osman gazi
Yasaklı Kullanıcı
- Katılım
- 28 Ara 2008
- Mesajlar
- 716
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 54
hayreddinsoykan@gmail.com
PARÇALARA MIHLI HİSSİYATIN GÖLGELEDİĞİ
Şimdi arzetmek istediğimiz husus, şayet üzerinde dikkatle düşünülürse, bir dâvânın savunucuları olarak, hadiselere yanaşan "hassasiyet" yapımıza da büyük ölçüde ayna tutmaktadır kanaatindeyiz.
Peki biraz iddialı da addedilebilecek bu tesbitimiz nedir diye sorarsanız, hiç beklemeden parçalara mıhlı "hissî coşkunluğumuz"dur deriz. Birisi çıkıp akıl kanadı olgunlaşmamış aşk, “tefekkür” yanı eksik hissîlik de diyebilir ki, buna da itiraz zor olur, yani doğrudur. Üstelik, teknik yazarlık becerimiz hasebiyle kendimizi de dahil edersek, hadiseleri daha bir serinkanlı ve akıllıca tartması beklenen yazan çizen insanlarımız da çoğu böyle. Peki, bu bir kusur mu? Bir yönüyle bizim ayırdedici vasfımız ve samimiyetimize bir nişâne. Ne var ki, her gülün bir dikeni olur mealince, bu “hassasiyet” yapısı, bazen kâinatı ve içindekileri eksik ve yanlış idrâk etmemize, bazen büyük ve bütün dâvâmızın nefs aynamıza bakanlarca eksik ve yanlış idrâk edilmesine, insanlar arası münasebetlerimizde ise bazen kırıp dökmemize yol açmıyor da değil.
Mesele şu: Bizler, şiddeti ve keyfiyeti şu veya bu derecede de olsa, dâvâmıza ve bu dâvâ çerçevesine giren kişi ve unsurlara âşık insanlarız, dâvâmızın mecnunu; bir deyişle, kâinata, mantık süzgeç ve soğukluğundan bakmak yerine, kıpır kıpır bir kalb ve hassasiyetle bakıyoruz, aslında ve itiraf etmek gerekirse, fikrinden ziyade his tarafı baskın bir göz ve tartımız var. Buysa, hem dâvâ adamlığının gerektirdiği kumaşın bir delil ve tezahürü, ama aynı zamanda biraz da zaafımız olan bir hususiyetin doğurucusu. Meselenin dâvâ aşkı dairesi dışında, bir de nefsine âşık olanlar vechesi var ki, bu nefsânî çerçeveyi mevzu bile etmiyoruz. Onun yaşatıldığı yerde, dâvâ adamlığının veya herhangi ulvî bir meselede “anlaşma”nın belki mevzuu bile kalmaz da ondan!
Şu mânâda bir zaaf bu: Aşkın olduğu kadar, dâvâ aşkının da türlü mertebeleri bulunuyor olsa dahi, bizimkisi biraz alt katmanlarda bir mertebede bulunduğu için, yani kâinatı olanca çeşitliliği ve zenginliği içinde bir “bütün” olarak mütâlaa etmek yerine, “parça”lara takılı veya çakılı olduğumuz için, bu “parça”yı çevreleyen daireyi kimi zaman derya addedebiliyoruz, böylesine dar bir zeminde hayatı ve hayattakileri mütâlaa ise, işte bahis konusu ettiğimiz mezkûr menfîlik ve anlaşmazlıkları, aynı şekilde zaaf şeklinde nitelediğimiz hususu doğuruyor, doğurabiliyor.
