir.
Kimsenin kimseyi tehdit veya tahrik etmeden kendini ifade edebilme özgürlüğünün sağlandığı, anarşizmin durdurulduğu ve her fikrin insanlığa hizmet etmek için birlikte hareket edebileceği noktaların saptandığı, üstelik ayırıcı değil de ortak noktaların ön plana çıkarıldığı bir Türkiye özlemi ile başlattığımız bu mücadele, sonuna kadar sürecek ve sürdürülecektir.
Teşekkür:
Davetimizi geri çevirmeyen Sayın Saadeddin USTAOSMANOĞLU’na
Programımızın her ayrıntısıyla yardımlarını esirgemeyen Sayın Ümit ELÖNÜ’ne
Desteğiyle ve ilgisiyle her saniye yanımızda olan Sayın Hayreddin SOYKAN’a
Sonucu malum fakat geleceğe gebe bu programın vücud bulmasını sağlayan yukarıda adı yazılı mühim kişilere teşekkürü bir borç bilirim.

Gazi Üniversitesi
Fikir ve Sanat Kulübü Başkanı
Metin KARAKOCA
Kaynak: furkandergisi.com
konferans.jpg
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İNSAN FAALİYETLERİNİN DÖRT BİÇİMİ VESİLESİYLE - Hayrettin SOYKAN


scrapbook_42.jpg

İNSAN FAALİYETLERİNİN DÖRT BİÇİMİ VESİLESİYLE

Her ne kadar ruhumuzun birliği ve parçalanamaz bütünlüğü içinde tüm şimdi sayacağımız “dört” faaliyet biçimi birbirini besliyor ve etkiliyorsa da, bir başka deyişle, her ne kadar hayatımızın kesintisiz akışı içinde hepsi ruhumuzdan doğup yine ruhumuza dönüyor ve böylece içiçe geçerek ilk bakışta birbirinden ayırdedilmesi güç bir nitelik belirtiyorsa da, kendimizi ve diğerlerini “anlamak” ve başkalarıyla “anlaşmak” bakımından, en başta böyle bir ayrımı netleştirmek bize lüzumlu görünüyor.

Benedetto Croce’nin “Estetik” adlı eserinde yeralan tasnifle ve bizim belki kifâyetsiz yorumlarımızla, çok kısaca, şöyle sıralayabiliriz bunları:

Faydalıya yönelik veya “ekonomik” faaliyet: Sezgi veya tasavvur olarak gördüğümüz TEKLERİ hedefleyen ve TEKLERİ isteyen iradî “pratik” faaliyet biçimi. “Şu şeftaliyi yeme isteği ve davranışı, bu adamı dövme isteği ve davranışı, oradaki köpekten kaçma isteği ve davranışı” gibi. İstemenin, bir şeyden “kaçınmayı isteme”yi de kapsadığı düşünülmek kaydıyla, faydalı veya zararlı, haz veya acı değerlendirmeleri, “ekonomik faaliyet” dairesinde gündeme gelir. “Psikolojik” tarzında nitelediğimiz tüm duyguların; memnuniyet veya memnuniyetsizlik, sevgi veya nefret, öfke veya korku, ilginçlik veya sıkıcılık, sinirlendiricilik veya korkutuculuk ve sayısız benzerleri çerçevesinde ortaya çıkan ve “belli” kişi, şey, hâdise ve mevzulara dair hemen tüm “hissî” tepki ve davranışlarımızın içinde değerlendirilebileceği basamak işte burasıdır. Psikoloji, ekonomi, hukuk ve siyaset, bu çerçevede söz sahibi addedebileceğimiz disiplinlerden birkaçı.

Ahlâki faaliyet: Aklın temin ettikleri gibi KÜLLÎLERİ, ama bu kez kendilerine uyulacak mücerred KÜLLÎ zorunluluklar hâlinde hisseden, tekleri “tek” olarak değil de KÜLLÎ bir “GAYE” için “vasıta” olarak görüp isteyen, işte bu mânâda KÜLLÎLERİ isteyen iradî “pratik” faaliyet biçimi. “Bir dostun ikramını geri çevirmek ayıb olduğu ve dostun gönlünü hoş etmek iyi olduğu için uzatılan şeftaliyi yeme isteği ve davranışı” gibi… İyi veya kötü, hayır veya şer değerlendirmesi “ahlâkî faaliyet” dairesindedir ki, sırf “ekonomik” olanın ya haz ya acı verici niteliğine karşılık, burada görünüşte acı veren bir davranış iyi, aynı minvâlde, görünüşte zevk veren bir başka davranış da kötü olabilir; mesele “niyet” ve “gaye” itibariyle, davranışın neye “vasıta” ve “vesile” olduğudur. Uğrunda acı da çekilse fiilî cihadın “iyi”, İslâm düşmanı bir rejimde popo büyütmeninse “kötü” olması misâli. Ahlâk veya etik sahası, bu basamağın başvuru mercii. Ancak aynı zamanda, tüm geçmiş teorik ve pratik basamaklar üzerindeki en tesirli “merkezî fakülte”dir bizim için ahlâk. Vicdanımızda duyduğumuz iç zorunluluğun “emredici ve değerlendirici” gücüyle; ilgi, sevgi ve dikkatimizi “küllî prensipler” hâlinde neyi bilmemiz, istememiz ve yapmamız gerektiğine çevirici oluşuyla; aynı şekilde nelerden kaçınmamız gerektiğini vaz’edici niteliğiyle ve böylelikle iç dünyamız kadar dış dünyamızı da tanzim edicilik vasfı taşımasıyla, ruhumuzu yoğurup biçimlendiren “otorite”dir ahlâk! Tek tek “belli” davranışların ne olması veya olmaması gerektiğini vaz’eden hukuksa, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifâdesiyle, “ahlâkın pıhtılaşması”.

Tüm bu basamakların üstünde taht kuran “din”e geldiğimizde, o, ister teorik ister pratik, hayat ve faaliyetin her köşe ve basamağını kuşatıp kapsayarak, tümü için emredici ve biçimlendirici ölçüler veren yegâne zirve!

Buraya kadar dile getirmeye çalıştıklarımızda bilhassa dikkat edilmesi gereken nokta, Croce’nin de uyardığı üzere, yukarıdaki ilk iki “teorik” faaliyet biçimiyle “kâinat”a yaklaştığımız ve muhtevâsındaki varlıkları ANLADIĞIMIZ, sonraki iki “pratik” faaliyet biçimiyle de “kâinat”ı İSTEYEREK DEĞİŞTİRDİĞİMİZDİR.

“Sûretler olmasaydı, mânâlar ebediyen bilinemezdi” hikmeti muktezâsınca, ister müşahhas veya muhayyel teklere dönük “sezgi” dairesindeki idrâkımızda, isterse aklımıza hitab eden küllîlere dönük “kavram” dairesindeki idrâkımızda, mücerred “mânâ”ya bizleri eriştiren bir “köprü” olarak, “sûret” veya “teferruat” vasfı taşıyan bir “tek” sezgisi, “parça”ya dair bir sezgi görüyoruz. “Tek tek şu şeftali ağaçlarına dair bir sezgim veya bana anlatılanlardan sonra hayâlimde beliren bir şeftali ağacı tasavvuru olmasaydı, şurada veya buradaki, hepsi birbirinden farklı şeftali ağaçlarını kuşatan bütün bir ŞEFTALİ kavramına da erişemeyecektim” misâli. Bir diğer ifâdeyle, mücerred (yani görünmez) ve “küllî” olan, şu karşımdaki tek olanda, yani cüz’î olanda ferdîleşiyor ve böylece “bütün” parçada tecellî ediyor. İBDA Mimarı’nın “Aslı gösteren teferruat ve teferruatı kendine bağlayan asıl” tesbitini hatırlıyoruz.

Sezgi, “bilgi”dir. Kişinin, bizzat kendisinden veya çevresinden kaynaklanarak “maruz kaldığı” varlığa, maddeye, intibâlara ruhunda mütemadiyen verdiği bir “biçim”dir. İBDA’nın “ruhun ruhla bilinişi” formülasyonu çerçevesinde, ruhun temin ettiği, objektifleştirdiği, müşahede ettiği, ifâde ettiği bir “form”dur. Daha doğrusu, sezgi bir bilgi, bilgi bir biçim (form), biçimse bir ifâdedir. Madem ki ruhun “maruz kaldığı” varlık muhtevâsı sürekli değişmektedir, bu değişen muhtevâya verilen “form” da sürekli değişir ve RUHUMUZUN HİÇBİR İFÂDESİ BİR DİĞERİNİN AYNI DEĞİLDİR.

Gerçi “şeftali ağacı” dendiğinde “herkes için” aynı olan bir kavramdır sözkonusu olan. Ancak bu “kavram”ın her insandaki “ferdîleşmesi” ve belli bir ândaki “ifâdesi”, yine o kavramı kullananın “şahsî” mânâ rengini alır ve tüm diğerlerinden başkalaşır. Kim, nerede, ne zaman, ne vesileyle, ne gayeyle, hangi duyguyla “şeftali”den bahsediyor? “Şeftali” kelimesinin geçtiği her yerde, bu kelimeyi her yönden kuşatan ve ona diğer “şeftali”lerden bambaşka bir “mânâ rengi” kazandıran böyle bir “kuşatıcı” atmosfer sözkonusudur. Kavramları belli “kelime”lerle ifâde etmemize nazaran, şayet kullandığımız her kelimenin bu “atmosfer” bakımından “dile getirildiği âna dair” bir “sezgi ifâdesi” olduğunu dikkate alırsak, Croce’nin tesbitiyle, sözlüklerdeki “kelimeler” herkes için aynı anlamda kullanılmayacaktır. Yahut, “kavramlar”, kavramlar için konmuş o “tarifler”, fiiliyatta herkes için “aynı” anlama gelmez, bir başka deyişle birebir aynı anlamda kullanılmaz. O “küllî”ye, o “kavram”a, o kavram için tesbit edilmiş olan o “kelime”ye tutunurum, ama onu başkalarından ayrı bir yerde, ayrı bir zamanda ve ayrı bir gayeyle kullanır, ona artık benim için “tam o ânda” taşıdığı “anlam”ı katarım. Kısacası, küllîyi ferdîleştiririm.

