HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
Ordunun Kısımları
Ordu iki kısımdır. Bunlardan bir kısmı ihtiyatlardan oluşur. Bunlar ise, silah taşıyabilme gücüne sahip tüm Müslümanlardır. Bir kısmı da sürekli askerdirler. Bunlara devlet bütçesinden tıpkı diğer memurlar gibi maaş tahsis edilir.
Bu da cihadın farz oluşundan ötürüdür. Her Müslümana cihad farz kılınmıştır. Cihad için gereken eğitimi yapmak da farzdır. Bundan dolayı bütün Müslümanlar ihtiyat ordusundandır. Çünkü cihad olanlara farzdır. Onların bir bölümünün sürekli olarak asker olmalarının delili; "Bir vacibin yerine getirilebilmesi için gerekenler de vaciptir" şer’î kaidesidir. Çünkü sürekli olarak cihad farizasını yerine getirmek, İslâm beldesini himaye edip, Müslümanları kâfirlerden koruyabilme farizası sürekli bir ordu bulunmaksızın yerine getirilemez. İşte imamın daimi bir ordu meydana getirmesinin farziyetindeki gerekçe budur.
Sürekli olarak ordu içerisinde bulunan askerlere memurlar gibi maaşların tahsis edilmesine gelince: Bu durum askerler arasında bulunan gayr-i müslimler için açık bir husustur. Çünkü kâfirlerden cihad etmeleri istenmez. Eğer Müslümanlarla birlikte savaşmak isterlerse kabul edilebilir. Bu durumda onlara bir mal verilmesi caizdir. Tirmizi'nin Zühri'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Nebi (s.a.v.), kendisi ile birlikte savaşa katılan bir Yahudi topluluğa pay verdi.” [1] Bir diğer rivayete göre de; “Safvan b. Ümeyye, müşrik olduğu halde Nebi (s.a.v.)'le birlikte Huneyn savaşına katıldı. Nebi (s.a.v.) kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlerle birlikte Huneyn ganimetlerinden ona da pay verdi.” [2] Yine İbni Hişam'dan gelen bir rivayet şöyledir: "İçimizde, kim olduğu bilinmeyen, Kuzman denilen garip bir adam vardı. Ondan bahsedildiği zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi: “O, cehennem ehlindendir.” Dedi ki: Uhud günü o çok şiddetli bir şekilde savaştı. Tek başına sekiz veya dokuz müşrikle savaştı...” [3]
İşte bu deliller kâfirin, İslâm Ordusuyla birlikte bulunmasının caiz olduğunu, orduda bulunması dolayısıyla ona bir miktar mal verilebileceğini göstermektedir. Aynı şekilde icarenin tarifi, bir bedel karşılığında sağlanacak bir menfaat üzere yapılan bir akittir, şeklindedir. Bu da ücretle tutan kimsenin, ücretle çalıştırdığı kimseden elde etmesi mümkün olan her türlü menfaat karşılığında icarenin yapılmasının caiz olduğunu göstermektedir. Bunun kapsamına kişinin, askerlik ve savaş maksadıyla ücretle tutulması da girer. Çünkü bu bir menfaattır. Dolayısı ile icarenin herhangi bir menfaat üzere yapılabileceğine dair genel delil olma özelliği kâfirin, askerlik ve savaş için ücretle tutulmasının caiz olduğuna delildir. Müslüman olmayan kimse açısından durum böyledir.
Müslüman açısından duruma gelince; Müslüman için cihad, her ne kadar bir ibadet ise de, Müslüman kişinin askerlik ve savaş için ücretle tutulması caizdir. Buna delil; icarenin genel kapsamıdır. Diğer taraftan bir ibadeti ifa etmek üzere yapılan icare de -eğer bu ibadetin faydası, o ibadeti işleyen kişiyi aşarak başkalarına da dokunuyorsa- caizdir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz karşılığında ücret almaya en çok hak kazandığınız şey Allah'ın Kitabıdır.” [4]
Allah'ın Kitabını öğretmek bir ibadettir. Aynı şekilde Müslümanın ibadet olmakla birlikte, Kur'an öğretmek, imamlık yapmak, ezan okumak karşılığında ücretle tutulmasının caiz olduğu gibi cihad ve askerlik için tutulması da caizdir. Üstelik kendisi için cihad etmek farzı ayn olan kimselerin dahi, Müslüman olarak cihad etmek üzere ücretle tutulmalarının caiz olduğunun delili hadis-i şerifte açıkça varid olmuştur.