Bu nasıl oluyor derseniz; şöyle anlatmayı deneyelim: Hayata ve elbette hayatın içindekilere bu nevi “parçalara mıhlı” bir "aşk"la, aşkın da tabiatı gereği olan zabtedilemeyen bir his ve coşku yoğunluğuyla bakış, aşk ve nefretin birbirinin tamamlayıcı vecheleri olması çerçevesinde, sevdiğimiz “parça”yı tam sevmeyi, yani âlâ katında sahiblenerek zerrece toz kondurmamayı, fakat bu “parça”nın dışında kalan hemen herkes ve her şey arasında olup da bir şekilde sevmediğimiz veya sevemediğimizi ise, ednâ derekesine indirip çiğnemeyi, zerre iyi hususiyetini görmemeyi veya görmek istememe ihtirasını da birlikte getiriyor. Oysa, “bütün”ü göz önüne alabilici ve meseleleri “kuşbakışı” zâviyeden mütâlaa edebilici bir bakış, bu anlamda daha serinkanlı ve akıllıca, yani “muvazeneli” bir bakış, yani “tefekkür gözü”, âlemde varolanların “zâtıyla” tek başına iyi veya kötü olmadığını, "hadiseye yanaşan insan şuuru" misâlince, bakış açımıza ve o esnâdaki ölçümüze göre tek tek tüm bu varolanlarda sonsuz katmanlar ve içiçe geçmeler, birbirine belki zıd ancak birbirini tamamlayan vecheler ve vasıflar farkedebileceğimizi söyler ve gösterir bize. “Bütün resmi” gösterir ezcümle; ve tüm bu “bütünlük” içinden, zaman ve zeminle kayıtlı olarak ve o ân için elde etmek istediğimiz neticeye bir “vesile” olarak, birbirinden çok farklı hüküm ve verimler devşirebileceğimizi ihtar eder. Bir şey, sadece o şeyden ibaret değildir tek kelimeyle. Sanki tuz gibi; kimine kimi zaman yarar, kimine kimi zaman zarar, kimine kimi zaman ne yarar ne yaramaz.
Daha da sarahate kavuşturmayı denersek; meselâ içimizden veya dışımızdan bir insan "iyi" midir "kötü" müdür? Hiç kuşkusuz ne "sırf" iyi, ne "sırf" kötüdür. Her insan gibi, kalbin ruh ve nefs kutubları arasında son nefese değin süren azîm muharebeyi o da yaşamakta, nefsin elinden aman bulmuş velî kullardan olmadıkça, bazen ruhu, bazen de nefsi bu savaşta galib gelmektedir. Öyleyse, aceleci tek bir sıfat veya damgayla bir insan hakkında “iyi” veya “kötü” tarzında kestirme bir hükme varmaktansa, en münasibi, şayet bu kişinin nefsiyle muharebelerinde ruhunun zaferleri daha baskın ve billurlaşmışsa, ona “genel” olarak işte "iyi" bir insan, şayet nefsinin ruhuna daha fazla galebe çalması mevzubahis ise, bu kez ve yine “genel” olarak, ona da "kötü" bir insan demek mümkündür. Mümkündür ancak, o kişide iyiliğin ve kötülüğün yan yana ve nihaî vasfı son nefeste âşikâr olacak bir muharebe hâlinde bulunduğunu hiçbir ân hatırdan çıkarmamak şartıyla. Kısacası, her ne olursa olsun, o kişi "mutlak" iyi veya "mutlak" kötü değildir.
Anlaşılıyor ki, parçalara mıhlı hissî coşkunluk, “ya sevgi ya nefret” gibi bir aceleciliği; bu acelecilik ise, önümüzdeki kişi, şey veya meselede mündemiç olan birbirinden çok farklı vasıf çeşitlilik ve zenginliğini göremeyişimizi; üstelik ve daha da kötüsü, görmek de istemeyişimizi davet etmektedir. Aynı veya benzer husus, "insan"ların teşekkül ettirdiği kurum ve kuruluşların değerlendirilmesi için de mevzubahis olsa gerektir. Şöyle bakarsak "ruh"un ve "iyi"nin zaferleri, böyle bakarsak "nefs"in ve "kötü"nün galebe çaldığı noktalar fark edilebilecektir. Bir insan ve kuruluşun bizim için taşıdığı "fayda" keyfiyeti için de aynı şey geçerli değil mi? Şöyle bakarsak "faydalı", böyle bakarsak "zararlı". Peki ya bir "hadise" için? Yine onun için de geçerli, şöyle bakarsak bize yarar, böyle bakarsak yaramaz! Yeter ki, "asıl" kuvvetli, "diyalektik" sağlam olsun; dâvânın mukaddes ölçülerini aziz tutucu ve unsurlara hâkim kılıcı bir “tenzih” idrâkimiz ve “terkib” gücümüz bulunsun.