Diğer taraftan, ahlâkî bir varlık olan, vicdanında “küllî” bir zorunluluk olarak “iyi”yi duyup isteyen ve bu “iyi”yi faaliyete dökmek isteyen ben, mücerred (yani ruhen bilinir ama görünmez) bu gayeyi, hiçbir “müşahhas” yahut “muhayyel” TEKE yaslanmadan, onu “vasıta” ve “vesile” kılmadan gerçekleştiremem. İyi olmak ve iyilik yapmak istiyorsam, bunu ruhumda yahut çevremde mevcud teklere, fertlere, teferruata, vasıtalara, sûretlere, vesilelere yönelmeden, özetle bu nevî “parça” unsurları “sıçrama taşı” veya “manivela” kılmadan başaramam. O hâlde, ahlâkî faaliyet de, aynen aklî faaliyetin sezgide “görünüş”e ulaşması gibi, faydalıya yönelik veya Croce’nin tâbiriyle “ekonomik” faaliyette “görünüş”e ulaşıyor. Bir başka tâbirle, küllî olan, ister “teorik” isterse “pratik” faaliyet biçimlerinde olsun, ferdî olanda billurlaşıyor. Nasıl demin bahçemdeki şeftali ağacından hareketle şeftali kavramına varıyorsam yahut şeftali diye bir kavramdan haberdar olduğum için onun da şeftali ağacı olduğunu biliyorsam, sırf oburluğumdan kaynaklanan bir arzuyla şeftali yemem dışında, ancak dostumun ikram ettiği şeftaliyi yiyerek gösterebilirim iyiliğimi. Bu durumdaki faaliyetim dostuma karşı duyduğum ahlâkî mesuliyetten ötürü iken, ki şeftaliyi ayrıca sevmem yahut sevmemem farketmez, diğer durumda sırf oburluktan ötürü ve tokken gidip bir şeftali yemem, benim ahlâkîliğimin menfî vasfını, iyiliğimi değil de nefsâniyetimi gösterir daha çok. “İyi”ye vesile olduğu için “faydalı”ya yönelişten ziyade, o şeyi sırf “haz” için istemek gibi. Çocuk yahut haramdan korunma gayeli evlilikle, haz gayeli fuhuş farkı misâli.

Ruhun teorik ve pratik faaliyet biçimlerini “dört basamak” hâlinde sıralarken “tek”lere ve “parça”lare dönük olanlardan bahsetsek de, bunların “kendi içinde” müstakil addedilebilecek bir “bütünlük” belirttiğini de unutmayalım. Sezgi, tek tek eşya ve hâdiselere yönelik olsa da, verilen “biçim” olarak bütünlüklü bir “ifâde” veya “kompozisyon”dur; “işte bu bizim şeftali ağacımız!” gibi. Faydalı olana, belli bir objeye dönük istek ve davranışım da yine kendi içinde bir bütündür; “canım çektiğinde gidip o şeftaliyi yemem” gibi.

Bu bâbda nakletmek istediğimiz son bir husus, Türkçeye “Hakikat Bilgisine Yükseliş” ismiyle tercüme edilen “Mearicü’l Kuds” adlı eserinde, İmam-ı Gazalî Hazretlerinin buyurduklarıdır. Vukûfiyetimiz son haddiyle yetersiz de olsa, hisse devşirebileceğimize inandığımız ve bir kısmını İBDA Külliyatından da hatırlayacağımız hikmetler:

“İnsanın haricindeki hiçbir araz, araza mahal olan bir cisim, bitki ve hayvan küllî’yi idrak edemez. Küllî, küllî olması yönüyle kendine has bir vahdete sahibtir. Asla bölünemez. Meselâ insan mutlak bir küllî kabul edildiği takdirde onun yarısı, üçte biri veya dörtte biri olamaz. O halde küllî sûreti (sûret-i külliye) kabul eden şey bir cevherdir. Bir cisim veya araz değildir. Onun mekânı ve ciheti olmadığı için gösterilemez. Onun vücudu aklî bir vücuttur. His için her şeyden daha hafi, akıl için herşeyden daha zâhirdir.”

“Şeriat haricî bir akıldır. Akıl dahilî bir şeriattır. Şeriat ve akıl iç içe, omuz omuza (mütâdidân) olup, bu ikisine bir demek mümkündür. Şeriat haricî bir akıl olduğu için Allah-u Tealâ birçok kafiri Kur’ân-ı Kerim’de akılsızlıkla damgalamış ve “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bunun için akletmezler” buyurmuştur.”

“Şeriat akıldan koptuğu takdirde ondan hiçbir şey zuhûr etmez. Zira nasıl göz olmayınca ışık fayda vermez ise, ışık olmayınca da göz acze düşer.

Ey kardeşim bilmiş ol ki akıl kendi başına çok az şeyi halledebilir. Zira akıl birşeyin cüziyyâtına değil, sadece külliyâtının bilgisine vakıf olabilir. Mesela Hakk’a inanmanın, doğru sözün, helâl alış-verişin, adaletle muamelenin ve de iffetin güzel olduğunu cüzî olarak değil, küllî olarak bilebilir. Oysa ki şeriat eşyanın hem cüziyyâtını, hem külliyâtını bildirerek, neyin itikad edilmesi gereken birşey olduğunu ve neyin adalet olduğunu teker teker açıklar.

Kısaca akıl şeriatın tafsîlatını bilemez. Halbuki şeriat bazen aklın karar kıldığı şeyi ifade ederek, gafilleri tenbih ederek, marifete ait hakikatleri delillerle izhar ederek, unutulanı hatırlatarak, şer’î hususları öğretip, kıyamet ahvalinin tafsilini talim buyurarak kişiyi hidayete ulaştırır. Öyleyse diyebiliriz ki şeriat sahih itikadlar ve müstakîm fiillerin nizamıdır; dünyevî ve uhrevî maslahatların kılavuzudur.”

Anlaşma yahut anlaşmazlıklardan bahsederken sık sık kendisine atıfta bulunacağımız böyle bir ön malûmat denemesinden sonra, artık bahsimizi aktüel meselelerle irtibatlandırmaya çalışabiliriz.


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Zorunluluk, Sorumluluk ve Çocuk

Sevdiklerimiz, çevremizdeki, cemiyetimizdeki insanlar, acı çekiyor, ruhen ve fikren dağılıyor, benlikleri bir ihtiras ve heyecan kaosuyla cadı kazanı gibi kaynıyor, herbiri kendi yönüne çeken parça ilgi, bilgi, sevgi ve dürtüler; ruhî, fikrî, ailevî, meslekî, içtimaî vs. muvazeneleri altüst ediyor. Kısacası, insanlar "toparlanamıyor" ve mütemadiyen parçalara dağılıyor, savruluyor. Ve kendisi gibi, çevresini de ifsad ediyor. Acı ve fâcialar müştereken paylaşılıyor. Çocukluğumuzdan bu yana, belki hepimizin benzerlerini yaşadığı türden dağınıklar ve kaotik dalgalanmalar... Şayet "Yeni Nizâm" ve "Yeni İnsan” idealini yükseltiyorsanız, bu idealin nefsinizde ve fertlerde mayalanması gereğini farkediyorsanız, elbetteki “nizâm”ın ferdde ve cemiyette “zorunluluklar-prensipler” etrafında bir toplanma, toparlanma ve bütünleşme duygu ve yapısı gerektirdiğini de idrâk ediyorsunuz demektir. “Yeni İnsan” örneği hâlinde, kadın ve erkeği, “aslî” keyfiyetlerini kazanma ve sorumluluklarını yüklenmeye dâvetle, ideal önündeki kapasitenizce bunun yolunu gösterme gereğini de!..

Çocukların "sorumsuz-mesuliyetsiz"liğinden dem vurulur ya sık sık, hani hiçbir kural tanımadan keyfince oynamak ve dağılmak isteğinden, işte bugünkü neredeyse tüm kaotik duygu, düşünce ve davranışlara damgasını vuran hastalık ve yetersizlik de bu olsa gerek: Sorumsuzluk ve dağınıklık!.. Varlığın, varlığının, hayatın ve hayatının mânâ ve gayesini bilmeyiş, bütünleştiremeyiş, hayatında tatbik edemeyiş ve bilse de davranışlarında umursamayış, hatta kötüye kullanış... İdeali; "küllî" ve "değişmez" prensipler bütününü ifâde eden aslî hayat gayesini, "organik-nefsî-parçalı-değişken" ihtiyaç, çıkar, fayda ve dürtülerin emrine vererek bir yerde "insanlık"tan çıkış... Çocuk, kendi çağına yakışanı yapmasıyla belki hepimizden fazla insandır, lâkin yaşça büyüse de hep çocuk kalan ve çocukça davranan "sorumsuz"sa, artık başka sınıftan. Yaptığı, son haddiyle yanlış; kendi çocuklarından başlayarak başka "insan"ları da "insanca" var etme ve varoluşu onlarla paylaşma, rehber ve örnek olma sorumluluğunu yerine getiremeyişi sebebiyle de, yakışıksız.

Sorumsuzun en başta tanımadığı en büyük suçuna gelince... Dünyada "alacaklı-evsahibi-sorumsuz" değil, "borçlu-kiracı-sorumlu" olarak bulunduğu ve "benim dediği ne varsa hepsini başkasına borçlu" olduğu için, hayatının tümünün bir "borç ödeyiş" vazifesine, faziletine ve bunun zevkine hasredilmesi gereğini idraksizlik ve umursamayıştır herhâlde bu suç.

Şahsın varlığı, "kendinden menkûl" değil; "Zorunlu Varlık"a, "Mutlak Varlık"a nisbet ve izafetle... Bilgisiyse, "Mutlak Fikir"e, "Küllî Ruh" ve "Küllî Mânâ"ya nisbet ve izafetle... Zorunlu'ya tâbîlik ve O'na daimî sorumluluk; O'nun vaz'ettiğine nisbetle herkes ve herşeye sorumluluk da bundan; herkes ve herşeyde O'nun "âyetleri"!.. Herkes ve herşeyde O'na dönük istikameti görüp "seçme", kalben "isteme" mükellefiyeti ki, "iman" da bu değil mi zaten? Çokluktan birliğe sıçrama, kendini aşma marifeti... Meâlen “Âlemin insan, insanın O'nu bilmek için yaradılışı” hikmeti... O ki, "Vâcibü'l Vücûd" olan; "Varlığı Zarurî-Zorunlu olan, Vücûdu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan"...

Kısaca formüle edebiliriz sanırız: "İman" ve İslâm"la mükelleflik "akıllı" olmakla, "küllî-zorunlu" olanı farkedebilici "temyiz" hassasına mâlikiyetle, böylece "yetişkin"liğe geçiş imkânına, "zorunluyu seçme" hürriyetine sahib olmakla başlar. Zira bu insan, "zorunlu"yu kalben ve fikren idrak iktidarında olduğu için, artık "sorumlu-mesul"dur; "borç ödeme"ye başlama vaktidir. Allah'ın kendisine kefîl olduğu ve kâinatın bir "anne" gibi bağrında büyüttüğü çocuksa, henüz "zorunlu"yu akletmek ve zıddını tenkid etmek iktidarında olmadığından, yetişkinlik çağına dek, yaptıklarından "sorumsuz-mesuliyetsiz" kalır.

Zorunluluğun bir mânâsı da, bir şeyin tâbî olduğu "küllî" kanun demek olması; olanın, bilinenin ve yapılanın "mânâsı" yahut "gayesi"; ilke, kategori, prensip, kâide, esas vs. derken, çoğu defa böyle bir "zorunluluk"tur kasdımız... "Mutlak Hükümler-Nasslar" bir yana, Zorunlu Varlık'a nisbetle "zorunsuzluk"lara, "imkân ve ihtimâllere açık" olsa da, "geçerlik ufku" olarak böyle sayısız tecrübî ve ideal mahiyette "kanun" tanır, bilir ve temin ederiz. "Mutlak Zorunluluk", değişmez, değiştirilemez, "hiçbir şarta bağlanamaz" ve başka türlü olamaz demektir bir anlamda; oysa yaşadığımız âlemin hususiyeti, her ân değişir ve değişebilir "eşyâ ve hâdiseler" zaman ve zemininde akışı. Öyleyse, realite zımnında "mutlak" değil, "izafî zorunluluklar-kanunlar"dan bahsedebiliriz en fazla. Ve tümünü "Mutlak Kanun"da fânî görürüz "ilk prensibe ircâ" yolunda...