Buhari, Abdullah b. Amr'dan Rasulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaziye ecir vardır. Câil’e ise hem câil hem de gazi ecri vardır.” [5] Gazi, bizzat gaza eder. Câil ise başkası adına ücret karşılığında gazaya çıkar.
El-Kamus el-Muhit'de şöyle denilmektedir: "Ciâle, bir kişi için bir işi yapması karşılığında ona verilen şey demektir. Kişilerin kendi aralarında bir şeyler tayin etmelerine de tecâül denir. Senin, adına belli bir ücret karşılığında gaza ettiği şeye de cuûl denilir."
Ecir kelimesi ise, hem ücret hem ilahi mükafat anlamına gelen sevap hakkında da kullanılır. Ecrin salih amel karşılığında yüce Allah'ın kuluna verdiği sevap hakkında, icarenin de insanın bir diğer kimseye yaptığı işin karşılığı anlamında kullanılmasına ve "ecir" kelimesinin de buradan gelmesine gelince; bu şekildeki örfi tahsisin bir dayanağı yoktur. Sözlükte açıkça ifade edilen şey şudur: Ecir, herhangi bir amel karşılığında verilen karşılıktır. El-Kamus el-Muhit'te şöyle denmektedir: "Ecir, icare gibi bir işe karşılık olarak tespit edilen karşılıktır. Çoğu ücûr ve âcâr gelir."
"Gazi için gazasının sevabı vardır" hadis-i şerifinin manası ise şudur: Câil için alacağı ücret söz konusudur. Çünkü müşterek lafız, kullanıldığı taktirde karine yoluyla onunla ne denmek istendiği tayin edilir. Burada ise gazi kelimesi, ecir ile kastedilenin sevap olduğunu, Câil kelimesi ise, ecirden kastın ücret olduğunu tayin etmektedir. Çünkü bu kelimelerin her birisi maksat olan anlamı tayin eden bir karinedir.
Beyhaki, Cübeyr b. Nüfeyr'in şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimden gazaya çıkıp buna karşılık cüûl (ücret) alıp, böylelikle düşmanlarına karşı güç kazananların misali, kendi öz evladını emziren ve buna karşılık ücretini tahsil eden Musa'nın annesine benzer.” [6] Aynı şekilde cihad yapan bir kimsenin yaptığı ibadet ile Allah'a yaklaşan kurbet ehli kimselerden olması gibi bir özellik de aranmaz. Bu nedenle cihad için ücretli tutmak sahih olur. Buradan hareketle askere, tıpkı memurlar gibi maaş tespit edilebilir.
Silahlı kuvvetler tek bir kuvvet olup bu da ordudur. Bunların içerisinden özel bir şekilde düzenlenen ve özel bir kültür verilen özel bir kesim seçilir ve bunlara da polis denir.
Rasulullah (s.a.v.)'in yanındaki silahlı kuvvetler ordunun kendisiydi. Ordu içerisinden polisin yaptığı görevleri yapacak bir grup seçmiştir. Orduyu donatmış, orduya liderlik etmiş ve ordu için komutanlar tayin etmiştir.
Buhari'nin rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Kays b. Sa'd, Peygamber (s.a.v.)'in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi.” [7] Burada kastedilen kişi, Ensar'ın Hazrec kabilesinden Kays b. Sa’d b. Ubade'dir.