O hâlde, bir “parça”ya mıhlı sevgi yahut nefrette takılı veya çakılı kalmayıcı, aşk ve akıl kanatlarının muvazenesinde tebellür eden “tefekkür” ile kâinatı bir “bütün” olarak ve birbiriyle ilgi ve bağlılıkları içinde değerlendirici, kâinattaki çeşitliliği ve zenginliği fark edip böylece birbirinden ayırt edebilici bir bakış, hem alt seviyede yetersiz ve lüzumsuz değerlendirme ve anlaşmazlıkların fasid dairesinden bizi kurtarıcı, hem de kâinatın zenginliğiyle dâvâmızı ve dâvâ adamlığımızın keyfiyetini zenginleştirici olacaktır. Âlemde, herşeyin, herkesin ve her hadisenin kendi "öz" davamızı düzünden veya zıddından delillendirici bir "değer"i, bir "fayda"sı vardır ya, işte bunun gibi. Ya gerdanlık bütünü içinde bir "pırlanta" olur yahut dâvâ binasının harcına katılan "alelâde" bir unsur; "bütün"ün bizzat kendisidir onu "değerli", "faydalı" ve "iyi" tarzında tâyin eden yahut tam tersine, her zaman yahut belli bir zaman için ıskartaya çıkaran, bu şekilde onu dâvânın hizmetçisi kılarak "gübre"si yapan, böylece yine "fayda"ya tahvil eden. Hani, "elini küfre değdirse Şeriat doğuran soy" misâli ve bir de bunun tam zıddını yaşatan "asıl"sızlar, sahtekarlar, kaba softa ve ham yobazlar...
Toparlarsak: Parçalara mıhlı hissî coşkunluk, hiç kuşkusuz, bir kişi, bir şey, bir hadise, bir mesele hakkında, aşk ve nefret kutubları çerçevesinde, tek bir aceleci sıfatla yetinme kolaycılığına sapacaktır. Böyle bir aceleci hüküm, “ya hep ya hiç”e çıkartmak isteyecektir mevzu ve muhatabını, bu hükmü doğrulayıcı sayısız veriyi de kendine delil kılmaya çalışacaktır belki, ancak, arzetmeye çalıştığımız gibi, tüm bunlar, insandaki "ruh ve nefs" zıtlığı misâlince, hakikatin tümüne değil, resmin “bütün”üne değil, sadece bir cebhesine ışık tutabilecektir ve muhtemelen tam aksi delillendirmeleri davet etmekten başka da işe yaramayacaktır. Buysa, bir “fasid daire” değilse nedir? Büyük ve “bütün” dâvâlar, büyük ve “bütünü görücü” isbat ve isbatçılar gerektirmez mi? Biz yine gerekeni gerektiği yerde söyleyelim fakat, mevzu ve muhatabımızı, sevince haşmet ve velâyet katına, sevmeyince hiç ve şeytan derekesine indirmeyelim, bir parçaya takılı ve çakılı kalarak, Allahın “bir hikmete mebnî” sonsuz tecellilerinden gafil olmayalım, yani insaflı olalım ve âşık olduğumuz kadar, “akıllı” da olabilelim. Büyük ve bütün bir dâvânın âşığına da ancak bu yakışır çünkü. Aksi, çapımızın küçüklüğüyle, büyük ve bütün dâvâmızı nefsimizde küçültmek olmaz mı?
Gereken: Büyük ve bütün bir “tefekkür”; aşkın uçurduğu her seviye, her zemin ve her zamanda!.. Evet, “tefekkür”; şahsen ve şu ân için bu keyfiyeti taşımasak ve yaşatmasak da, her dem şuurunda olunması ve gayretlerimizi teksif ederek günden güne keyfiyetine bürünülmesi ve tatbikçisi olunması gereken haslet ve meziyet. Dâvâyı yükseltip muzaffer kılacak yegâne usûl, vesile ve manivela herhalde budur. Üstelik, değer ve hüviyeti sadece bizim kıra döke hecelemeye çalıştıklarımızın çerçevesiyle mahkûm ve sınırlı da değil; “tefekkür”, büyük dâvâ!..