Fakat realiteye ışık tutup yol gösteren, prensipleri sayısız insanın "tecrübe"sinde kavranılmış ve başlangıcında yahut nihâyetinde Mutlak Kanun'da, "Bir Kanun"da fânî olan bu beşerî cehdin "kazancı-verimi" kanunlara, varlığın bu mânâlandırmalarına, "nisbî-izafî" de olsa bu "zorunlu" kanunlara iltifat etmeyiş, iltifat etmeyeni ve çevresini çarpar en başta.

Yine de hatırlatalım ki, meselâ "zorunlu" addedilen "tabiat kanunları"nın bu vasfı dahi, "belli sayıdaki" tecrübenin bir noktada "aklen" kutublaşmasına dairdir ve onlarda bile "zorunsuzluk-hürriyet-başka türlü de olabilirlik" imkânı olarak, Emile Boutroux’un ifâdesiyle "Üstün Müdahaleci"nin "Mutlak Hür İrade"si her dâim tecellîdedir. Meâlen, "Dilediğini dilediğince eyleyen Allah!"... Ancak biz kullara düşen, "aslî" zorunluluklarla zıdlaşmadan ve onlara "ircâ" edip "muvazene" kurarak, bahsettiğimiz "nisbî" zorunluluklara, böylesi "tabiî ve içtimaî kanunlar"a, bu "vesile"lere tutunmak yine de!.. O'nun tecellîlerinden, iman ve "bağlı akıl-selim akıl"la, O'na yol bulmaya bakmak!.. İlgilisini, "zorunluluk" ve "zorunsuzluk" bahsinin kimi inceliklerini takib bakımından, Emile Boutroux'un "Zorunsuzluk Doktrini"ne istikametlendirebiliriz. Mümkün hata ve eksiklerimizi orada tashih için...

Biz tekrardan, "nisbî-izafî" de olsa, realitede yolumuzu kaybetmememize "vesile" olan bu "zorunlu-küllî" kanunlara dönelim. Hani "yıldırım" gibi; yıldırımın hangi mevsim ve mevkî şartlarında yeryüzüne düştüğüne dair -zorunluluğu izafî de olsa- "kanun"ları umursamayıp, ailenizi yahut dostlarınızı yağmurdan korumak için onları bir ağacın altına götürürseniz, kendinizi ve sevdiklerinizi büyük bir tehlikeye atmış olursunuz yalnızca. Bugün ferdleri, aileleri, toplumları ve insanlığı yakıp kavuran "kaotik yıldırım"ların, parçalanmanın ve yabancılaşmanın en mühim sebeblerinden belki en başta geleni de, işte, yazımızın mihrakını oluşturan şu nokta:

"Çocuk"ların, varlığın mânâsını "kendinde" bilip bütünleştiren bir "insan" olarak "yetiştirilemeyiş"i!.. Asıl tuhaf olan ise, "çocuk"ları yetiştirebilecek ne bir "yetişkin"in ne de bir "yetiştirici-bütünleştirici" FİKİR'in, aile ve toplumda hemen hiç varolmayışı!..


“Bizi Tarif Eden Şey!”

Söz deyince, çoğumuz, şu bildiğimiz sesli veya yazılı konuşma ve ifâdeyi anlarız. Ancak söz, sadece insanın söylediği değil, insana söylenen, ona hitab eden, onun muhatab olduğudur da aynı zamanda. Ve bu muhatab oluş, iç ve dış tüm "uyaran"ların, gözümüz açık yahut kapalıyken gördüğümüz rüyaların, bizimle bir "konuşma", bize bir "hitab" olduğu mânâsına da sirâyet eder. Diyebiliriz ki, bu "uyaranlar", âlemdeki tüm belirişler, idrakımıza yönelen realite, sanki "insan"a dönük bir "hitab"ın harf ve sesleri mesâbesindedir. Âlemdeki herşey ve herkes, hepsi bizimle konuşur ve bir kitabın sayfaları gibi, kalb ve kafa gözümüzün önüne serilir sanki. Ve âlem dediğimiz de, O'nun âyetleri, kelimeleri değil mi?..

"Kelâm", Arabça "taayyün, beliriş" demek ve insan da bir "beliriş", o da bir "söz"!.. Tüm hayatımız bir söz olduğu gibi, tüm seçimlerimizle kendi "sözümüz-belirişimiz"i de ifâde ve ikmâl ederiz. "Herşeyden önce kelâm vardı" hikmetinden bir hisse hâlinde, dünyaya gelirken birlikte getirdiğimiz, içimizde mânâsını taşıdığımız bir "söz", bir "hikmet", bir "keyfiyet" var ki, şuurlu hayatımızda onu gereğince "ifâde" ve "hakkı teslim" edip edememek, bize kalmış! Kendini gereğince "ifâde" edip edememe, bir iman ve imtihan sahasıdır artık. "Sözünün eri" ve "hakikatin esiri" olup olamama, fânî olandan içindeki sonsuz mânâya, ferdîden küllîye sıçrayıp sıçrayamama, nefsî dağınıklıklardan sıyrılıp ahlâkî zorunluluklarda toparlanıp toparlanamama, sorumsuz mirasyedilikten çıkıp artık "ibdâcı-üretici-aktif" olup olamama, şahsın "sorumluluğu-mesuliyeti"dir artık!

"Sizi târif eden bir şey olsun!" der sürekli, Mütefekkir! Bizi "târif" edecek, "müessir-eser koyucu" oluşumuzu delillendirecek, aksiyonlarımızın "kutublaştığı" bir "söz" olmak, "ad"ımızın bu olması!.. Eski Türk geleneklerini hatırlarsınız; erkek, ancak bir "eser"le, kendisinin müessir olduğu orijinal bir "aksiyon"la ve o "iş"e delâlet eden bir "ad"la adlandırılırdı ki, bu gerçekleşinceye kadar, "isimsiz-târifsiz", neredeyse "yok" gibi bir şeydi onun varlık değeri. "Târif" mefhûmuysa, ebeveynimizin bize taktığı "isim"ler gibi bir "işâret" demek değildir. "Tekir" ve "Karabaş" da bir isim ona kalırsa. Oysa, "küllî" değer taşıyan bir mânâya nisbet, ircâ ve delâlettir "târif". Fânî olan "parça"dan, "küllî-ideal" olana köprü kurmak demektir. Fânî nefsini aşmak demektir!.. "Târif" ettiğimiz "insan"sa şayet!..

İşte "erkek" sözünü kendimize "ad" kılmak, bu erkeklik "imkân"ını, "keyfiyet"ini eserlerimizde "gerçek"leştirir olduğumuzda bir "varlık değeri" kazanır; ve o ân gelinceye dek, sanki "isimsiz", sanki "târifsiz", potansiyeli öyle olsa da "kendisi erkek olamamış" bir mâhiyet belirtir nefsimiz.

Erkek "dehâ"sının vasfı, "müeessir-aktif" olmak, "aşkın" bir hâkimiyet seviyesinden dünyayı "görmek", statükoyu aşarak "biçimlendirmek", "nefsi için" değil "kendi için" aksiyonda bulunarak "zâtıyla hareketli" olmak, "dış motifler" yerine "iç zorunluluklar"dan yola çıkmak ve "başkası için-görülmek için" iş yapmamaktır diyebiliriz.

Kadınsa, daha çok "dehâ"yı takdir etmesi, "zorunluluklar"ın dünyaya yayılıp döşenmesi, fikrin dünyaya basan ayağını temin etmesi gibi, fikrin muhafızı ve beşiği olarak hem “biçimlendiren” hem "biçimlendirilen" ve hem “gören” hem "görülmek-takdir edilmek isteyen" bir yön belirtir birkaç çizgiyle.

Yine kadının "hissî" olması da, hem insanı doğuran, besleyen, büyüten ve koruyan bir "anne" hem de fikrin müşahhas tatbikatının "muhafızı-koruyucusu" olarak; iradesinin müşahhaslara, dünyaya, "organik" varlığa ve ruhun dünyada ferdîleştiği "nefs" kutbuna dönük bir "misyon" yüklenmesinden belki de. Misyonu itibâriyle "kadın"a yakışan ve çoğu daha önde giden duygululuk, dünyayı ve nefsi aşıp iradesini "mücerredler", "fikirler", "küllîler", "zorunluluklar", "ibdâlar", "icadlar" ve "inşâlar" katındaki karargâhına mıhlayarak dünyayı "görmesi" gereken erkeğe pek yakıştırılmaz.

Erkeğe yakışan, tam bir duygusuzluk veya heyecansızlık mıdır peki? Asla!.. Ona yakışan, “dış motif” veya “organik sevk”lerden yola çıkmak yerine, daha doğru bir ifâdeyle, faaliyetlerini tamamen bunlara inhisar ettirmek yerine, “kendinde” dendiği nevîden belki de, ruhunu bütünleşmeye ve çevresini bütünleştirmeye yönelten “derûnî” duygu, heyecan, korku ve coşkular yaşamaktır sanırız. “Hayretsiz” ve “duygusuz” bir kalb, ancak “ölü” bir kalbe delâlet eder herhâlde!.. Sadece erkeğin değil, kadın-erkek her insanın yaşaması gereken "sıkıntı”yı, Mütefekkir’den takib edelim, "Necib Fazıl’la Başbaşa”dan:

"İnsan ihtiyaçlarının temelinde varolmak arzusu yatar; ve sıkıntının temelinde de bu var olmak arzusu var... Sıkıntı esastır: Genç, kendi varoluşunun hakikatini İslâm’da bulduğu için müslüman oluyor. Yani, “müslüman oldum, tamam sıkıntım bitti” diye bir şey yok; varoluş çilesini aslında çekmek var...”

Erkek ve kadın da, herşeyden önce, "fıtrî istidad" dediğimiz bir mânâ beşiği olarak, insan müşterekliğinde iki ayrı "beliriş"in, "hikmet"in, "söz"ün ifâdecisi olma mesuliyetiyle geliyorlar dünyaya. Kadın nefsi ve erkek nefsi hâlinde, kendi nefs muhasebe ve murakabelerini yapma istidad ve sorumluluğuyla... Kuvveden fiile, istidaddan kabiliyete, imkândan gerçeğe sıçramak ve orada tecellî etmek borcunda bir "söz" olan; "tesir edici eser" hikmetinden bir payla, kendi sözünü kendi söyleme borcunu yüklenen "insan" rolüyle...

"Küllî Mânâ", Eflatun'un "İdeler Âlemi" belki, hepimizin içinde bir yerde; lâkin, "ideal"in içinde bulunduğumuz "real" hususiyetlerde, zaman ve mekânda, kadınlık ve erkeklikte "ferdîleşme"sinden hareketle, tekrar "ideal"e sıçrayabilen "sözcü-ifâdeci" nerede; kendini ve âlemi, erkekliğini ve kadınlığını böyle "doğru" okuyabilen nerede?.. Kısaca, "kendini bilen" nerede?.. Nefsimize ve çevremize baktığımızda, galiba en fazla söyleyebileceğimiz şu kadarcık: Çok az yerde!.. "Kendini bilmez"lerse, her yerde!..