Bu konuda Tirmizi'nin rivayeti ise şöyledir: "Kays b. Sa'd, Peygamber (s.a.v.)'in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi. Ensardan birisi şöyle dedi: Yaptığı işler bakımından (emniyet müdürü konumundaydı).” [8]
İbni Hayyan bu hadisi şöyle yorumlamaktadır: "Huzuruna girdikleri taktirde Muhammed Mustafa'nın müşriklerden korunması için." Aynı şekilde polis teşkilatı ordudan önce gelen bir gruptur. El-Ezheri şöyle demektedir: "Her şeyin şurtası, o şeyin hayırlılarıdır. İşte polis de bunlardandır. Çünkü onlar ordunun seçkinleridirler. Ordunun önünden geçen ilk kesim olduğu da söylenmiştir. Kıyafet ve görünüşlerinde kendileri vasıtasıyla tanındıkları özel bir takım alametlerinin bulunmasından dolayı onlara 'şurta' denilmiştir."
Bu el-Esmai (adındaki lügat bilgini)'nin tercih ettiği görüştür. İşte bütün bunlar, şurta’nın (güvenlik ve polis güçlerinin) silahlı kuvvetler arasında yer aldığının delilleridir. Polis müdürünü tayin eden de Halife’dir. Tıpkı ordu komutanını tayin ettiği gibi. Polis teşkilatı ordunun bir bölümüdür. Ancak polisin, ordunun bir bölümü veyahut ondan bağımsız bir güç olması, Halife’ye terk edilmiş işlerdendir. Fakat hadis-i şeriften, polis müdürünün, imama gelebilecek herhangi bir zararı önlemek için tayin edildiği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde yöneticiye, gelebilecek zararları önlemesi de böyledir. O halde polis müdürü, imama ve aynı şekilde hâkime gelebilecek şeyleri def etmek için gerekli salahlı güçleri oluşturmak için tayin edilir. Bu silahlı güçler gerek duyacakları hususları imamın ya da yöneticinin emirlerini yerine getirmeye ve kendilerine gelmelerinden korktukları kötülükleri önlemeye hazırdırlar.
Sözlük anlamından anlaşıldığına göre polis; aynı şekilde ordunun önünden giden, bir takım alametleri olan, ordunun belli bir bölümünün de adıdır. Belki bu, orduya ait polis de olabilir. O halde bunun ordunun bir parçası olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Şu kadar var ki, yöneticilerin eli altında bulunan polisin, ordunun bir parçası olduğuna delil olabilecek herhangi bir şey yoktur. Bunların yapacakları işler, hâkimin önünde ve eli altındadır. Fakat yine bunların devletin silahlı kuvvetlerinden olduklarına delil olabilecek ifadeler de bulunmaktadır. Halife, buna göre şurtayı ordunun bir parçası haline getirebildiği gibi, ordudan ayrı olarak da müteala edilebilir. Ancak, Halife’nin tayin etmesi, bunlarla ilişkileri ve bunların Halifeden emir almaları bakımından silahlı kuvvetler bir bütündür. Bunların ordu ve polis diye birbirinden ayrı bölümlere ayrılması, silahlı güçler bünyesindeki silahlanma birliğini zayıflatır, güçsüzleştirir. Çünkü polis, her zaman için yöneticilerin eli altında sıradan işlerle meşgul olur. İşte bundan dolayı daha uygun olanı bütün silahlı güçlerin tek bir güç olmasıdır. Ta ki, silahlanma birimi, cihad için silahlanmayı ilgilendiren hususlarda yanı düzenlemelere uymak suretiyle hepsinden istenen güç seviyesinde bulunsun.
İşte bu nedenle silahlı kuvvetler, bizzat ordunun kendisidir. Bunlar arasından polis ve güvenlik işlerini yerine getirecek polis adında bir bölüm seçilir ve bunlar ordunun bir parçasını teşkil eder. Kısa bir süre sonra bu kesimler değiştirilir ve orduya iade edilirler. Onların dışında bir başka kesim bu işi yapmak üzere seçilir. Böylelikle bütün ordu, bir arada cihad meydanlarına katılma gücüne sahip olmaya ve aynı anda bunlara hazırlıklı olmaya devam edebilir.