Aşk ve akıl kanatlarının “muvazene”sinin uçurduğu “gerçek ve derin Müslüman”…
Furkan Dergisi, Sayı 22, Şubat 2008
DİĞER MAKALELER
- Teşkilatçının Hitab Tarzına Dair
***AKADEMYA'YA DOĞRU KÜLTÜR-SANAT PLATFORMU***
The WebAlias Network presents: ***AKADEMYA***KULTUR-SANAT PLATFORMU*** at www.akademya.up.to/
PARÇALARA MIHLI HİSSİYATIN GÖLGELEDİĞİ
Şimdi arzetmek istediğimiz husus, şayet üzerinde dikkatle düşünülürse, bir dâvânın savunucuları olarak, hadiselere yanaşan "hassasiyet" yapımıza da büyük ölçüde ayna tutmaktadır kanaatindeyiz.
Peki biraz iddialı da addedilebilecek bu tesbitimiz nedir diye sorarsanız, hiç beklemeden parçalara mıhlı "hissî coşkunluğumuz"dur deriz. Birisi çıkıp akıl kanadı olgunlaşmamış aşk, “tefekkür” yanı eksik hissîlik de diyebilir ki, buna da itiraz zor olur, yani doğrudur. Üstelik, teknik yazarlık becerimiz hasebiyle kendimizi de dahil edersek, hadiseleri daha bir serinkanlı ve akıllıca tartması beklenen yazan çizen insanlarımız da çoğu böyle. Peki, bu bir kusur mu? Bir yönüyle bizim ayırdedici vasfımız ve samimiyetimize bir nişâne. Ne var ki, her gülün bir dikeni olur mealince, bu “hassasiyet” yapısı, bazen kâinatı ve içindekileri eksik ve yanlış idrâk etmemize, bazen büyük ve bütün dâvâmızın nefs aynamıza bakanlarca eksik ve yanlış idrâk edilmesine, insanlar arası münasebetlerimizde ise bazen kırıp dökmemize yol açmıyor da değil.
Mesele şu: Bizler, şiddeti ve keyfiyeti şu veya bu derecede de olsa, dâvâmıza ve bu dâvâ çerçevesine giren kişi ve unsurlara âşık insanlarız, dâvâmızın mecnunu; bir deyişle, kâinata, mantık süzgeç ve soğukluğundan bakmak yerine, kıpır kıpır bir kalb ve hassasiyetle bakıyoruz, aslında ve itiraf etmek gerekirse, fikrinden ziyade his tarafı baskın bir göz ve tartımız var. Buysa, hem dâvâ adamlığının gerektirdiği kumaşın bir delil ve tezahürü, ama aynı zamanda biraz da zaafımız olan bir hususiyetin doğurucusu. Meselenin dâvâ aşkı dairesi dışında, bir de nefsine âşık olanlar vechesi var ki, bu nefsânî çerçeveyi mevzu bile etmiyoruz. Onun yaşatıldığı yerde, dâvâ adamlığının veya herhangi ulvî bir meselede “anlaşma”nın belki mevzuu bile kalmaz da ondan!
Şu mânâda bir zaaf bu: Aşkın olduğu kadar, dâvâ aşkının da türlü mertebeleri bulunuyor olsa dahi, bizimkisi biraz alt katmanlarda bir mertebede bulunduğu için, yani kâinatı olanca çeşitliliği ve zenginliği içinde bir “bütün” olarak mütâlaa etmek yerine, “parça”lara takılı veya çakılı olduğumuz için, bu “parça”yı çevreleyen daireyi kimi zaman derya addedebiliyoruz, böylesine dar bir zeminde hayatı ve hayattakileri mütâlaa ise, işte bahis konusu ettiğimiz mezkûr menfîlik ve anlaşmazlıkları, aynı şekilde zaaf şeklinde nitelediğimiz hususu doğuruyor, doğurabiliyor.