Sadece erkek ve kadın olmaktan ibaret değildir "doğarken birlikte getirdiğimiz" imkân. Dış şartlardan bağımsızmışçasına ama onlar vesilesiyle "beliren", şahsiyetimizde kutublaşan, içten içe mayalanan, ferdiyetimizde hususîleşen birtakım başka istidadlarımız, potansiyellerimiz, huylarımız, mizacî karakteristiklerimiz de vardır besbelli. Nasibimize düşen "kelâm-hikmet" sanki... Yaradılış "hikmet"ine uygun bir ömür sürmek, kendisine bahşedilen istidadın borcunu o imkânı gerçekleştirip verimlendirerek ödemek ve "eserlerinin toplamı" güzel bir "söz" olmak; erkek veya kadın, şu veya bu mizaçtaki her insana düşen!.. İstidadın azameti, kişiye mirasyedi hesabı bir övünme vesilesi olmaktan çok, ödeyeceği borcun azametinden ve tarlanın büyüklüğünce istihsal edilecek mahsûlün gerektirdiği emekten kaygı vesilesi olsa gerektir.





 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
O hâlde, artık, realitede "mânâsı sökülemeyen" ve duygu, düşünce ve davranışlarda "doğru ifâde edilemeyen" erkekliğe, erkeklik "keyfiyet"ine, kuvveden fiile pek çıkartılamayan "erkeklik" potansiyellerine temas edebiliriz. Şübhesiz, “insan” olma müşterekliğinde çoğu kadına da dönüktür söyleyeceklerimiz, ne var ki, vesilesiyle konuşacağımız eser “erkeklik” merkezinde kaleme alınmış. Yeri geldi madem; bu yazıyı yazmamıza vesile olan ve bundan sonra mütemâdiyen yararlanacağımız kitabı zikredelim hemen:

C.G. Jung ekolünden, "derinlik psikolojisi" adını verdikleri sahada araştırmalar yapan Robert Moore ve Douglas Gillette adlı iki Amerikalı psikoloğun "Kral, Savaşçı, Büyücü, Âşık / Olgun Erkeklik Arketipleri Yeniden Keşfediliyor" adlı eseri... Bu eserdeki ana tez, tabiî ki Jung terminolojisindeki anlamıyla "arketip" (ilk örnek-ilk model-kendisine dayanılarak bir eser meydana getirilen temel model) olarak adlandırılan olgun, yetişkin erkeklik "potansiyel"lerinin, "imkân" ve "istidad"larının, çağımızda yeterince açığa çıkartılamayışı, meydanı hâlâ çocukluk "arketip"lerini aşamamış yaşı büyük "erkek çocuk"ların ve "çocukça formasyon"larının kapladığı tesbiti... Ve bu çerçevede, "erkek çocuk" ve "olgun erkek" arketiplerinin neler olduğu, çocukluktan yetişkinliğe geçemeyişin tezahürleri ve bundan çıkış yolları... Bu minvâlde, mitolojik, tarihî, aktüel tecrübe ve misâller... Kral, savaşçı, büyücü, âşık gibi "arketip-temel model"lerin muvazeneli biçimde tezahür etmediği durumlardaki "ifrad" ve "tefrid" yönlü "gölge" kutubların da ayrıca gösterilmesi...

Biraz önce "kelâm" ve "istidad" bahsinde eksik gedik ifâde etmeye çalıştıklarımızla "arketip" mefhûmunun irtibatlandırılabilmesi bakımından, Eflatun'da "İdeler Âlemi" ve "arketip-ilk örnek" içiçeliğini, belki aynılığını, kelimelerdeki ortak delâleti not edelim:

"Eflatun felsefesinde arketip kelimesi idea'lar için kullanılır. İdea'lar eşyanın ölümsüz örnekleridir; maddî değildir, değişmez ve mükemmeldir. Nesneler bunlara uyar ve idea'ların birer kaba kopyasıdır."

Psikoloji sahasında uzman olmayışımıza rağmen, burada okuduklarımızda, dar da olsa kendi hayat tecrübemizde ve diğer okuduğumuz eserlerde doğrulanmış pek çok nokta gördük. Yine bu eserde ifâde edilen hükümleri, "izafî-nisbî-tecrübî" doğrular olarak, ehlinin birçok farklı noktadan aslına ircâ edebileceği değerli veriler ve tezler tarzında değerlendirdik. Yukarıda verdiğimiz "yıldırım" misâlindeki gibi, önümüzdeki kitabda söylenenlerin umursanmadığı çoğu durumda, insanların nasıl "çarpıldığını" takdir ettik; kimbilir, belki de bu ateşin bazen bizi de yaktığını. Zaten göreceğiniz üzere, bu kitabdan hareketle anlatacaklarımız, aslında size hiç de yabancı gelmeyecek bir çelişkinin, bir çatışmanın muhtelif tezahürlerinin ifâdecisi:

Ruh ve nefs, egoistlik ve ahlâkîlik, haz ve fazilet, çıkarcılık ve çıkar gözetmezlik, fânîlik ve sonsuzluk, parçalanmışlık ve küllîde toparlanmışlık, şehvet ve vicdan, keyfîlik ve sorumluluk, faydacılık ve idealistlik, vasıta-değer ve ideal-değer, aynı çizgide uzayıp gidebilecek zıdların savaşı, bunlardan birinin ferdlerde kutublaşması...


Büyümeyen, Büyütemeyen, Toparlanamayan “Çocuk”

Hayat tecrübesi dediğimiz şey, bir anlamda, herkesi ve herşeyi "yerine ve çağına göre" değerlendirmeyi öğrenmekle bir sayılabilir. Fakat pratikte çoğumuz, çocuktan yetişkin gibi, yetişkinden çocuk gibi, kadından erkek gibi, erkekten kadın gibi, sanatçıdan savaşçı gibi, savaşçıdan sanatçı gibi, câhilden âlim veya âlimden câhil gibi davranmasını beklemişizdir birçok kez. Tabiî kendimizi de sağlıklı değerlendiremeyişimize işarettir bu. Kendimizi bilmiyoruz ki, "kendimizde toplu" âlemi bilelim; varlığı, varlığımızda mânâlandırabilelim. Temelde böyle bir tavır, herşey ve herkesi kendi "varlık prensibi"ne ircâ ve ona nisbetle takdiri bilemeyişimize hamledilebilir. Hayata ve hayattakilere dair "bütün" bir bakış açısı ve tenkid ölçülerine mâlik olamadığımızın, sezgi ve düşüncelerimizdeki dağınıklığın bir ifâdesi... Ruhen ve fikren "toparlanamayış"ın delili... Kemmiyetlerde savrulup, "keyfiyetçi" olamayışın tezahürü... Üstad'ın ifâdesiyle "keyfiyetçilik", meâlen, herşeyi "kendi oluş cevherine ircâ" değil mi?..

Elimizdeki kitabın belki en güzel tarafı da, çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği, erkekliğin tekâmül safhalarını, ayrı çağ ve keyfiyet hususiyetleri tarzında değerlendirişi. Hepsini aynı "kategori"ye sokup tekdüzeleştirmeyişi ve birbirinin varlık prensiplerini diğerine taşımayışı... Yetişkinliğe giden her çağı da, takdir edilmesi ama zaman içinde geçilmesi gereken bir süreç olarak değerlendirmesi... Ve neticede, hakiki tekâmül ve yetişkinliği, meselâ bir "erkek" için, insan ötesi, küllî, ideal, çıkarların fevkinde bir gayenin "hizmetçiliği"nde, böyle bir "aşkın" idealde "toparlanış"ta ve çocukça egoistliğin, sınırlarını bilmez kibrin "sembolik ölüm"ünde görmesi...

Çocukların yetiştirilmesinde en esaslı unsur, karşısında "örnek" biçimde davranan ve hakikaten "yetişkin" olan bir insanın, çocuğu çocukluktan kurtarmaya "ayna" olabilmesidir. Boş yere kitabları yardıma çağırırız, eğer kendimiz bir "örnek", bir "yetişkin" olamamışsak!.. Mütefekkir, şöyle altını çiziyor bu inceliğin:

"Çocukların yalnız emir ve nasihata değil, daha çok örneğe ve esere ihtiyacı vardır."

İşte sözünü ettiğimiz psikologlarca yazılmış eserde de bu durum, olanca çıplaklığı ve tüm medeniyete yayılmış menfî neticeleriyle ele alınıyor ve deniyor ki; bugün Batı toplumlarının en başta gelen krizlerinden biri, "yetişkin" bir erkeğin, keyfiyetine uygun davranan bir "baba"nın bulunmayışı ve giderek yokoluşudur. İster sadist isterse mazohist olsun, "zayıf" karakterli bir "baba" yahut "erkek" tipi, hem çocukların kendi kimliklerini sağlıklı biçimde bulmalarını, hem de toplumda olgun, üretici ve birbiriyle doğru münasebetler kuran insanların varlığını sabote ediyor. İnsan ötesi bir “ideal”in temsilcisi oluş değil, saldırgan veya âciz "ego"istlik hükmünü icrâ ediyor. Feministlerin haksız yere erkek cinsine atfettikleri "âciz, tacizkâr, saldırgan, çevresinin verimliliğini kıskanıp sabote eden" tip, aslında henüz büyüyememiş bir "erkek çocuk" psikolojisidir yahut kısmen de erkekliğin gölgede kalmış, vahşi yönlerinin ifâdesidir.

Ve "ataerkillik" diye aşağılandığı sanılan da, hakiki olgun "erkek" potansiyeli, yetişkin "erkek" arketipi değildir. Çünkü, "ataerkil-koca çocuk", sadece kadınlara değil, kendi çocuklarına ve çevresindeki diğer hemcinslerine de saldırgan ve kıskançtır; o, olgunlaşmamış bir seviyeye saplanıp kalmış "bodur erkeklik"tir.

Bu "erkek çocuk psikolojisi", pasiflik ve zayıflık, şahsî hayatında müessir ve ibdâcı olamama, başkalarının (erkek veya kadın) hayatını ve üreticiliğini zenginleştirememe, onların varoluşlarının tekâmülünü teşvik etme yerine boğmaya yeltenme, daha üst bir şuur ve kimliğe sıçramayı beceremeyip, tüm duygu, düşünce ve davranışlarını bu "küllî" idealde "toparlayamayıp" sürekli "farklı" ve "egoistçe" hedeflere dağılma, organizmasına ve egosuna yönelik dış tesirlerden mütevellid daimî “saplantı” yaşama, yani fikrî hâkimiyetle tüm bu kaotik duygulanmaları dışlaştırıp aşamama şeklinde kendini karakterize eder. Gerisini kitabdan takib edelim dilerseniz:

«Bazı erkeklerin "kendilerini toparlayamadıklarını" duyarız sık sık. Burada kastedilen, sözkonusu kişinin kendine ait bütünleştirici derin yapıları yaşayamamasıdır. Bu erkek parçalanmıştır; kişiliğinin çeşitli kısımları birbirinden kopmuş ve birbirinden bağımsız -sıklıkla kaotik- hayatlara yol açmıştır. "Kendini toparlayamayan" erkek, büyük ihtimalle, erkekliğin derin yapılarının yolunu açan ritüel eriştirme imkânına sahip olamamış bir erkektir. Ve bu erkek küçük bir çocuk olarak kalır. Bunu özellikle istediği için değil, hiç kimse ona bu çocuk enerjisini erkek enerjisine dönüştürmeyi göstermediği için. Hiç kimse onu erkeksi potansiyellerin olduğu dünyanın doğrudan ve iyileştirici hayatlarına yönlendirmemiştir.»