Polis güçlerine, düzeni korumak, iç güvenliği kontrol altında tutmak, bütün yönleriyle tenfizi gerçekleştirmek görevleri verilir. Bunun gerekçesi ise, daha önce geçen Peygamber (s.a.v.)'in, Haris b. Sa'd'ı huzurunda polis müdürü konumunda görevlendirmesini ifade eden hadis-i şeriftir. Bu hadis, polis güçlerinin, yöneticilerin yanında yer aldıklarını ifade etmektedir. Onların yöneticilerin yanında bulunmalarının anlamı ise; şeriatın uygulanması, düzenin korunması, emniyetin muhafaza edilmesi için hâkim ve yöneticilerin gerek duyacakları tenfiz gücünü yerine getirmeleri içindir. Ayrıca bekçilik görevlerini de yerine getirirler ki, bu da hırsızları, fesat ehli ile kötülük yapacaklarından korkulan kimseleri takip etmek için geceleyin dolaşmaktır.
Abdullah b. Mesud, Ebu Bekir (r.a.) döneminde bu şekilde gece bekçiliği yapan bekçilerin başında bir emir idi. Ömer b. el Hattab, bizzat gece bekçiliği görevini yapıyor, kendisi ile birlikte azatlı kölesini de yanına alıyordu. Bazen beraberine Abdurrahman b. Avf'ı aldığı da oluyordu. Bundan dolayı bazı İslâm ülkelerinde dükkan sahiplerinin geceleyin bekçi ve koruyucular tutmaları, bunlar aracılığıyla evlerini korumaları veya devletin gece bekçileri tutarak bunların ücretlerini dükkan sahiplerinden alması yanlış bir uygulamadır. Çünkü böyle bir iş, gece bekçiliği kapsamına girer ve bunu yapmakla de devlet görevlidir. Bu iş polisin işlerindendir. İnsanlar bu işi görmekle mükellef tutulmayacakları gibi, bunun harcamalarını karşılamakla da mükellef değildirler.
İslâm Ordusu, birkaç ordudan meydana gelen tek bir ordu haline getirilir. Bu ordulardan her birisi için de bir sıra numarası verilir. Mesela Birinci Ordu, Üçüncü Ordu denilir ya da oraya vilayetlerden birinin adı veya amillik bölgelerinden birisinin adı verilir. Şam Ordusu, Mısır Ordusu, Sana Ordusu gibi isimler kullanılır.
İslâm Ordusu özel kışlalarda yerleştirilir. Her bir kışlada bir gurup asker bulunur. Kışlada ya bir ordu veya ordunun bir bölümü veya birkaç ordu konulabilir. Ancak, bu kışlaların değişik vilayetlerde konuşlandırılması bir kısmının da bazı askeri üslerde yerleştirilmesi gereklidir. Kimi kışlalar sürekli olarak gezici olur ve bunlar vurucu güç olur. Kışlaların her birisine özel bir isim verilir. Habbaniye Kışlası gibi. Her bir kışlanın özel bir sancağı bulunur.
Bu gibi düzenlemeler; Halife’nin görüş ve ictihadına göre ordulara vilayet isimleri ya da belli bir takım rakamların verilmesi gibi ya mübah isimlendirmeler arasından seçilir ya da ülkesini himaye edilmesi, ordunun güçlendirilmesi için kaçınılmaz ve gerekli uygulamalar olabilir. Ordunun kışlalara yerleştirilmesi, bu kışlaların bazılarının çeşitli vilayetlerde yer alması ve ülkeyi himaye etmek için bunların stratejik yerlere yerleştirilmesi gibi.
Ömer b. el-Hattab, ordu kışlalarını vilayetlere paylaştırmış, Filistin'de bir ordu ve Mısır'da bir ordu kurmuştu. Devlet merkezinde de bir ordu bulunurdu. Ayrıca verilecek ilk işaretle birlikte savaşa hazır tek bir orduyu da emri altında bulundururdu.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tirmizi
--------------------------------------------------------------------------------
[2] İbni Hişam
--------------------------------------------------------------------------------
[3] İbni Hişam
--------------------------------------------------------------------------------
[4] Buhari, 5296; İbni Abbas yoluyla rivayet etmiştir
--------------------------------------------------------------------------------
[5] Buhari, 2164; Ahmed b. Hanbel, 6335
--------------------------------------------------------------------------------
[6] Beyhaki
--------------------------------------------------------------------------------
[7] Buhari
--------------------------------------------------------------------------------
[8] Tirmizi
Ordu iki kısımdır. Bunlardan bir kısmı ihtiyatlardan oluşur. Bunlar ise, silah taşıyabilme gücüne sahip tüm Müslümanlardır. Bir kısmı da sürekli askerdirler. Bunlara devlet bütçesinden tıpkı diğer memurlar gibi maaş tahsis edilir.