Bu nasıl oluyor derseniz; şöyle anlatmayı deneyelim: Hayata ve elbette hayatın içindekilere bu nevi “parçalara mıhlı” bir "aşk"la, aşkın da tabiatı gereği olan zabtedilemeyen bir his ve coşku yoğunluğuyla bakış, aşk ve nefretin birbirinin tamamlayıcı vecheleri olması çerçevesinde, sevdiğimiz “parça”yı tam sevmeyi, yani âlâ katında sahiblenerek zerrece toz kondurmamayı, fakat bu “parça”nın dışında kalan hemen herkes ve her şey arasında olup da bir şekilde sevmediğimiz veya sevemediğimizi ise, ednâ derekesine indirip çiğnemeyi, zerre iyi hususiyetini görmemeyi veya görmek istememe ihtirasını da birlikte getiriyor. Oysa, “bütün”ü göz önüne alabilici ve meseleleri “kuşbakışı” zâviyeden mütâlaa edebilici bir bakış, bu anlamda daha serinkanlı ve akıllıca, yani “muvazeneli” bir bakış, yani “tefekkür gözü”, âlemde varolanların “zâtıyla” tek başına iyi veya kötü olmadığını, "hadiseye yanaşan insan şuuru" misâlince, bakış açımıza ve o esnâdaki ölçümüze göre tek tek tüm bu varolanlarda sonsuz katmanlar ve içiçe geçmeler, birbirine belki zıd ancak birbirini tamamlayan vecheler ve vasıflar farkedebileceğimizi söyler ve gösterir bize. “Bütün resmi” gösterir ezcümle; ve tüm bu “bütünlük” içinden, zaman ve zeminle kayıtlı olarak ve o ân için elde etmek istediğimiz neticeye bir “vesile” olarak, birbirinden çok farklı hüküm ve verimler devşirebileceğimizi ihtar eder. Bir şey, sadece o şeyden ibaret değildir tek kelimeyle. Sanki tuz gibi; kimine kimi zaman yarar, kimine kimi zaman zarar, kimine kimi zaman ne yarar ne yaramaz.
Daha da sarahate kavuşturmayı denersek; meselâ içimizden veya dışımızdan bir insan "iyi" midir "kötü" müdür? Hiç kuşkusuz ne "sırf" iyi, ne "sırf" kötüdür. Her insan gibi, kalbin ruh ve nefs kutubları arasında son nefese değin süren azîm muharebeyi o da yaşamakta, nefsin elinden aman bulmuş velî kullardan olmadıkça, bazen ruhu, bazen de nefsi bu savaşta galib gelmektedir. Öyleyse, aceleci tek bir sıfat veya damgayla bir insan hakkında “iyi” veya “kötü” tarzında kestirme bir hükme varmaktansa, en münasibi, şayet bu kişinin nefsiyle muharebelerinde ruhunun zaferleri daha baskın ve billurlaşmışsa, ona “genel” olarak işte "iyi" bir insan, şayet nefsinin ruhuna daha fazla galebe çalması mevzubahis ise, bu kez ve yine “genel” olarak, ona da "kötü" bir insan demek mümkündür. Mümkündür ancak, o kişide iyiliğin ve kötülüğün yan yana ve nihaî vasfı son nefeste âşikâr olacak bir muharebe hâlinde bulunduğunu hiçbir ân hatırdan çıkarmamak şartıyla. Kısacası, her ne olursa olsun, o kişi "mutlak" iyi veya "mutlak" kötü değildir.
Anlaşılıyor ki, parçalara mıhlı hissî coşkunluk, “ya sevgi ya nefret” gibi bir aceleciliği; bu acelecilik ise, önümüzdeki kişi, şey veya meselede mündemiç olan birbirinden çok farklı vasıf çeşitlilik ve zenginliğini göremeyişimizi; üstelik ve daha da kötüsü, görmek de istemeyişimizi davet etmektedir. Aynı veya benzer husus, "insan"ların teşekkül ettirdiği kurum ve kuruluşların değerlendirilmesi için de mevzubahis olsa gerektir. Şöyle bakarsak "ruh"un ve "iyi"nin zaferleri, böyle bakarsak "nefs"in ve "kötü"nün galebe çaldığı noktalar fark edilebilecektir. Bir insan ve kuruluşun bizim için taşıdığı "fayda" keyfiyeti için de aynı şey geçerli değil mi? Şöyle bakarsak "faydalı", böyle bakarsak "zararlı". Peki ya bir "hadise" için? Yine onun için de geçerli, şöyle bakarsak bize yarar, böyle bakarsak yaramaz! Yeter ki, "asıl" kuvvetli, "diyalektik" sağlam olsun; dâvânın mukaddes ölçülerini aziz tutucu ve unsurlara hâkim kılıcı bir “tenzih” idrâkimiz ve “terkib” gücümüz bulunsun.