Bu iktibasta dikkatinizi dikkatinizi çekmiştir belki: "Ritüel eriştirme"... Ritüel; âyin, "çoğunlukla mukaddes bir anlama sahib, belirli hareketlerin tekrarından oluşan merasim"...

Dün ve bugün birçok medeniyette karşılaşılan ve "çocuk erkek"ten "yetişkin erkek"e ruhî sıçramayı temin eden, bu hissî ve zihnî kopuşu sağlayan "ritüel eriştirme"nin en önemli üç yönüyse şöyle görünüyor:

Merasim büyüğü: Bilge bir yaşlı erkek yahut kadın... Eriştirme süreci boyunca hadiseyi yönlendirip, eriştirilen çocuğu karşı tarafa güçlü ve tam olarak gönderir. Çocuğun içinde gizli potansiyelleri derinden harekete geçiren, "ayna" gibi ona ondakini gösteren, çocuğun iradesini kendi iradesine tâbî kılıp çocuksu "ego"dan kurtaran "tam" insan... “Rol modeli”…

Mukaddes mekân: Çocuğu dış dünyanın tesirinden koruyan, "nefsî-organik-egoist-dünyevî" yönünü harekete geçirdiği için bilhassa kadınlardan tecrid edilmiş hususî mekân ki, eriştirme bitinceye kadar çocuk buradan çıkamaz. "Nefsî-organik" sınırlarını ve âcizliğini anlayıp gururdan, "ego"nun belirleyiciliğinden kurtulması ve "sınırsız-sonsuz-küllî" gayelere ruhunda yol açabilmesi için, burada dayanılmaz hissî tecrübelere ve hatta işkencelere tâbî tutulur erkek çocuk. Erkek geleneğine ve toplum ahlâkının ideal değerlerine boyun eğmeyi öğrenir çocuk. Tevazûu öğrenir ki, bu, iki noktayı derinden farkediştir: Sınırlarını bilmek ve ihtiyaç duyduğu yardımı başkasından edinebilmek!..

Ego'nun ölümü: Herhangi bir erkekte, "erkek psikolojisi"nin var olabilmesi için, bir ölümün gerçekleşmesi gerekir. Sembolik, psikolojik veya mânevî ölüm... Erkek çocuğun "ego"su ölmelidir. Eski varoluş, davranış, düşünüş biçimlerinin, yeni erkek doğmadan önce "ölmesi" gerekmektedir. Belki ölen "ego" değildir ama, onun bağlandığı ve beslendiği "enerji merkezi" değişmiştir. Kalb ameliyatındaki gibi, sanki "nefsi için" atan kalb bir ân için durdurulup çıkartılmıştır da, yerine konulduğunda artık "küllî bir ideal için" atması sağlanmıştır.

Tüm bu süreçte belki en dikkate şâyan husus, çocuğun "organik-egoist-parçalara dağılmış" ruhî yapısının "küllî" bir ideal veya toplum gayesi, ahlâkî düsturlar çerçevesinde "toparlanması"nı temin olarak beliriyor. "Nefsi için" ve onun dürtüleri peşinde yaşamaktan kurtarılıyor çocuk, gayesizlikten çıkarılıyor ve "ideal için" yaşama aksiyonu başlıyor!.. Pasif, pasif-agresif olmaktan öteye geçirilip, "kendi için" ama hep kendini aşarak, aktif, ibdâcı, üretici, sorumlu, yardımsever, faziletli, soğukkanlı ve gerektiğinde sert bir savaşçı olmasının yolu açılıyor.

Öbür türlü, nefsanîliğin başıboş bırakıldığı demde hep bir dağınıklık; her dış tesirin peşinden gidiş; âlemdeki herkesi hasmı veya rakibi görüş; duygu ve düşüncelerinde tam bir kaos ve dağınıklık; keyfince dağıldığından çoğu zaman tam bir sorumsuzluk; insiyakî olup “hakiki” bir temeli olmayan aşk ve nefretler; bastırılamayan bir heyecan, korku ve güvensizlik veya bunu telâfi edici bir mekanizma olarak sebebsiz saldırganlıkların ardına saklanış; veya tam tersine “duygusuz”, “meselesiz”, “ıstırabsız” ölü bir hassasiyet(sizlik); "ego"sunun dar ilgi çerçevesinden yükseğe çıkıp "bütün" bir görüşe sahib olamadığından herkes ve herşeyi eksik gedik yahut yanlış mânâlandırma vb. hayata hâkim olmakta...

Böylesi bir ruhî, fikrî ve iradî dağınıklığın, parçalanmanın, kaotik yapılanmanın önüne geçip "toparlanma"nın nerede olacağını gösteriyor Mütefekkir; belli ki, denetleyici, dizginleyici, sorumluluk yükleyici ve ahlâkî zorunluluk vaz'edici, ama bir o kadar da "hürriyet" sevinci ve mevzuuna ihtirasla bağlılık bahşeden "fikir"de:

"Boş bırakılmış topraklar, gübreli ve bereketli iseler, yüzbin çeşit otlarla dolar. Yararlı olabilmeleri için onlara kazma vuruyor, işe yarar tohumlar ekiyoruz. Kadınlar kendi başlarına kalınca biçimsiz birtakım et parçaları çıkarırlar; sağlam ve tabiî bir beden için, bir tohum almaları gerekiyor. Ruhlar da böyledir; onları bir fikirle uğraştırıp dizginlerini tutmazsanız, uçsuz bucaksız bir hayal dünyasında, başıboş, öteye beriye dolaşıp dururlar. Böyle bir aylaklık içinde ruhların kurmadığı hayal, düşmediği kuruntu, bulmadığı gariplik kalmaz; bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder; çünkü, her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır."

Gereken, “logoterapi”dir!..

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Sıçratıcı, Toparlayıcı ve Kurtarıcı “Fikir”

Fikir, ayaklanmış ve zabtedilemez heyecanlarımızın, duygularımızın, çalkantı ve dağınıklıklarımızın, nefsimizi istilâ etmiş ve çoğu nefsânîlikten doğan bu kaos muhtevâsının dizginleyicisi ve bu duygu yangınının söndürücüsü... Nefsimizin bu kaosunu, "üst-küllî" bir bütünlüğe sıçrayarak ve bağlanacağı zorunlulukla irtibatlandırarak "aşıcı" ve "aşırtıcı"... Fâni nefsine veya diğer parça fânîlere dönük nefsî temâyüllerle, ihtiraslarla, rabtolunmuşluklarla ruhunu "esir" ve "rehin" etmiş olan, yokluğun ve sınırlılığın tuzağına acıyla kelepçelenmiş olan biçarelerin kurtarıcı meleği...

"Bizi bilgili olmaya zorlayan" ve bizde muvazenelendirilmeyi dayatan, mutlaka bir zorunluluğa nisbet edilebilirse çözülüp aşılabilen, maddî-mânevî bütünlüğümüzü tehdit eden "iç ve dış uyaranlar"... İşte "fikir", bu çalkalanan duygu, düşünce ve davranış muhtevâsına verdiğimiz "biçim"dir ki, bu kaosun bir muvazenede objektifleştirilmesine, dışlaştırılmasına, aid olduğu zorunluluğa nisbet edilmesine dairdir. Nefsimizin şerrinden bizi kurtaran itfaiye teşkilâtıdır sanki. Bir acıyı, korkuyu, saplantıyı, dehşeti ve benzeri teessür hâllerini konuşarak veya yazarak "ifâde edince-biçimlendirince", fikirleştirince, bunlardan belki tamamen belki kısmen sıyrıldığımızı, dayanma gücümüzün yenilenip dinçleştiğini kim inkâr edebilir? Fikir, bir deyişle, dağılan bütünlüğümüzün "toparlanması" demektir. Hep yeniden "zorunlu"yu seçme ve "varoluş" muvazenesini kazanma, bize yokluğu dayatıp muvazenemizi bozan zamanı yüzümüzü hep yeniden varlığa ve sonsuza dönerek aşma demektir, diyebiliriz.

Sözün burasında, fikre ve fikir işçiliğine tâlib herkesin dikkat etmesi gereken bir dağınıklık tehlikesini hatırlatmak gerekiyor sanırız. L. Dugas, "Edebiyat ve Sanatta Sıkılganlar" adlı eserinde şöyle dile getiriyor bunu:

"Nerede kalacağını bilmeyen zekâ, her şeyi aynı zamanda öğrenmek ister, emeklerini dağıtır, kabiliyetlerini harcar ve kendisini metafiziğe ve ahlâka doğru götüren gerçek istidadından ayrılır. Yalnız bir konudan öbür konuya geçmekle, bir kitaptan başka bir kitaba atlamakla, her şey üzerinde sathî bir bilgi edinmekle kalmaz, kendi seviyesinden de aşağı düşer."

Ve fikir aynı zamanda, içimizde dönüp duran ve kovdukça daha şiddetli hücum eden, bizi ikiliğe, kendimizle, inandıklarımızla çelişkiye düşüren, yıllar boyu muvazenelendiremediğimiz "saplantı"larımızı "içtimaîleştirir-yapıştıkları kalb zarımızdan dışarı atar-objektifleştirip tesirsizleştirir", hiç olmazsa ve daha doğrusu, eşit şartlarda mücadele edebileceğimiz bir meydana savuşturur onları. Nereden saldıracağı belli olmayan, bu yarı şeffaf ama korkunç hayâlet, "biçim" ve "hacim" kazanır, hamle yaptığımızda yenilebileceği "zaaf" noktalarını ve "anatomi"sini sergiler bize. Bu iç düşmanların, "ahlâkî zorunluluklar"a nereden zincirlenebileceğini, sâdık bir köpek gibi nasıl tasmalanıp kulübesine bağlanabileceğini öğretir fikir.


Aslı ve Sahtesiyle Kalb Ameliyatı

"Ritüel eriştirme" zımnında söylediklerimizle İslâmî tatbikatta yaşanagelmiş olanların, meselâ tekke ve medrese geleneğindeki seçkin ve mütekâmil terbiye sahnelerinin mukayesesini ehline tevdî ediyoruz. "Nefs" terbiyesindeki tekâmül basamaklarının, "kâmil" bir rehber tasarrufuyla tek tek aşılması... Batı, çözümün aranacağı istikameti sezmekte; ama daha ilk birkaç adım sonrasında pes etmektedir sanki. İslâm dışı tatbikatların çocuk eriştirmeleri de, belki biri himmet eder diye cami avlusuna çocuk terketmeye benzemekte!.. Doğrusu, bu sahibsizlerin "nefs-ego"sunu farklı bir maskeyle tebârüz ettirme yönünden, şeytan pek başarılı himmet etmekte!.. Çocukların bu sahibsizliğine bakınca, varoluşçuların, kişinin dünyada "tek başına bırakılmış", "terkedilmiş" olduğuna dair tesbitlerine hak veresi geliyor insanın.