Bu da cihadın farz oluşundan ötürüdür. Her Müslümana cihad farz kılınmıştır. Cihad için gereken eğitimi yapmak da farzdır. Bundan dolayı bütün Müslümanlar ihtiyat ordusundandır. Çünkü cihad olanlara farzdır. Onların bir bölümünün sürekli olarak asker olmalarının delili; "Bir vacibin yerine getirilebilmesi için gerekenler de vaciptir" şer’î kaidesidir. Çünkü sürekli olarak cihad farizasını yerine getirmek, İslâm beldesini himaye edip, Müslümanları kâfirlerden koruyabilme farizası sürekli bir ordu bulunmaksızın yerine getirilemez. İşte imamın daimi bir ordu meydana getirmesinin farziyetindeki gerekçe budur.
Sürekli olarak ordu içerisinde bulunan askerlere memurlar gibi maaşların tahsis edilmesine gelince: Bu durum askerler arasında bulunan gayr-i müslimler için açık bir husustur. Çünkü kâfirlerden cihad etmeleri istenmez. Eğer Müslümanlarla birlikte savaşmak isterlerse kabul edilebilir. Bu durumda onlara bir mal verilmesi caizdir. Tirmizi'nin Zühri'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Nebi (s.a.v.), kendisi ile birlikte savaşa katılan bir Yahudi topluluğa pay verdi.” [1] Bir diğer rivayete göre de; “Safvan b. Ümeyye, müşrik olduğu halde Nebi (s.a.v.)'le birlikte Huneyn savaşına katıldı. Nebi (s.a.v.) kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlerle birlikte Huneyn ganimetlerinden ona da pay verdi.” [2] Yine İbni Hişam'dan gelen bir rivayet şöyledir: "İçimizde, kim olduğu bilinmeyen, Kuzman denilen garip bir adam vardı. Ondan bahsedildiği zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi: “O, cehennem ehlindendir.” Dedi ki: Uhud günü o çok şiddetli bir şekilde savaştı. Tek başına sekiz veya dokuz müşrikle savaştı...” [3]
İşte bu deliller kâfirin, İslâm Ordusuyla birlikte bulunmasının caiz olduğunu, orduda bulunması dolayısıyla ona bir miktar mal verilebileceğini göstermektedir. Aynı şekilde icarenin tarifi, bir bedel karşılığında sağlanacak bir menfaat üzere yapılan bir akittir, şeklindedir. Bu da ücretle tutan kimsenin, ücretle çalıştırdığı kimseden elde etmesi mümkün olan her türlü menfaat karşılığında icarenin yapılmasının caiz olduğunu göstermektedir. Bunun kapsamına kişinin, askerlik ve savaş maksadıyla ücretle tutulması da girer. Çünkü bu bir menfaattır. Dolayısı ile icarenin herhangi bir menfaat üzere yapılabileceğine dair genel delil olma özelliği kâfirin, askerlik ve savaş için ücretle tutulmasının caiz olduğuna delildir. Müslüman olmayan kimse açısından durum böyledir.
Müslüman açısından duruma gelince; Müslüman için cihad, her ne kadar bir ibadet ise de, Müslüman kişinin askerlik ve savaş için ücretle tutulması caizdir. Buna delil; icarenin genel kapsamıdır. Diğer taraftan bir ibadeti ifa etmek üzere yapılan icare de -eğer bu ibadetin faydası, o ibadeti işleyen kişiyi aşarak başkalarına da dokunuyorsa- caizdir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz karşılığında ücret almaya en çok hak kazandığınız şey Allah'ın Kitabıdır.” [4]
Allah'ın Kitabını öğretmek bir ibadettir. Aynı şekilde Müslümanın ibadet olmakla birlikte, Kur'an öğretmek, imamlık yapmak, ezan okumak karşılığında ücretle tutulmasının caiz olduğu gibi cihad ve askerlik için tutulması da caizdir. Üstelik kendisi için cihad etmek farzı ayn olan kimselerin dahi, Müslüman olarak cihad etmek üzere ücretle tutulmalarının caiz olduğunun delili hadis-i şerifte açıkça varid olmuştur.