O hâlde, bir “parça”ya mıhlı sevgi yahut nefrette takılı veya çakılı kalmayıcı, aşk ve akıl kanatlarının muvazenesinde tebellür eden “tefekkür” ile kâinatı bir “bütün” olarak ve birbiriyle ilgi ve bağlılıkları içinde değerlendirici, kâinattaki çeşitliliği ve zenginliği fark edip böylece birbirinden ayırt edebilici bir bakış, hem alt seviyede yetersiz ve lüzumsuz değerlendirme ve anlaşmazlıkların fasid dairesinden bizi kurtarıcı, hem de kâinatın zenginliğiyle dâvâmızı ve dâvâ adamlığımızın keyfiyetini zenginleştirici olacaktır. Âlemde, herşeyin, herkesin ve her hadisenin kendi "öz" davamızı düzünden veya zıddından delillendirici bir "değer"i, bir "fayda"sı vardır ya, işte bunun gibi. Ya gerdanlık bütünü içinde bir "pırlanta" olur yahut dâvâ binasının harcına katılan "alelâde" bir unsur; "bütün"ün bizzat kendisidir onu "değerli", "faydalı" ve "iyi" tarzında tâyin eden yahut tam tersine, her zaman yahut belli bir zaman için ıskartaya çıkaran, bu şekilde onu dâvânın hizmetçisi kılarak "gübre"si yapan, böylece yine "fayda"ya tahvil eden. Hani, "elini küfre değdirse Şeriat doğuran soy" misâli ve bir de bunun tam zıddını yaşatan "asıl"sızlar, sahtekarlar, kaba softa ve ham yobazlar...
Toparlarsak: Parçalara mıhlı hissî coşkunluk, hiç kuşkusuz, bir kişi, bir şey, bir hadise, bir mesele hakkında, aşk ve nefret kutubları çerçevesinde, tek bir aceleci sıfatla yetinme kolaycılığına sapacaktır. Böyle bir aceleci hüküm, “ya hep ya hiç”e çıkartmak isteyecektir mevzu ve muhatabını, bu hükmü doğrulayıcı sayısız veriyi de kendine delil kılmaya çalışacaktır belki, ancak, arzetmeye çalıştığımız gibi, tüm bunlar, insandaki "ruh ve nefs" zıtlığı misâlince, hakikatin tümüne değil, resmin “bütün”üne değil, sadece bir cebhesine ışık tutabilecektir ve muhtemelen tam aksi delillendirmeleri davet etmekten başka da işe yaramayacaktır. Buysa, bir “fasid daire” değilse nedir? Büyük ve “bütün” dâvâlar, büyük ve “bütünü görücü” isbat ve isbatçılar gerektirmez mi? Biz yine gerekeni gerektiği yerde söyleyelim fakat, mevzu ve muhatabımızı, sevince haşmet ve velâyet katına, sevmeyince hiç ve şeytan derekesine indirmeyelim, bir parçaya takılı ve çakılı kalarak, Allahın “bir hikmete mebnî” sonsuz tecellilerinden gafil olmayalım, yani insaflı olalım ve âşık olduğumuz kadar, “akıllı” da olabilelim. Büyük ve bütün bir dâvânın âşığına da ancak bu yakışır çünkü. Aksi, çapımızın küçüklüğüyle, büyük ve bütün dâvâmızı nefsimizde küçültmek olmaz mı?
Gereken: Büyük ve bütün bir “tefekkür”; aşkın uçurduğu her seviye, her zemin ve her zamanda!.. Evet, “tefekkür”; şahsen ve şu ân için bu keyfiyeti taşımasak ve yaşatmasak da, her dem şuurunda olunması ve gayretlerimizi teksif ederek günden güne keyfiyetine bürünülmesi ve tatbikçisi olunması gereken haslet ve meziyet. Dâvâyı yükseltip muzaffer kılacak yegâne usûl, vesile ve manivela herhalde budur. Üstelik, değer ve hüviyeti sadece bizim kıra döke hecelemeye çalıştıklarımızın çerçevesiyle mahkûm ve sınırlı da değil; “tefekkür”, büyük dâvâ!..
Aşk ve akıl kanatlarının “muvazene”sinin uçurduğu “gerçek ve derin Müslüman”…
Furkan Dergisi, Sayı 22, Şubat 2008
DİĞER MAKALELER
- Teşkilatçının Hitab Tarzına Dair
***AKADEMYA'YA DOĞRU KÜLTÜR-SANAT PLATFORMU***
The WebAlias Network presents: ***AKADEMYA***KULTUR-SANAT PLATFORMU*** at www.akademya.up.to/