Kitabda, bir de "sahte eriştirme" mekanizmalarından bahsediliyor ki, hapisanelerdeki, asker ocaklarındaki, çetelerdeki, hücre evlerdeki "sahte" merasim veya "şahsiyetsizleştirme" tatbikatları bunlar... "Nefs-ego"yu öldürmek veya dizginlemek yerine, onu "başka bir kılıkta", belki sadist belki mazohist kisveyle "yeniden" hortlatmak; yani çocuğu yahut koca çocuğu yetişkinliğe bir türlü "eriştirememek"...

Yalnız şu husus bilhassa vurgulanıyor ki, mesele erkekteki çocuğu öldürmek değildir, ama onu, çocukluğun erkeksi güçlerini "aşkınlaştırmak"tır, idealin emrine vermektir. Bugün, birçok terapistin, psikoloğun, psikiyatristin, psikanalistin ve "eriştirme" erbâbı olarak kendilerini takdim edenlerin yaptığı ilk şeyin de, genellikle, erkeklerdeki bu hayat kaynağını, bu ışıltılı ve kabına sığmayan müessir enerjiyi doğru değerlendirememek, hemen "ego" diye yaftalayıp imhâya yönelmek ve istidadları "vasat-ortalama-gri" bir sahaya mahkûm etmek olduğu tenkid ediliyor eserde. Ve asıl imha edilmesi veya doğru yöne kanalize edilmesi gerekenin, "başkasına saldırgan" veya "âciz" egoist tutum, bu muvazenesiz ve sahte güç veya güçsüzlük gösterileri olduğu işaret ediliyor. Çocuktaki bu enerjinin, aslında "devâsâ" bir dehânın, istidadın sesi olduğu ama, erişkinliğe doğru, aid olduğu "merkez"le, "Küllî Ruh"la, "Kollektif Şuurdışı" enerjisiyle yeniden doğru bir irtibatı kurulamazsa, ortaya, bu enerjisini "fânî-sınırlı" nefsiyle aynîleştirebilecek "sapkın-egoist" koca çocukların çıkacağı ısrarla anlatılıyor.

Aşağıda, hem "çocukluk" hem de "yetişkinlik-olgunluk" arketipleriyle erkeği anlamaya; anlaşılır olması bakımından biraz da şemalaştırmaya çalışacağız, kitaba sâdık kalarak.

"Dehâ", "Küllî Ruh", "Kollektif Şuurdışı" tarzında yaklaşılabilecek "küllî merkez"e, uygun bir bağlantıyla yönelmiş muvazeneli, bütünlüklü, yetkin "çocukluk" arketipleri burada şöyle sıralanıyor:

"Mukaddes Çocuk", "Kahraman", "Erken Büyümüş Çocuk", "Ödipal Çocuk"...

Akabinde, sözkonusu "çocukluk" arketiplerinin "yetişkinlik"teki muvazeneli karşılıkları, aşkınlaşmış "üst" basamakları olarak da şu "olgun erkeklik" arketipleri sıralanıyor:

"Kral", "Savaşçı", "Büyücü", "Âşık"...

Ki, bu dört "erkeklik biçimi", Benedetto Croce'nin, insan faaliyetlerini dört "temel faaliyet biçimi"ne ayırmasına karşılık geliyor sanki; tekrar hatırlarsak:

Sezgi, Bedâhet, İman; kâinata ve hâdiselerine, "tek"lere dönük ilk teorik "idrak"... Beş duyu yoluyla algılarımız da bu çeşittendir ama, "sezgi" daha geniş şümûllü bir mefhumdur; parçada bütünü, varlığın "bir"liğini sezerek idrak gibi ... Müşâhede... «Ruhun "nasıl" tavrı»...

Mantıkî Düşünme; teklerin, hâdiselerin bilgisinden hareketle, ruhun "küllî zorunluluklar"ın teorik bilgisine varıp içeride aklen "toparlanması" tarzında, "kavramlaştırıcı-kanunlaştırıcı" idrak... Önceki basamağın üzerinde yükselir. "Önce müşâhede, sonra muhakeme"... «Aklın "niçin" tavrı»...

İradî Faaliyetin Ekonomik-Faydalı Biçimi; iradî faaliyetin muhtevâ olarak dışa açılması, kâinatı ve hâdiselerini, "tek"leri hedeflemesi, "istemesi" tarzında pratik... "Vasıta-değer"ler alanı bir bakıma... “Ahlâkî” olanın üzerinde tecelli ettiği “faydalı” yön... Önceki basamaklar üzerinde yükselir. "Bilinen"i arar ve "ister" ya insan!..

İradî Faaliyetin Ahlâkî Biçimi; tek tek hedeflediği muhtevâ dışarıda da olsa, iradî faaliyetin dış bir motifle ve kuru bir faydacılıkla, nefsânî bir sevkle değil de, "ahlâkî zorunluluk" duygusuyla gerçekleştirilmesi ve bu duygunun dayandığı "küllî zorunluluklar"ın tâyini tarzında yeniden içte "toparlanma" pratiği... "İdeal-değer" olarak, “ekonomik-faydalı” faaliyetin bâtınıdır diyebiliriz buna; yapanın kasdına nisbetle tabiî. "Vasıta-değer" rolü yükler o, "ekonomik-faydalı" muhtevâya!.. İç ve dış cebhesiyle "hukuk"un bütünlüğe kavuştuğu kat!.. Önceki basamaklar üzerinde yükselir ve tesiri hepsini kuşatır. “İdeal”; teorik ve pratik tüm faaliyetlerimizin içine sinmiş olarak, hepsinde tecellî eder. Gören de, düşünen de, isteyen de "benliğimiz" neticede; tüm melekelerimiz içiçe!.. "İdeal"e uygun veya zıd da olsa, benliğimizden hareketle "duygu, düşünce ve iradî faaliyet" olarak üç yöne açılan faaliyetlerimizin hepsi, ideale nisbetle "değer" ve "mânâ" kazanır. İdeal, pratiğimizi değerlendirip istikametlendiren "kalbimiz" ve onun teorik faaliyet zemini olarak ideoloji, "aklımız-zihnimiz-beynimiz" mesâbesindedir diyebiliriz. Tüm sonluların sonsuza izâfetle varoluşu gibi; ideal, içimizdeki sonsuzluğa dönük yöndür ve tüm faaliyetlerin "ruhî çaba"ya nisbet edilmesine dairdir, diyebiliriz. Ruh, kalb, ideal, sonsuz derken; faaliyetlerimizin, kelimelerimizin ve kavramlarımızın toplandığı ve dağıldığı "merkez"e işaret ederiz, demek mümkün... Croce’nin ifâdesiyle insan, "teorik faaliyetleriyle kâinata yaklaşır, onu anlayıp kavrar; pratik faaliyetleri ile de onu değiştirir!”...

Tedaî bu ya:

"Kral" erkek, sanki, "Pratik-İradî Faaliyetin Ahlâkî Biçimi"nin kutublaştığı tecelligâh...

"Savaşçı" erkek, sanki, "Pratik-İradî Faaliyetin Ekonomik-Faydalı Biçimi"nin kutublaştığı tecelligâh...

"Büyücü" erkek, sanki, "Teorik Faaliyetin Mantıkî Biçimi"nin kutublaştığı tecelligâh...

"Âşık" erkek, sanki, "Teorik Faaliyetin Estetik-Sezgi Biçimi"nin kutublaştığı tecelligâh...

Gerçi hepsi içiçe ve temelde "bir" aksiyonun, "ruhî çaba"nın yönleri hâlinde... "Var olma", "var kalma" ve "zamanı aşma" gayesinin tezâhürleri hâlinde... Tümü, tek bir kişide, belki farklı derecelerde, tecellî eder, edebilir, etmesi de gerekir.

Sözün burasında, âciz ve eksik izâh gayretimizi bir tarafa bırakıp, bir İslâm büyüğünün bahsimize ışık tutan tesbitine dikkat kesilelim. Şebüsterî Hazretleri "Gülşeni Râz” adlı eserinde şöyle buyuruyor:

"Güzel ve iyi huyların aslı olan huylar adalet, sonra hikmet, iffet ve yiğitliktir.

Hakîm oluş, işte güçte ve sözde doğru olmaktan ibarettir. Bu dört huyla huylanan kişinin

Canı da hikmeti duymuş, bilmiştir, gönlü de. Bir şeyin, ne üstüne düşüp uzun uzun düşünür; ne aldırış etmeyip boşlar.

Şehvetini namuslulukla örter.. şehvete fazla düşkün oluş da şehvetten kesilme gibi kendisinden uzaklaşır.

Yiğit olur, alçaklanmadan da arıdır, ululanmadan da.. kendisinde korku da yoktur, kızgınlık da.

Yolu, yordamı adalet oldu mu zulmü yoktur, huyu güzelleşir.

Bütün iyi huyları ortadır.. bir huyda ne ileri gider, ne geri kalır.

Her şeyde ortayı gözetme dosdoğru sırata benzer.. iki tarafı da sanki cehennemin ta dibi.”

Şu ân için söylediklerimiz ve söyleyeceklerimizin tümü, tashihe açıktır ve bugünkü bakışımız çerçeve ve kapasitesincedir. Yeter ki, içinde sadra şifâ veya şifâya yardımcı unsurlar bulunsun. İcadcısı olmasa da, hiç olmazsa, nakledicisi olsun!..

Tüm bu "muvazeneli-bütünlüklü" arketiplerin herbiri için de, bu muvazeneye ulaşamamış ve ifrad-tefrid yönlerinde "sapmış" iki "muvazenesizlik" tesbit ve târif edilmeye çalışılıyor sözü edilen kitabta.. Meselâ, "Mukaddes Çocuk" için: "Minik Tiran" (aktif sapma-ifrad) ve "Âciz Prens" (pasif sapma-tefrid)... "Kral" için de: "Tiran" ve "Âciz"... Kitabın kendisi kitabçılarda, geniş bir özetiyse internette bulunabilir.

Netice olarak şu söylenmek isteniyor eserde:

Ne zannettiğin kadar güçlüsün; haddini bil!.. Ne zannettiğin kadar âcizsin; potansiyelini bil!.. Mütefekkir'e kulak verelim sözün burasında:

"Allah, kimseye kemâli tam olarak vermemiştir"...

Öyleyse bize düşen, eksiklerimizi olabildiğince ikmâl etmeye bakmak, sınırlarımızı iyice farkettiğimiz noktada başka dostlarımıza veya başka insanlara ihtiyacımızı şuurlaştırmak, evsahibi değil kiracı olduğumuz şuuruyla sorumluluk idrakını kuşanmak, haddimizi bilmeyi de öğrenip, idealimizin düşmanları dışında, insanoğlunun yanında vakûr ama "kul gibi oturup, kul gibi kalkmak"...

Fakat aynı zamanda, "O'nun halifesi" olma şuuruna liyâkat kesbetme yolunda, tüm potansiyellerimizi harekete geçirmeyi hedefleyen müthiş bir ihtiras ve aşkla çalışmak, aramak, araştırmak, bulmak, yaygınlaştırmak, paylaşmak, insanların hakkını zâyi etmeden sınırlarımızı zorlamak, nefse yük yüklemeyi ve onu buna alıştırmayı ihmâl etmemek; kısaca, dünyaya hâkim olmak, idealimizi insanlığa ve dünyaya hâkim kılmak!..