Buhari, Abdullah b. Amr'dan Rasulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaziye ecir vardır. Câil’e ise hem câil hem de gazi ecri vardır.” [5] Gazi, bizzat gaza eder. Câil ise başkası adına ücret karşılığında gazaya çıkar.
El-Kamus el-Muhit'de şöyle denilmektedir: "Ciâle, bir kişi için bir işi yapması karşılığında ona verilen şey demektir. Kişilerin kendi aralarında bir şeyler tayin etmelerine de tecâül denir. Senin, adına belli bir ücret karşılığında gaza ettiği şeye de cuûl denilir."
Ecir kelimesi ise, hem ücret hem ilahi mükafat anlamına gelen sevap hakkında da kullanılır. Ecrin salih amel karşılığında yüce Allah'ın kuluna verdiği sevap hakkında, icarenin de insanın bir diğer kimseye yaptığı işin karşılığı anlamında kullanılmasına ve "ecir" kelimesinin de buradan gelmesine gelince; bu şekildeki örfi tahsisin bir dayanağı yoktur. Sözlükte açıkça ifade edilen şey şudur: Ecir, herhangi bir amel karşılığında verilen karşılıktır. El-Kamus el-Muhit'te şöyle denmektedir: "Ecir, icare gibi bir işe karşılık olarak tespit edilen karşılıktır. Çoğu ücûr ve âcâr gelir."
"Gazi için gazasının sevabı vardır" hadis-i şerifinin manası ise şudur: Câil için alacağı ücret söz konusudur. Çünkü müşterek lafız, kullanıldığı taktirde karine yoluyla onunla ne denmek istendiği tayin edilir. Burada ise gazi kelimesi, ecir ile kastedilenin sevap olduğunu, Câil kelimesi ise, ecirden kastın ücret olduğunu tayin etmektedir. Çünkü bu kelimelerin her birisi maksat olan anlamı tayin eden bir karinedir.
Beyhaki, Cübeyr b. Nüfeyr'in şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimden gazaya çıkıp buna karşılık cüûl (ücret) alıp, böylelikle düşmanlarına karşı güç kazananların misali, kendi öz evladını emziren ve buna karşılık ücretini tahsil eden Musa'nın annesine benzer.” [6] Aynı şekilde cihad yapan bir kimsenin yaptığı ibadet ile Allah'a yaklaşan kurbet ehli kimselerden olması gibi bir özellik de aranmaz. Bu nedenle cihad için ücretli tutmak sahih olur. Buradan hareketle askere, tıpkı memurlar gibi maaş tespit edilebilir.
Silahlı kuvvetler tek bir kuvvet olup bu da ordudur. Bunların içerisinden özel bir şekilde düzenlenen ve özel bir kültür verilen özel bir kesim seçilir ve bunlara da polis denir.
Rasulullah (s.a.v.)'in yanındaki silahlı kuvvetler ordunun kendisiydi. Ordu içerisinden polisin yaptığı görevleri yapacak bir grup seçmiştir. Orduyu donatmış, orduya liderlik etmiş ve ordu için komutanlar tayin etmiştir.
Buhari'nin rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Kays b. Sa'd, Peygamber (s.a.v.)'in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi.” [7] Burada kastedilen kişi, Ensar'ın Hazrec kabilesinden Kays b. Sa’d b. Ubade'dir.
