Dünyaya konup göçenler, uyanıp uyumak gibi bir döngü ile hayata katılıp ayrılırlar.
Kimi taht beşiğine doğar, kimi toprak üstüne. Kimi tantanalı merasimlerle uğurlanır son yolculuğuna, kiminin sırtını verecek bir kabri bile olmaz.
İşte böylesine derin adaletsizliklerle ayrılır bir hayat ötekinden.
Bu durum, bir isyan hali yaratır insanlarda ki lanetlenen hep dünya ya da kader olur.
Oysa insan, hayvan, bitki, hava, su, toprak gibi her suçsuzun vebali, insanın üstündedir.
Hepsi de insanın zulmünden az ya da çok nasibini almıştır.
Bu çerçevede, lanet iskemlesine insandan daha yakışan kim vardır ?
Toplumu oluşturan katmanların en belirginleri, güçlüler ve zayıflardır.
Detaya inince, zayıflardan güçlülere doğru küçük kopmalar olduğu görülür ki bu da orta sınıfı oluşturur. Çok karmaşık bir görünüm sunsa da, özünde toplumsal hayat, bir yer kapma ve kaptığı yeri kaptırmama mücadelesidir.
Güçlüler, bu mücadelenin hemen her zaman galibidirler.
Ve galipliğin doğası gereği, zayıflardan itaat beklerler.
Dolayısıyla zayıflar için sükunetin bedeli, kayıtsız şartsız bir teslimiyettir.
Yakınma, koşullara rıza göstermeme gibi hallerde gürültünün en büyüğü kopar. Bu anda, güçlünün hükmetme arzusuyla, dalkavukların küçük menfaatlere düşkün kanaatkarlığı birleşir.
Bu ikisi bir araya gelince, artık bundan doğacak zararı ölçmek mümkün olmaz.
Ölümden beter bir fitne salınır insanların arasına ki koskoca bir milleti sıtma tutmuşçasına sarsmaya yeter. İnsan insandan ayrılır, kardeş kardeşe düşman olur. Direnci kökünden söken bir eziyet, işkence ve sefalet dönemi başlar. Ve parlayan ne varsa, zulmün o koyu karanlığında tek tek söner. Bu böyle devam eder; ta ki bayrak düşüp, başlar eğilinceye kadar.
Yazık ki insanlık zulmü merhametten daha çok sevmiş.
Ve her nesil, zulmü miras bırakmış kendinden sonraki nesle tarih diye…
Bugün de değişen fazla bir şey yok. Hâlâ insan insana kul olmaya zorlanıyor.
Görünen o ki, insanlığın sırtından kıyamete kadar eksik olmayacak kırbaç izi.
Zaman bile güç yetiremeyecek bunu değiştirmeye.
Eziyet, işkence, sefalet, çaresizlik, umutsuzluk…
Eğer tatmadıysak, kahrolası birer kavram olmaktan öte bir şey değildir bizler için.
Oysa insanın insana reva gördüğü zulmü bilmek başka şeydir, yaşamak başka…
Bir an için kendinizi, piramitleri inşa etmek uğruna feda edilen on binlerce esirden birinin yerine koyun.
Veya ailesinden, toprağından zalimce koparılıp, ırgat olarak Amerika’ya taşınan yüz binlerce Afrikalı kölenin içinde ya da diktatörlerin zulmünde yitip giden mazlumlarla birlikte ölüm tarlalarından birinin dibinde düşünün kendinizi…
İlk insandan bu güne, milyarlarca insan gelip geçmiştir bu dünyadan. Kimi öylesine kuvvet ve iktidar sahibi olmuştur ki, tek bir söz ya da davranışı binlerce insanın hayatında olumlu ya da olumsuz değişiklikler meydana getirmiştir.
Kimi tüm zenginliğini ve saltanatını insanların gözyaşı ve mutsuzluğu üzerine kurmuştur. Kiminin kişisel ihtiras ve arzuları yüzbinleri ölüme sürüklemiştir.
Şimdi, zayıflar zayıf doğacak, yaşamı boyunca ezilecek ve aynı eziklik içerisinde ölümle kucaklaşacaklar; zalimler saltanat içerisinde ezerek yaşayacaklar ve ölümleri, hatta ölümden sonraları bile insanlar için eziyet olacak ve maz-lumun bilançosu zarar, zaliminki kârla kapanacak…(!)
Asla...
Ölüm üstünden geçti diye, yaşanan bunca şey, bunca hayat, iyilik-kötülük, adalet-zulüm toprağa karışıp kaybolmaz.