Hayrettin SOYKAN
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
images



ŞUUR VE HAFIZANIN İNŞÂ ETTİĞİ “HİKÂYE”
Hayreddin Soykan

Üstad Necib Fazıl, muazzam bir hadis-i şerifi şöyle manzumeleştirir:
“Zaman vurmadan silgiyi, / Yazıyla bağlayın bilgiyi.”
Yazı ummanına bir kıyısından dahil olmaya çalışmadan önce, “silinenler” bir yana, zahiren silinmemiş gözüküp de yeniden biçimlendirilenlere, yeniden “hikâye” edilenlere, şuur ve hafızanın “inşâ”sına emanet yahut havale edilenlere bir bakmayı deneyecek, neticenin bir “formasyon” mu yoksa daha ziyade bir “deformasyon” mu olduğunu takdirinize bırakacağız.
Dilerseniz, Albert Einstein’e kulak verelim önce:
“Hafıza yanıltıcıdır, çünkü bugünün hâdiseleriyle boyanmıştır.”
Einstein’in söylediği büyük ölçüde doğrudur, şöyle ki, fert fert kendi hayat hikâyemizi anlatışımız bile, adı üstünde bir “hikâye”dir; yaşadığımız ânı esas alarak geriye dönük ve ilerinin ümid yahut korkularını da gözetir tarzda her ân inşâ edip her ân yıktığımız, hep yeniden “biçim” verdiğimiz, “form”a soktuğumuz, yeni eklemeler veya çıkarmalarla hep yeniden düzenlediğimiz, çekidüzen verdiğimiz yahut vermeye çalıştığımız bir hikâye…
Elbette, bir hikâyeci, her zaman bir “hakikat” müdafii yahut teşhircisi değildir. Böyle olmak istese de, görüş, anlayış ve kavrayış ufkunun müsaadesi ölçüsünde, bir başka deyişle, ancak o “gerçeklik” denizinden avuçlayabildiği kadarını takdim edebilir bize. Anlattığı hikâye ister kendinin ister başkasınınki olsun, “hâdiseye yanaşan insan şuuru” gereğince, yanaştığı hâdise, kişi yahut şeyle ilgili olarak, “o ân için” mevcud gördüklerini yahut “o ân için” önemli bulduklarını temel alır. Kime, hangi yönden, neyi temin için ifâde ediyorsa, bilhassa bu gayesine “vasıta” olabilecek belli noktaları SEÇER, öne çıkarır, yoğurur, değerlendirir ve tertib eder. Kısaca, geçmişi bugünde yeniden “inşâ” eder.
Ezcümle, her “hikâye” biraz eksik, hakikatin tümünü ifade edici olmuyorsa şayet, elbet biraz da yalandır. Hakikatin tümü değil de, “sadece” belli bir yönü ve hikâye eden için belirttiği anlam dile getiriliyorsa, üstelik bunun böyle olduğu açıkça ifade ediliyorsa, o hâlde “doğru”dur demek de mümkündür tabiî.
İngilizcede “hikâye” demek olan “story” kelimesi ile “tarih” demek olan “history” arasındaki mânâ ilgisi bu bakımdan mânidardır. Latince “historia”, “tarih, anlatım, masal, hikâye” demektir. Öyleyse, işittiğimiz “tarih”lerin çoğu da, bir hâdiseye vakit tesbit etmek ve olan biteni ayniyle nakletmek anlamında “history” (tarih) olmaktan ziyade, yine İngilizce “his story” (onun hikâyesi) denmeye daha münasib görünüyor.
Psikolog Jerome Bruner, Susan Weisser ile birlikte kaleme aldığı “Kendinin Keşfi: Otobiyografi ve Onun Biçimleri” adlı eserinde şöyle diyor:
“ ‘Hayatlar’, bir açıdan bakıldığında birer metindir: Yeniden gözden geçirilen, üzerinde düşünülen, yeniden yorumlanan metinler. Yani ‘anlatılan’ hayatlar, onları anlatanlarca alternatif bir yorumla değerlendirilebilecek metinler olarak kavranmaktadır. İnsanlar hayat hikâyelerini yeniden yorumlarken eski ‘metni’ reddetmezler … ancak o metne daha önce getirmiş oldukları yorumu inkâr ederler. Bu hayat boyu süren bir alışkanlıktır.
Bu anlamda ‘metni’ … hayatın ne olduğunu kavramlar seviyesinde dile getiren bir anlatıma eş tutuyorum. Onun, hafızada taşınan yahut dilendiğinde kısaltılarak veya uzatılarak anlatılabilecek biçimde hafızada taşınan bir hikâye olması, farklı yorumlara açık bir metin olma özelliğini ortadan kaldırmaz.”
Muhtemel bir peşin hükme mâni olmak bakımından ifade etmek gerekirse, “hikâye ediş”in, bu meyanda, benliğini ve geçmişini “inşâ” edişin kendisi değildir menfi olan. “Şuur” sahibi insanlar olarak kendisinden kaçamayacağımız, aksine, müsbet anlamda olgunlaştırıp, doğru yönde istikametlendirmemiz gereken bir bilme ve bildirme faaliyeti, bizi biz yapan bir “usûl”dür bu. Büyük İtalyan estetikçi ve tarihçi Benedetto Croce’nin meâlen çerçevelediği üzere, her yeni ifade, geçmiş intibâ veya ifadeleri kendi potasında eritir ve yeniden biçimlendirip az veya çok başkalaştırır. Şu hâlde, bize düşen, yalan söyleyenler var diye kesip atmak değil, dilini doğru kullanabilme becerisine erişmeye bakmaktır ki, mesele, “nefsini bilmek” dairesinde, “insan” olarak kendini ve imkanlarını tanımaya dair sahih bir bilgi, beceri ve meleke temin etme çabasında düğümleniyor bizce. Nasıl işlediğini bilmediğimiz bir arabayı sürmeye kalkmanın onu sağa sola çarptırmayla eş anlamlı oluşu gibi, insanın kendisini nasıl ifade ettiği, kendisine nelerin nasıl ifade edildiği yeterince bilinmeden teşebbüs edilecek “ifade” çabalarının da duvara toslama tehlikesini davet edeceğini vurgulamaya çalışmak; burada yapmaya çalıştığımız budur.
İBDA’nın mütemadiyen uyardığı, İBDA’ya muhatab veya değil, galiba hemen hepimizin sık sık düştüğü bir hata, “hâdiselere yanaşan insan şuuru”nun eşya ve hâdiseleri nitelemede, onlara o ân ve o durumda geçerli “sınırlı bir çerçeve” çizmede BELİRLEYİCİ olduğu hususudur. Oysa, İBDA fikriyatından da teorik olarak biliriz ki, meâlen, devşirmek istediğimiz cevabları veren ve çerçevesini belirleyen, öncelikle sorumuzun çerçeve ve muhtevasıdır. Denize “ağ” attığımızda elde edebileceğimiz netice balık, “kova” saldığımızda belli miktarda su, iş makinesiyle kumsaldan denize girdiğimiz takdirde “kepçe”mize dolacak olan da kumdur. Denildiği gibi, “Elinde bir çekiç tutuyorsan, herkesi kafasına çakılacak bir çivi gibi görmeye başlarsın!” Yahut, kendisiyle ancak balık tutabildiğimiz oltayla denizden inci çıkaramayız. “Bugüne dek şu denize ne kadar olta attıysam bir kez bile inci çıkaramadım, demek ki bu denizde inci yok” tarzında bir muhakeme yanlıştır bu bakımdan. O oltayla o denizden hiçbir zaman inci çıkarılamayacağı tesbitiyse, elbette ki doğrudur. Her adımda araştırılması gereken, “kimin”, “neyin”, “ne bakımdan” hikâyesidir o hâlde.
Kısacası, hemen hiçbir şeyin “kesinlikle şudur” nevînden kestirme bir karşılığı yoktur. Bakış açımıza ve elimizdeki âlete göre farklı farklı “inşâ” edebileceğimiz üzere, bazen o, bazen bu, bazen şu, bazen daha neler ve neler mümkün ve mündemiçtir her meselede. Yani, hayatı ve hayattakileri idrakın tek bir yol ve biçimi değil, sayısız “alternatif” yol ve biçimi sözkonusudur. Gözümüzü kendisine çevirdiğimiz, bakış açımıza göre belli bir perspektifle karşımızda mevkilendirdiğimiz şey, bilgimizin bu yolla “obje”si kılmak bakımından işte o ân “var” ettiğimiz ve ressamın bir objeyi tablosundaki diğer unsurlar arasında dilediği herhangi bir yerde mevkilendirmesi gibi, belli bir “çerçeve” ve “kompozisyon” içine aldığımız şeyin de tâ kendisidir. Eşya ve hâdiseleri hikâye “örgü”müze dahil eden ve onlara dilediğimiz rolü oynatan bizleriz bu anlamda. Tek tek zaten var ve tek tek zaten hakiki olsalar da.
Müşahede tarzının ve müşahede edilenin “seçim”inin hayatımızda nasıl bir “hikâye”, “değişim” ve “inşâ”ya yol verdiğini sezmeye ve kavramaya dair, “kuantum fiziği”nden ufuk açıcı bulduğumuz bir örnek takdim etmenin tam yeri diye düşünüyoruz. “Dr. Kuantum” olarak da bilinen Fred Alan Wolf, “Büyük Fikirlerin Küçük Kitabı” isimli eserinde şöyle “anlatıyor”:
“Kuantum fiziği açısından, hâdisenin hatıra olarak zihinde bulunma şeklini değiştirerek geçmişi değiştirmek mümkündür. Tabiî gerçekten de zamanın gerisine gideceğimiz gibi bir muhakeme yapılmamalıdır. Bu, daha ziyade, vuku buldukları sırada yeterli derecede belirlenmemiş detayları hâdiseye eklememiz anlamına gelir. (…)
Bir şey hatırlarsınız, fakat çoğunlukla detayları net değildir. John şunu söyledi ve ben bunu yaptım veya hayır John bunu yaptı ve ben şunu söyledim. Gerçek, hatırladıklarımızın inşa ettiklerinden ibarettir. Dünyanın belirsiz hâdiselerle veya kısmen gerçek hâdiselerle dolu olduğunu söyleyebiliriz. Bu hâdiselerin ne olduğuna karar vermeye kalkıştığımız zaman bunları gerçekte hatıralar olarak meydana çıkarırız. Bir geçmiş oluşturur, hatırladıklarımızın sonuçlarına dayanarak ve gelecekle ilgili beklentilerimizi yeniden tarif ederek kendimizi değiştiririz.
Hayatımız hatıralardan oluşur. Hatıralarımız zengin hikâyeler, tarihler oluşturmamıza; bahaneler, açıklamalar meydana getirmemize sebeb olur. Hepsi de yeniden inşâ edilmiş hayat sahnelerimizde bir araya getirilmiştir. (…)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
189292_195054920515236_185328601487868_591429_1263597_n.jpg