Bu konuda Tirmizi'nin rivayeti ise şöyledir: "Kays b. Sa'd, Peygamber (s.a.v.)'in yanında güvenlik güçleri komutanı ayarında idi. Ensardan birisi şöyle dedi: Yaptığı işler bakımından (emniyet müdürü konumundaydı).” [8]
İbni Hayyan bu hadisi şöyle yorumlamaktadır: "Huzuruna girdikleri taktirde Muhammed Mustafa'nın müşriklerden korunması için." Aynı şekilde polis teşkilatı ordudan önce gelen bir gruptur. El-Ezheri şöyle demektedir: "Her şeyin şurtası, o şeyin hayırlılarıdır. İşte polis de bunlardandır. Çünkü onlar ordunun seçkinleridirler. Ordunun önünden geçen ilk kesim olduğu da söylenmiştir. Kıyafet ve görünüşlerinde kendileri vasıtasıyla tanındıkları özel bir takım alametlerinin bulunmasından dolayı onlara 'şurta' denilmiştir."
Bu el-Esmai (adındaki lügat bilgini)'nin tercih ettiği görüştür. İşte bütün bunlar, şurta’nın (güvenlik ve polis güçlerinin) silahlı kuvvetler arasında yer aldığının delilleridir. Polis müdürünü tayin eden de Halife’dir. Tıpkı ordu komutanını tayin ettiği gibi. Polis teşkilatı ordunun bir bölümüdür. Ancak polisin, ordunun bir bölümü veyahut ondan bağımsız bir güç olması, Halife’ye terk edilmiş işlerdendir. Fakat hadis-i şeriften, polis müdürünün, imama gelebilecek herhangi bir zararı önlemek için tayin edildiği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde yöneticiye, gelebilecek zararları önlemesi de böyledir. O halde polis müdürü, imama ve aynı şekilde hâkime gelebilecek şeyleri def etmek için gerekli salahlı güçleri oluşturmak için tayin edilir. Bu silahlı güçler gerek duyacakları hususları imamın ya da yöneticinin emirlerini yerine getirmeye ve kendilerine gelmelerinden korktukları kötülükleri önlemeye hazırdırlar.
Sözlük anlamından anlaşıldığına göre polis; aynı şekilde ordunun önünden giden, bir takım alametleri olan, ordunun belli bir bölümünün de adıdır. Belki bu, orduya ait polis de olabilir. O halde bunun ordunun bir parçası olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Şu kadar var ki, yöneticilerin eli altında bulunan polisin, ordunun bir parçası olduğuna delil olabilecek herhangi bir şey yoktur. Bunların yapacakları işler, hâkimin önünde ve eli altındadır. Fakat yine bunların devletin silahlı kuvvetlerinden olduklarına delil olabilecek ifadeler de bulunmaktadır. Halife, buna göre şurtayı ordunun bir parçası haline getirebildiği gibi, ordudan ayrı olarak da müteala edilebilir. Ancak, Halife’nin tayin etmesi, bunlarla ilişkileri ve bunların Halifeden emir almaları bakımından silahlı kuvvetler bir bütündür. Bunların ordu ve polis diye birbirinden ayrı bölümlere ayrılması, silahlı güçler bünyesindeki silahlanma birliğini zayıflatır, güçsüzleştirir. Çünkü polis, her zaman için yöneticilerin eli altında sıradan işlerle meşgul olur. İşte bundan dolayı daha uygun olanı bütün silahlı güçlerin tek bir güç olmasıdır. Ta ki, silahlanma birimi, cihad için silahlanmayı ilgilendiren hususlarda yanı düzenlemelere uymak suretiyle hepsinden istenen güç seviyesinde bulunsun.
İşte bu nedenle silahlı kuvvetler, bizzat ordunun kendisidir. Bunlar arasından polis ve güvenlik işlerini yerine getirecek polis adında bir bölüm seçilir ve bunlar ordunun bir parçasını teşkil eder. Kısa bir süre sonra bu kesimler değiştirilir ve orduya iade edilirler. Onların dışında bir başka kesim bu işi yapmak üzere seçilir. Böylelikle bütün ordu, bir arada cihad meydanlarına katılma gücüne sahip olmaya ve aynı anda bunlara hazırlıklı olmaya devam edebilir.
Polis güçlerine, düzeni korumak, iç güvenliği kontrol altında tutmak, bütün yönleriyle tenfizi gerçekleştirmek görevleri verilir. Bunun gerekçesi ise, daha önce geçen Peygamber (s.a.v.)'in, Haris b. Sa'd'ı huzurunda polis müdürü konumunda görevlendirmesini ifade eden hadis-i şeriftir. Bu hadis, polis güçlerinin, yöneticilerin yanında yer aldıklarını ifade etmektedir. Onların yöneticilerin yanında bulunmalarının anlamı ise; şeriatın uygulanması, düzenin korunması, emniyetin muhafaza edilmesi için hâkim ve yöneticilerin gerek duyacakları tenfiz gücünü yerine getirmeleri içindir. Ayrıca bekçilik görevlerini de yerine getirirler ki, bu da hırsızları, fesat ehli ile kötülük yapacaklarından korkulan kimseleri takip etmek için geceleyin dolaşmaktır.
Abdullah b. Mesud, Ebu Bekir (r.a.) döneminde bu şekilde gece bekçiliği yapan bekçilerin başında bir emir idi. Ömer b. el Hattab, bizzat gece bekçiliği görevini yapıyor, kendisi ile birlikte azatlı kölesini de yanına alıyordu. Bazen beraberine Abdurrahman b. Avf'ı aldığı da oluyordu. Bundan dolayı bazı İslâm ülkelerinde dükkan sahiplerinin geceleyin bekçi ve koruyucular tutmaları, bunlar aracılığıyla evlerini korumaları veya devletin gece bekçileri tutarak bunların ücretlerini dükkan sahiplerinden alması yanlış bir uygulamadır. Çünkü böyle bir iş, gece bekçiliği kapsamına girer ve bunu yapmakla de devlet görevlidir. Bu iş polisin işlerindendir. İnsanlar bu işi görmekle mükellef tutulmayacakları gibi, bunun harcamalarını karşılamakla da mükellef değildirler.
İslâm Ordusu, birkaç ordudan meydana gelen tek bir ordu haline getirilir. Bu ordulardan her birisi için de bir sıra numarası verilir. Mesela Birinci Ordu, Üçüncü Ordu denilir ya da oraya vilayetlerden birinin adı veya amillik bölgelerinden birisinin adı verilir. Şam Ordusu, Mısır Ordusu, Sana Ordusu gibi isimler kullanılır.
İslâm Ordusu özel kışlalarda yerleştirilir. Her bir kışlada bir gurup asker bulunur. Kışlada ya bir ordu veya ordunun bir bölümü veya birkaç ordu konulabilir. Ancak, bu kışlaların değişik vilayetlerde konuşlandırılması bir kısmının da bazı askeri üslerde yerleştirilmesi gereklidir. Kimi kışlalar sürekli olarak gezici olur ve bunlar vurucu güç olur. Kışlaların her birisine özel bir isim verilir. Habbaniye Kışlası gibi. Her bir kışlanın özel bir sancağı bulunur.
Bu gibi düzenlemeler; Halife’nin görüş ve ictihadına göre ordulara vilayet isimleri ya da belli bir takım rakamların verilmesi gibi ya mübah isimlendirmeler arasından seçilir ya da ülkesini himaye edilmesi, ordunun güçlendirilmesi için kaçınılmaz ve gerekli uygulamalar olabilir. Ordunun kışlalara yerleştirilmesi, bu kışlaların bazılarının çeşitli vilayetlerde yer alması ve ülkeyi himaye etmek için bunların stratejik yerlere yerleştirilmesi gibi.
Ömer b. el-Hattab, ordu kışlalarını vilayetlere paylaştırmış, Filistin'de bir ordu ve Mısır'da bir ordu kurmuştu. Devlet merkezinde de bir ordu bulunurdu. Ayrıca verilecek ilk işaretle birlikte savaşa hazır tek bir orduyu da emri altında bulundururdu.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tirmizi
--------------------------------------------------------------------------------
[2] İbni Hişam
--------------------------------------------------------------------------------
[3] İbni Hişam
--------------------------------------------------------------------------------
[4] Buhari, 5296; İbni Abbas yoluyla rivayet etmiştir
--------------------------------------------------------------------------------
[5] Buhari, 2164; Ahmed b. Hanbel, 6335
--------------------------------------------------------------------------------
[6] Beyhaki
--------------------------------------------------------------------------------
[7] Buhari
--------------------------------------------------------------------------------
[8] Tirmizi