Şahsî bir hatıra oluştururken bir mantık örgüsü takib ederiz. Düşüncelerimiz hâdiselerin sebeb zincirlerinin resimleri olarak ortaya çıkar. Bu hâdiseler bizim tecrübelerimizi yahut diğerlerinden duyduğumuz hikâyeleri yansıtır. Bu tecrübeler fizikî süreçlerle duyularımıza girer. Biz genellikle başımıza gelen tuhaf şeyleri hatırlamayız. Bunlar bizim neler olduğuna dair kafamızdaki hatıra versiyonuna uymaz. Dolayısıyla onları hatırlamayız. Bunun yerine ‘klasik’ dünya diye isimlendirdiğimiz, sebeb ve sonucun olduğu rasyonel dünyayı hatırlarız.
İşte şuurun yaptığı şey budur: Klasik bir dünya inşâ eder (görünüşte akla uygun, çatışmasız, çelişkisiz) ve bunu yaparken kuantum dünyayı temel alır (görünüşte akla uygun olmayan, çatışmalı, çelişkili). Bundan dolayı bir hatıra, çelişik ve çatışık ihtimallerin kuantum benzeri bir biçimde üst üste konulmasıyla değil de, gerçeğe benzer, klasik bir hikâye olarak ortaya çıkar!
Albert Einstein ve Richard Tolman adlı iki fizikçi, kuantum mekaniği hâdiseleri tarif ediyorsa, geçmişin de gelecek kadar belirsiz olduğunu göstermişlerdir. Öyleyse nasıl oluyor da bir geçmişimiz olabiliyor? Buna cevabımız şudur: Onu biz inşâ ediyoruz da ondan! Evet! Geçmiş dediğimiz şey sadece zihinlerimizin yeldeğirmenlerinde mevcuttur. Şimdiki zamanda yaşayan biz, geçmişimizden sorumluyuz. Bunun başka bir açıklaması yok: Biz tarihimizin mimarlarıyız. (…)
Yeni simya olarak tarif ettiğim kavramda, gelecek şimdiki zamana karar verir ve geçmiş de şimdiki zamanın kontrolü altına girer! Bir başka deyişle, gelecek ortaya çıkmamış ihtimal dalgalarını ve meydana gelmiş gerçek hâdiselerin geçiş kaydını ihtivâ eder. Ancak bu meydana gelişi geri almak ve geçmişi yeniden oluşturmak her zaman mümkündür. (…)
Biz, ‘dıştaki’ gerçeği, olan hâdiseden sonra geçmişi değerlendirme ile birlikte inşâ ederiz, ancak daha tamamlanmadan bile, bir hikâye silsilesi ve tarih olarak onun şuurunda oluruz.
Yeni şartları, hâlihazırda yaptığımız seçimlerin değil de, geçmişin kaçınılmaz sonuçları olarak anlamak isteriz. Riski ve sorumluluğumuzu en aza indirmek için eskiye dayandırarak yeninin yorumunu yapmaya çalışırız… Bir başka deyişle, tecrübelerimize uyması için bir hikâye uydurur, bir yanılsama meydana getiririz. Bu risk ve sorumluluk azımsamasının en üst ifadesi bir güven duygusu doğurur. ‘İmtihanda başarısız oldum, çünkü köpek benim not kâğıtlarımı yedi.’ ‘Ben sadece emirlere uyuyorum.’ ‘Bana ne yaptığını görüyor musun?’ gibi pek çok örnek vardır.
Eğer kuantum fiziğini gerçekten anlarsanız, nihaî sebeb ve sonuç diye bir şeyin olmadığını da anlarsınız. Geçmişi geri almak demek affetmek ve şimdiki zamanı yeniden inşâ etmek demektir.”
Buraya kadar, “hikâye inşâmız”a mevzu “tarihî” kayıtlarımızın, “kompozisyon”u tarafımızdan her dâim değiştirilse de, temel unsurlar hâlinde “hafıza”mızda mevcud olduğunu, “unsur” olmaklığı bakımından köklü değişimlere uğramadığını zımnen ifade eder gibiydik. Hafızamızda hiç kuşkusuz böylesi berrak tarihî kayıtlarımız, diğerlerine kıyasla kesin addedebileceğimiz canlı hatıralar yahut hatıra objelerimiz bulunabilir. Ancak, istisnâları dışındaki büyük çoğunluk için, bu tesbit pek de geçerli değildir. Şuurumuz ne kadar oyuncuysa, hafızamız da o derece oyuncudur çünkü. Avusturyalı meşhur edebiyatçı Stefan Zweig, “Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar” adlı eserinin önsözünde şöyle dile getirir bu çoğumuz için “inanılmaz” durumu:
“Bir insanın, otobiyografisinde mutlak gerçeği dile getirmesini beklemek, gerçekten de, bu dünyada mutlak bir adalet, hürriyet ve kusursuzluk aramaya kalkmak kadar abes olacaktır. En güçlü bir karar, gerçeklere saygı göstermek için duyulan en şiddetli bir istek bile, daha işin başında bir çıkmazla karşı karşıyadır; çünkü bize gerçeği güvenilir bir şekilde bilme imkânını verecek bir organımız yoktur (bunu inkâr edemeyiz); çünkü daha hayat hikâyemizi anlatmaya başlamadan önce, hatıralarımız, vakaların gerçek imajlarını bozmaya başlamıştır bile. Ve çünkü hafızamız, yaşadığımız bütün hâdiselerin, olduğu gibi ve aslına uygun bir şekilde, silinmeyen bir mürekkeble, teker teker ve bürokratik bir dikkat ve ihtimamla kaydedildiği bir kayıt bürosu değildir. ‘Hafıza’ dediğimiz şey, kanımızın akışından ve onun dalgalanmalarından, kanımızdaki her türlü değişiklikten ve başkalaşımdan etkilenen canlı bir şeydir; geçmişin bütün intibâlarının tabiî nitelikleri, değerleri ve ilk şekilleri ile bozulmadan saklandığı kusursuz bir saklama aracı, bir buzdolabı değildir. Tek bir kelime içerisine sıkıştırmak içine acele ettiğimiz ve ‘hafıza’ dediğimiz bu akıcı ve kaypak şey içerisinde, vak’alar, tıpkı akıp giden bir selin dibinde bulunan çakıl taşları gibi birbirlerine çarparlar, böylece birbirlerini yontup cilâlayarak tanınmaz bir şekle bürünürler; belli bir düzen içerisine girerler, birbirlerine uyum sağlarlar ve esrarlı bir taklit gücü sayesinde, en ince ayrımlarına varıncaya kadar isteklerimize ayak uyduracak hâle gelirler. Bu şekil değiştirme ortamı içerisinde hiçbir şey veya hemen hemen hiçbir şey bozulmadan kalamaz; her yeni intibâ bir öncekini gölgeler, her yeni hatıra bir eskisini değiştirir ve çoğu zaman bambaşka yahut tam tersi bir görünüm alacak derecede bozar. Stendhal, hatırlama gücünün bu sadakatsizliğini ve mutlak bir tarihî gerçeğe ulaşma konusundaki kendi kabiliyetsizliğini ilk olarak fark etmiş olanlardan biridir. Büyük Saint-Bernard’dan yapılan geçişin onda uyandırdığı imajın yaşanmış bir hâdisenin gerçek hatırası mı olduğunu, yoksa bu vak’ayı canlandıran bir gravürden mi aklında kaldığını ayırt edemediğini itiraf etmiş olması bunun klasik bir örneği olarak verilebilir. Ve onun manevî vârisi Marcel Proust, hafızamızın, olup bitenleri değiştirme temâyülü ile ilgili daha çarpıcı bir örnek vermektedir bize: Gençliğinde, komedyen Berma’yı en ünlü rollerinden birinde nasıl gördüğünü anlatmaktadır. Daha onu tanımadan önce, hayalinde canlandırmıştır; ama onu görünce bu imaj tamamen ortadan kaybolmuş ve doğrudan doğruya duyularından edindiği intibâlarla karışmıştır; bu intibâlar ise yanında oturan kişinin görüşleriyle karışarak daha bulanık bir hâl almıştır; ertesi gün gazetelerde çıkan eleştiriler imaja daha çok gölge düşürmüş ve şeklini bozmuştur. Birçok yıllar sonra, aynı aktrisi aynı rolde tekrar gördüğü zaman, kendisi de o da zamanla değiştiği için, ilk ve ‘gerçek’ intibânın hangisi olduğunu hatırlamayı başaramamıştır. Proust’un hikâyesi, hatıralarımıza güvenemeyeceğimizi gösteren tipik bir örnek olarak görülebilir: Görünüşte her türlü gerçeğin kesin ölçüsü olan hatırlama gücümüz, aslında gerçeğin düşmanıdır. Çünkü bir insan, kendi hayatını anlatmaya başlamadan önce, kendi içerisinde, olup bitenleri yeniden canlandıracak yerde inşâ etmeye çalışan bir organ işe karışır; hafızamız, daha işin başında, şiir yazma ve inşâyla ilgili her türlü vazifeyi kendi üzerine almıştır. Konuların seçilmesi, gölge ve ışık dağılımı, parçaların organik bir bütün oluşturacak şekilde bir araya getirilmesi, vb. Hafızanın bu inşâcı gücü sayesinde her otobiyografi, ister istemez, ‘insanın kendi hayatının şiiri’ hâline gelir. Çağdaş zamanların en bilge insanı olan Goethe, bu gerçeği fark etmiştir; her türlü gerçeğe ulaşmaktan kahramanca vazgeçen otobiyografisinin başlığı, ‘Şiir ve Gerçek’tir ve bu başlık bütün itiraflar için uygun olacaktır.”
Zweig’in “hafıza”nın mahareti zımnında örnek verdiği “selin dibindeki çakılların” esrarlı hareketi, değişimi, dönüşümü ve diğer çakıllarla birlikte oluşturduğu âhenk bahsi, hemen akabinde de bu nevî bir değişim ve âhengin ancak bir “şiir” olabileceği tesbiti, bize İngiliz Dili ve Düşünce Tarihi profesörü Barry Sanders’ten okuduğumuz etimolojik bir malûmatı tedaî ettirdi. “Öküzün A’sı” isimli eserinde geçen bir dipnotta şöyle diyor Sanders:
“Su ile şiir arasındaki ilişki dünyanın en eski dillerinde yatan bir gerçektir. İngilizce ‘şiir’ anlamına gelen ‘poem’ kelimesi eski İbraniceden gelir ve kelimesi kelimesine çevrildiğinde ‘çakılların üzerinden akan suyun sesi’ demektir.”
Evet, tüm bu söylediklerimizi ve söylenenleri artık toparlamayı denersek, geçmişin muhtevâsından şuur ve hafızanın ortaklaşa inşâ ettiği şey, yerinden oynamaz “kaskatı” çakılların olduğu gibi sergilenişi değil, ister bazen olduğu gibi “formasyon” isterse bazen olduğu gibi “deformasyon” olsun, yepyeni bir “biçim”dir, bir “hikâye”, bir “örgü”dür. Müsbet ve en yüksek örneklerinde ise, işittiğimiz şey, birbirine çarpan ve kırılıp başkalaşan çakılların “takırtısı” değil, o “çakılların üzerinden akan suyun sesi”dir, sırlarla sarıp sarmalanmış bir “şiir”, lisan ve fikir katında senfonik bir icrânın kademe kademe temsilidir.

Kaynak: Aylık Dergisi, Temmuz 2008


 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt