Muhtazaf
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Mar 2008
- Mesajlar
- 9,591
- Tepki puanı
- 957
- Puanları
- 113
- Yaş
- 66
- Web Sitesi
- www.aydin-aydin.com
Ölüm Gerçeği
Ölüm ve Hakkında Bazı Meseleler
Doç. Dr. Hüdaverdi Adam
Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Ölümün kaçınılmazlığı insanı ve insan bilimcilerini her zaman düşündürmüş ve hayatın anlamı üzerinde araştırma yapmaya sevk etmiştir. Eğer bütün yaptıklarımız bir gün yok olup gidecekse hayatın bir anlamı olabilir mi sorusu kişilerin huzurunu kaçırabilir ve hayatın anlamsız, amaçsız olduğuna dair düşünceler gelişebilir.
İnsanlar hayatlarında anlam ararlar. Biyolojik olarak sinir sistemi, beynin kendisine gelen uyarıları otomatik olarak, belli bir sistem içinde gruplandırması esasına göre düzenlenmiştir. Anlam aynı zamanda bir egemenlik duygusu da sağlar. Belli bir bağlamdan yoksun, gelişigüzel olayların karşısında kendimizi çaresiz ve şaşkın hissettiğimiz için, onları düzene koymaya ve bunu yaparken de onların üzerinde bir denetim duygusu kazanmaya çalışırız. Daha da önemlisi anlam, değerlerin ve dolayısıyla davranış kurallarının kaynağını oluşturur. Bu durumda niçin sorularının (niçin yaşıyorum?) cevabı, aynı zamanda nasıl sorularına (nasıl yaşıyorum?) bir çözüm getirir.
Anlam arayışı, haz arayışına benzer ve aynı şekilde dolaylı olarak yönlendirilmelidir. Anlam, anlamlı etkinlikler sonucunda oluşur. Her insan kendi hayatına kendi etkinlikleriyle anlam katmak zorundadır. Bu anlamda mesela Freud hayatın anlamının "Üretmek ve sevmek" olduğunu söylemiştir. Bir çocuk büyütmek, aile kurmak, çalışmak, para kazanmak, kitap yazmak, yardım kurumlarında çalışmak, bilgiyi paylaşmak, gelecek kuşaklara paylaşılabilecek bir şeyler bırakmak gibi şeyler kişilerin hayatlarını anlamlandırabilecekleri öğelerden biri veya bir kaçı olabilir.
Hayatımızı çift ya da gruplar içinde geçirmek için pek çok çaba sarf ederiz. Ama nasıl yalnız doğmuşsak, yalnız ölmek zorunda olduğumuz da bir gerçek olarak bilincimizdedir. I. Yalom 10 yılı aşkın bir süre ölüme yaklaşan kanser hastalarıyla yaptığı çalışmalarda, ölmenin en korkunç yanının, onu yalnız yapmak zorunda oldukları, ölüm anında bile, bir başkasının tüm varlığıyla yanımızda olmasını istemenin ölümün yalnızlığını hafifletebileceği gerçeğini öğrenmiştir. "Teknende yalnız da olsan, yakınlarda inip çıkan diğer teknelerin ışıklarını görmek her zaman avutucudur."
Ölüme karşı ruhsal tepki dört basamaktan geçer:
1. İnkar: Ölümle sonuçlanacak bir hastalığı olduğunu öğrenen kişi de ilk oluşacak tepki inkar olabilir. Hasta "Hayır, bu doğru değil, yanlışlık oldu, ben hasta değilim" şeklinde inkar savunması ile kaygı ve depresyonla mücadele edebilir.
2. Öfke: Hasta "Neden ben?" sorusuna yanıt arar ve hayatını sorgular. Yakınlarına ve doktorlarına öfke duymaya başlar. Bu öfkesinden ürken aile bireyleri hastadan uzaklaşabilir veya ayırdıkları zamanı azaltırlarsa, hasta çaresizlik duygularını daha yoğun hisseder.
3. Depresyon: Hastada kendini suçlama, ümitsizlik ve çaresizlik duygularına bağlı olarak depresyon gelişir.
4. Kabullenme: Hasta artık durumunu kabullenmiş ve bir yerde kaderine boyun eğmiştir. Hastalara kabullenme sürecinde, ABD ve Avrupa'da psikoterapi yardım ve destek grupları yardım verir. Bu gruplarda hastaların kendilerini ifade etmeleri sağlanır ve iyileşme ümidinin ölümü, huzurla kabul etme ümidine dönmesi için desteklenirler. Ülkemizde henüz ölümü bekleyen hastalar için psikoterapi grupları oluşmamıştır. Ama kültürümüzde hasta ve yaşlı insanlara verilen önem, aile bağları, hasta kişileri hastanelerde ziyaret etme, yalnız bırakmama gibi insani öğeler, kısmen de olsa bu insanların acılarını göğüslemede onlara yardımcı olmaktadır.
Hayat ölüm için, ölüm de hayat için son derece anlamlıdır. Hayatı olmayan bir ölüm nasıl hiçlik ve yokluk demekse; ölümü olmayan bir hayat da öyledir. Eşya zıtlarıyla kaim olduğu için gecenin varlığı gündüzü, akın varlığı karayı, ölümün varlığı da hayatı anlamlı hale getirir. Allah Teâlâ bu gerçeği "Sizin hanginizin daha iyi amel yaptığını sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan Allah'tır." buyurarak ifade eder. Buradan anlaşıldığına göre hayat ve ölüm imtihan amaçlıdır. Hayat olmasa ölümün; ölüm olmasa hayatın imtihan gayesi tahakkuk etmezdi.
Ayette ölümün hayattan önce zikredilmiş olmasını değerlendiren müfessirlerden bir kısmı bunu insanın doğmadan önceki haliyle irtibatlandırırken bir kısmı da ölümün hayırlı işler yapmaya daha müessir oluşu üzerinde durmuşlardır. Sahabelerden İbn Mes'ud ve onu izleyen bazıları özellikle: "Lezzetleri tarumar eden ölümü çokça hatırlayın."[SUP]1[/SUP] hadisinden hareketle ölümün hayat üzerindeki düzenleyici etkisine ve terbiye edici tesirine dikkat çekmişlerdir.
İnsan unutmaya meyyal bir varlıktır. Bu yüzden "Hafızay-ı beşer nisyan ile ma'luldür" denilmiştir. Bu sebeple insan her zaman bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaç duyar. Her gün karşılaştığımız ölüm ve cenaze olayları, bizlere "ölümün ne güzel bir nasihatçi" olduğunu haykırır.
Ölümü nazar-ı itibara alıp onunla son bulacak bir hayatın kıymetini ölçüp tartmak akıllıca bir hareket olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü sonrasını düşünmeyenler için, ölümü düşünmek kaygı verici bir olaydır. Hatta ümitsizlik kaynağıdır. Ölüm kaygısı taşıyanların bir kısmı, "nasıl olsa bir daha dünyaya gelmeyecekleri" düşüncesiyle ölümü ve ölüm ötesini hiç düşünmeden dünyadan kâm almaya kalkarlar. Bir kısmı da ölüm rahatlığına ermek sevdasına kapılırlar. Bu ikisi arasında aslında doğru olan davranış ölümün de hayatın da imtihan gayeli olduğunu bilip ebedi hayat için hazırlanmaktır.
Kur'an ve hadislerde dünya hayatının geçiciliği, çekiciliği üzerinde sıkça durulmuş ve insanların dikkatleri ölüm ötesi ebedi hayata çekilmek istenmiştir. Nitekim bununla ilgili bir ayette "Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçıların da hoşuna giden bir bitki gibi, önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir."[SUP]2[/SUP] "Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur."[SUP]3[/SUP] buyurulmaktadır.
Bu ayetlerle insanlardan istenen bir hayattan ötekine geçerken ilerideki daha üstün hayata yükselmek için faydalı işler yapmak ve bu geçiş ortamını ebedi hayatın başlangıcı gibi algılamaktır. Fani hayatın "bütün lezzetlerini tarumar eden", sevgilileri birbirinden ayıran, ocak yıkıp yürek yakan, evlatları yetim anaları dul bırakan, servetleri hâk ile yeksan eden ölüm, Allah için çalışmış, iman ve itminan ile dolu gönüller için Hakk'ın rızasına kavuşmanın mutlu sonudur.
Bu yüzden: "Bir aylık ömrünüz kalsa ne yapardınız?" sorusuna muhatap olan kimse elbette hemen "hüsn-i hatime" kaygısına düşerek: "Acaba benim ölümüm Hakk'ın rızasına kavuşmak mı, yoksa eli boş bir tükenme mi?" diye düşünür. Bu tür bir düşüncenin "tul-i emel" dediğimiz dünya tutkusunu azaltmada müessir olduğu muhakkaktır. Çünkü böyle bir düşünce insanı muhasebeye hazırlar.
Tasavvuf çevrelerinde, er-Riaye isimli eserinde işlediği muhasebe kavramı sebebiyle "el-Muhasibi" lakabını aldığı söylenen Haris b. Esed el Muhasibi, muhasebeyi ikiye ayırmaktadır: Birincisi yapacağımız işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir.
Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı zararlıdan ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli bir biçimde zararlıyı terk eder ve yararlıyı yaparız. Bu tür bir muhasebe insanın önünü görerek ve sağlam yere basarak güvenle yürümesini sağlar. Otokontrol mekanizmasını randımanlı bir biçimde çalıştırır. İnsanın sürçme ve ayak kaymalarını önler. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa olamayacağı gibi, muhasebe olmadan da yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır. İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı iş ve davranışları gözden geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa ondan tövbe etmesi demektir. Netice itibariyle Allah, kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan sonra da yapılan işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini istemektedir. Kulun ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ olduğu sürece, muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.
Gaflet, ahiretle aramıza perde olmuş, kalp kasveti Allah'ın tehditlerine rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası Allah'ın emirlerine karşı basiretimizi bağlamış, dünya düşüncesi bütün düşüncelerimize galebe çalmış görünüyor. Nitekim konu ile ilgili olarak Allah Teala "Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah da onlara nefislerini unutturdu."[SUP]4[/SUP] buyurur ki bir kısım müfessirler bunu "Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu." şeklinde anlamışlardır.
Allah iyi işler yapanları aziz kılar. İman etmekle birlikte insan olmanın gereği kusur işleyenleri, en güzel biçimde çalışamamış olanları tövbe etmeleri halinde bağışlar. Ölüm ve hayatın yaratılmasının en yararlı işlerle müsabaka imtihanının biricik gayesi, varlığın sahibini bilmek, O'na kulluk bilincine ermektir. Çünkü Kur'an'da insanın varlık sebebini anlatan ayette: "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım[SUP]5[/SUP] buyurularak bu gerçek ifade edilmiştir. Hadis-i şerifte de: "Ben gizli bir hazine idim, tanınmak istedim ve bunun için mahlukatı yarattım."[SUP]6[/SUP] buyurulmuştur.
Bu ayet ve hadisin ışığında varlık sebebimiz kulluktur. Ancak insanoğlunun hayatın her safhasını kulluk bilinci ile donatması zor bir olaydır. Ölümün hangi zaman ve vakitte, nerede ve hangi şartlarda geleceği bilinmemektedir. Bu bilinmezlik yerine göre bir rahmet olmakla birlikte, bazen de ölümü çok uzaklarda görme şeklinde gaflete de sebep olabilmektedir. Hayatımızda Ramazan iklimi gibi ibadet-yoğun mevsimlerin varlığı, bizim gaflet sislerini dağıtıp basiretin aydınlık ortamına çıkmamızı sağlamaktadır. Hz Peygamber'in: "Her namazınızı son namazınız imiş gibi kılın[SUP]7[/SUP] hadisinden yola çıkarak bir aylık ömrü kalan bir insanın duyarlılığının, ölüm konusunda hazırlıklı olmaya vesile ve sebep olması gerekir.
Bir aylık ömrü kalmış, ölümün hızla kendisine yaklaştığını hisseden insan, kavuşacağı Rabbinin isteklerini yerine getirmeye yoğunlaşmalı, O'na O'nun sevdiği şeylerle kavuşmaya; O'nun rızasını kazanarak ulaşmaya çalışmalıdır. Çünkü hedef rızay-ı İlahidir. Rızay-ı İlahiyi kazanmak ise önce O'ndan razı olmaktan sonra da O'nu razı edecek amel işlemekten geçer. Buna göre hayat, ölüm ve ölüm ötesi için "en güzel amel" yarışıdır. Bir yıl olsa da, bin yıl olsa da geriye bir ay kalsa da "en iyi amel yarışı" ve en güzel kulluk arayışı sürmelidir.
Amel yarışı ve kulluk arayışında denge ve itidal çizgisi son derece önemlidir. Ne büsbütün seccadeye mıhlanmış bir baş, ne sürekli gözden akan yaş ve ne de bağrı taş olmak gerekir. Hepsinden iyisi gönlü arıtmak ve bir gönle girmektir. Gönlü arıtmadan, tevbe ile günah kirlerinden arınmadan mutmain bir kalbe, "leyyin" bir ahlâka ermek ve Hakk ile vuslata varmak mümkün değildir.
İnsanlarla ilişkilerde hak ve vazife kavramı ile birlikte iyi geçimli olarak onların hüsn-i şehadetlerini almak da ayrı bir anlam taşır. Allah, insanların birbirleri hakkındaki hüsn-i şehadetlerine önem vermekte ve onları yeryüzünde Allah'ın şahitleri saymaktadır. Nitekim Allah Resulü bir cenaze sonrasında halkın cenazeyi hayırla anması üzerine: "Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Bir başka seferinde ise kötü sıfatlarla anılan bir kimse hakkında yine: "Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Sebebi sorulduğunda: "Hayırla andığınıza Cennet, şerle andığınıza ise Cehennem vacib oldu. Çünkü siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz."[SUP]8[/SUP] buyurdu.
İnsanların insanlar hakkında vereceği kıymet hükümleri önem arz ettiğine göre insanların gönüllerini incitecek ve onların kendisi hakkında "kötü adam" değerlendirmesine sebep olacak davranışlardan sakınmak da son derece mühimdir. Zira hiçbir kalbe, kırılarak girilemeyeceği bilinen hususlardandır.
İslam'ın genel tarifi: "Yaradan'a kulluk ve yaratıklara şefkat ve dostluk" olduğuna göre mü'min insan hayatını yaşarken bu iki ana noktaya yoğunlaşmalı, İlahi hukuku ve insanların haklarını kâmil mânâda ifa ve icra etmelidir. İtibar, son nefese olduğuna göre, son nefesini imanla alıp verecek bir doygunluğa erişmeye çalışmalıdır. Çünkü: "Nasıl yaşarsak öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle haşroluruz."
İman ehli için hayat vazifesinin getirdiği külfetlerden bir terhis, dünya meydanındaki imtihanda kulluk vazifesinden bir paydos, öbür aleme göç etmiş ahbabına kavuşmak için bir vesile, hakiki vatanına dönmeye bir vasıta, dünya zindanından Cennet bahçelerine bir davet ve yüce Allah'ın fazlından, hizmetine mukabil ücret alma anı olarak telakki edilen ölüm, pek çok insan için ürkütücü ve halledilmesi çok zor bir problemdir.
İnsanlık, ilk yaratıldığı günden itibaren ölüm ve ölümden sonrasını düşünmüş, dinler de onların bu mevzudaki problemlerini çözmek için gelmiş ve onların "Ben kimim?", "Nereden geldim?" ve "Nereye gidiyorum?" şeklindeki sorularına cevap vermiştir.
İslam dini de bu meseleye diğer dinler gibi çok önem atfetmiş, Ahiret'e imanı inanç esasları arasında mütalaa ederek ona Allah'a imandan sonra ikinci sırada yer vermiştir.
Ölüm ve Hakkında Bazı Meseleler
Doç. Dr. Hüdaverdi Adam
Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Ölümün kaçınılmazlığı insanı ve insan bilimcilerini her zaman düşündürmüş ve hayatın anlamı üzerinde araştırma yapmaya sevk etmiştir. Eğer bütün yaptıklarımız bir gün yok olup gidecekse hayatın bir anlamı olabilir mi sorusu kişilerin huzurunu kaçırabilir ve hayatın anlamsız, amaçsız olduğuna dair düşünceler gelişebilir.
İnsanlar hayatlarında anlam ararlar. Biyolojik olarak sinir sistemi, beynin kendisine gelen uyarıları otomatik olarak, belli bir sistem içinde gruplandırması esasına göre düzenlenmiştir. Anlam aynı zamanda bir egemenlik duygusu da sağlar. Belli bir bağlamdan yoksun, gelişigüzel olayların karşısında kendimizi çaresiz ve şaşkın hissettiğimiz için, onları düzene koymaya ve bunu yaparken de onların üzerinde bir denetim duygusu kazanmaya çalışırız. Daha da önemlisi anlam, değerlerin ve dolayısıyla davranış kurallarının kaynağını oluşturur. Bu durumda niçin sorularının (niçin yaşıyorum?) cevabı, aynı zamanda nasıl sorularına (nasıl yaşıyorum?) bir çözüm getirir.
Anlam arayışı, haz arayışına benzer ve aynı şekilde dolaylı olarak yönlendirilmelidir. Anlam, anlamlı etkinlikler sonucunda oluşur. Her insan kendi hayatına kendi etkinlikleriyle anlam katmak zorundadır. Bu anlamda mesela Freud hayatın anlamının "Üretmek ve sevmek" olduğunu söylemiştir. Bir çocuk büyütmek, aile kurmak, çalışmak, para kazanmak, kitap yazmak, yardım kurumlarında çalışmak, bilgiyi paylaşmak, gelecek kuşaklara paylaşılabilecek bir şeyler bırakmak gibi şeyler kişilerin hayatlarını anlamlandırabilecekleri öğelerden biri veya bir kaçı olabilir.
Hayatımızı çift ya da gruplar içinde geçirmek için pek çok çaba sarf ederiz. Ama nasıl yalnız doğmuşsak, yalnız ölmek zorunda olduğumuz da bir gerçek olarak bilincimizdedir. I. Yalom 10 yılı aşkın bir süre ölüme yaklaşan kanser hastalarıyla yaptığı çalışmalarda, ölmenin en korkunç yanının, onu yalnız yapmak zorunda oldukları, ölüm anında bile, bir başkasının tüm varlığıyla yanımızda olmasını istemenin ölümün yalnızlığını hafifletebileceği gerçeğini öğrenmiştir. "Teknende yalnız da olsan, yakınlarda inip çıkan diğer teknelerin ışıklarını görmek her zaman avutucudur."
Ölüme karşı ruhsal tepki dört basamaktan geçer:
1. İnkar: Ölümle sonuçlanacak bir hastalığı olduğunu öğrenen kişi de ilk oluşacak tepki inkar olabilir. Hasta "Hayır, bu doğru değil, yanlışlık oldu, ben hasta değilim" şeklinde inkar savunması ile kaygı ve depresyonla mücadele edebilir.
2. Öfke: Hasta "Neden ben?" sorusuna yanıt arar ve hayatını sorgular. Yakınlarına ve doktorlarına öfke duymaya başlar. Bu öfkesinden ürken aile bireyleri hastadan uzaklaşabilir veya ayırdıkları zamanı azaltırlarsa, hasta çaresizlik duygularını daha yoğun hisseder.
3. Depresyon: Hastada kendini suçlama, ümitsizlik ve çaresizlik duygularına bağlı olarak depresyon gelişir.
4. Kabullenme: Hasta artık durumunu kabullenmiş ve bir yerde kaderine boyun eğmiştir. Hastalara kabullenme sürecinde, ABD ve Avrupa'da psikoterapi yardım ve destek grupları yardım verir. Bu gruplarda hastaların kendilerini ifade etmeleri sağlanır ve iyileşme ümidinin ölümü, huzurla kabul etme ümidine dönmesi için desteklenirler. Ülkemizde henüz ölümü bekleyen hastalar için psikoterapi grupları oluşmamıştır. Ama kültürümüzde hasta ve yaşlı insanlara verilen önem, aile bağları, hasta kişileri hastanelerde ziyaret etme, yalnız bırakmama gibi insani öğeler, kısmen de olsa bu insanların acılarını göğüslemede onlara yardımcı olmaktadır.
Hayat ölüm için, ölüm de hayat için son derece anlamlıdır. Hayatı olmayan bir ölüm nasıl hiçlik ve yokluk demekse; ölümü olmayan bir hayat da öyledir. Eşya zıtlarıyla kaim olduğu için gecenin varlığı gündüzü, akın varlığı karayı, ölümün varlığı da hayatı anlamlı hale getirir. Allah Teâlâ bu gerçeği "Sizin hanginizin daha iyi amel yaptığını sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan Allah'tır." buyurarak ifade eder. Buradan anlaşıldığına göre hayat ve ölüm imtihan amaçlıdır. Hayat olmasa ölümün; ölüm olmasa hayatın imtihan gayesi tahakkuk etmezdi.
Ayette ölümün hayattan önce zikredilmiş olmasını değerlendiren müfessirlerden bir kısmı bunu insanın doğmadan önceki haliyle irtibatlandırırken bir kısmı da ölümün hayırlı işler yapmaya daha müessir oluşu üzerinde durmuşlardır. Sahabelerden İbn Mes'ud ve onu izleyen bazıları özellikle: "Lezzetleri tarumar eden ölümü çokça hatırlayın."[SUP]1[/SUP] hadisinden hareketle ölümün hayat üzerindeki düzenleyici etkisine ve terbiye edici tesirine dikkat çekmişlerdir.
İnsan unutmaya meyyal bir varlıktır. Bu yüzden "Hafızay-ı beşer nisyan ile ma'luldür" denilmiştir. Bu sebeple insan her zaman bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaç duyar. Her gün karşılaştığımız ölüm ve cenaze olayları, bizlere "ölümün ne güzel bir nasihatçi" olduğunu haykırır.
Ölümü nazar-ı itibara alıp onunla son bulacak bir hayatın kıymetini ölçüp tartmak akıllıca bir hareket olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü sonrasını düşünmeyenler için, ölümü düşünmek kaygı verici bir olaydır. Hatta ümitsizlik kaynağıdır. Ölüm kaygısı taşıyanların bir kısmı, "nasıl olsa bir daha dünyaya gelmeyecekleri" düşüncesiyle ölümü ve ölüm ötesini hiç düşünmeden dünyadan kâm almaya kalkarlar. Bir kısmı da ölüm rahatlığına ermek sevdasına kapılırlar. Bu ikisi arasında aslında doğru olan davranış ölümün de hayatın da imtihan gayeli olduğunu bilip ebedi hayat için hazırlanmaktır.
Kur'an ve hadislerde dünya hayatının geçiciliği, çekiciliği üzerinde sıkça durulmuş ve insanların dikkatleri ölüm ötesi ebedi hayata çekilmek istenmiştir. Nitekim bununla ilgili bir ayette "Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçıların da hoşuna giden bir bitki gibi, önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir."[SUP]2[/SUP] "Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur."[SUP]3[/SUP] buyurulmaktadır.
Bu ayetlerle insanlardan istenen bir hayattan ötekine geçerken ilerideki daha üstün hayata yükselmek için faydalı işler yapmak ve bu geçiş ortamını ebedi hayatın başlangıcı gibi algılamaktır. Fani hayatın "bütün lezzetlerini tarumar eden", sevgilileri birbirinden ayıran, ocak yıkıp yürek yakan, evlatları yetim anaları dul bırakan, servetleri hâk ile yeksan eden ölüm, Allah için çalışmış, iman ve itminan ile dolu gönüller için Hakk'ın rızasına kavuşmanın mutlu sonudur.
Bu yüzden: "Bir aylık ömrünüz kalsa ne yapardınız?" sorusuna muhatap olan kimse elbette hemen "hüsn-i hatime" kaygısına düşerek: "Acaba benim ölümüm Hakk'ın rızasına kavuşmak mı, yoksa eli boş bir tükenme mi?" diye düşünür. Bu tür bir düşüncenin "tul-i emel" dediğimiz dünya tutkusunu azaltmada müessir olduğu muhakkaktır. Çünkü böyle bir düşünce insanı muhasebeye hazırlar.
Tasavvuf çevrelerinde, er-Riaye isimli eserinde işlediği muhasebe kavramı sebebiyle "el-Muhasibi" lakabını aldığı söylenen Haris b. Esed el Muhasibi, muhasebeyi ikiye ayırmaktadır: Birincisi yapacağımız işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir.
Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı zararlıdan ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli bir biçimde zararlıyı terk eder ve yararlıyı yaparız. Bu tür bir muhasebe insanın önünü görerek ve sağlam yere basarak güvenle yürümesini sağlar. Otokontrol mekanizmasını randımanlı bir biçimde çalıştırır. İnsanın sürçme ve ayak kaymalarını önler. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa olamayacağı gibi, muhasebe olmadan da yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır. İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı iş ve davranışları gözden geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa ondan tövbe etmesi demektir. Netice itibariyle Allah, kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan sonra da yapılan işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini istemektedir. Kulun ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ olduğu sürece, muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.
Gaflet, ahiretle aramıza perde olmuş, kalp kasveti Allah'ın tehditlerine rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası Allah'ın emirlerine karşı basiretimizi bağlamış, dünya düşüncesi bütün düşüncelerimize galebe çalmış görünüyor. Nitekim konu ile ilgili olarak Allah Teala "Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah da onlara nefislerini unutturdu."[SUP]4[/SUP] buyurur ki bir kısım müfessirler bunu "Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu." şeklinde anlamışlardır.
Allah iyi işler yapanları aziz kılar. İman etmekle birlikte insan olmanın gereği kusur işleyenleri, en güzel biçimde çalışamamış olanları tövbe etmeleri halinde bağışlar. Ölüm ve hayatın yaratılmasının en yararlı işlerle müsabaka imtihanının biricik gayesi, varlığın sahibini bilmek, O'na kulluk bilincine ermektir. Çünkü Kur'an'da insanın varlık sebebini anlatan ayette: "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım[SUP]5[/SUP] buyurularak bu gerçek ifade edilmiştir. Hadis-i şerifte de: "Ben gizli bir hazine idim, tanınmak istedim ve bunun için mahlukatı yarattım."[SUP]6[/SUP] buyurulmuştur.
Bu ayet ve hadisin ışığında varlık sebebimiz kulluktur. Ancak insanoğlunun hayatın her safhasını kulluk bilinci ile donatması zor bir olaydır. Ölümün hangi zaman ve vakitte, nerede ve hangi şartlarda geleceği bilinmemektedir. Bu bilinmezlik yerine göre bir rahmet olmakla birlikte, bazen de ölümü çok uzaklarda görme şeklinde gaflete de sebep olabilmektedir. Hayatımızda Ramazan iklimi gibi ibadet-yoğun mevsimlerin varlığı, bizim gaflet sislerini dağıtıp basiretin aydınlık ortamına çıkmamızı sağlamaktadır. Hz Peygamber'in: "Her namazınızı son namazınız imiş gibi kılın[SUP]7[/SUP] hadisinden yola çıkarak bir aylık ömrü kalan bir insanın duyarlılığının, ölüm konusunda hazırlıklı olmaya vesile ve sebep olması gerekir.
Bir aylık ömrü kalmış, ölümün hızla kendisine yaklaştığını hisseden insan, kavuşacağı Rabbinin isteklerini yerine getirmeye yoğunlaşmalı, O'na O'nun sevdiği şeylerle kavuşmaya; O'nun rızasını kazanarak ulaşmaya çalışmalıdır. Çünkü hedef rızay-ı İlahidir. Rızay-ı İlahiyi kazanmak ise önce O'ndan razı olmaktan sonra da O'nu razı edecek amel işlemekten geçer. Buna göre hayat, ölüm ve ölüm ötesi için "en güzel amel" yarışıdır. Bir yıl olsa da, bin yıl olsa da geriye bir ay kalsa da "en iyi amel yarışı" ve en güzel kulluk arayışı sürmelidir.
Amel yarışı ve kulluk arayışında denge ve itidal çizgisi son derece önemlidir. Ne büsbütün seccadeye mıhlanmış bir baş, ne sürekli gözden akan yaş ve ne de bağrı taş olmak gerekir. Hepsinden iyisi gönlü arıtmak ve bir gönle girmektir. Gönlü arıtmadan, tevbe ile günah kirlerinden arınmadan mutmain bir kalbe, "leyyin" bir ahlâka ermek ve Hakk ile vuslata varmak mümkün değildir.
İnsanlarla ilişkilerde hak ve vazife kavramı ile birlikte iyi geçimli olarak onların hüsn-i şehadetlerini almak da ayrı bir anlam taşır. Allah, insanların birbirleri hakkındaki hüsn-i şehadetlerine önem vermekte ve onları yeryüzünde Allah'ın şahitleri saymaktadır. Nitekim Allah Resulü bir cenaze sonrasında halkın cenazeyi hayırla anması üzerine: "Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Bir başka seferinde ise kötü sıfatlarla anılan bir kimse hakkında yine: "Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu." buyurdu. Sebebi sorulduğunda: "Hayırla andığınıza Cennet, şerle andığınıza ise Cehennem vacib oldu. Çünkü siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz."[SUP]8[/SUP] buyurdu.
İnsanların insanlar hakkında vereceği kıymet hükümleri önem arz ettiğine göre insanların gönüllerini incitecek ve onların kendisi hakkında "kötü adam" değerlendirmesine sebep olacak davranışlardan sakınmak da son derece mühimdir. Zira hiçbir kalbe, kırılarak girilemeyeceği bilinen hususlardandır.
İslam'ın genel tarifi: "Yaradan'a kulluk ve yaratıklara şefkat ve dostluk" olduğuna göre mü'min insan hayatını yaşarken bu iki ana noktaya yoğunlaşmalı, İlahi hukuku ve insanların haklarını kâmil mânâda ifa ve icra etmelidir. İtibar, son nefese olduğuna göre, son nefesini imanla alıp verecek bir doygunluğa erişmeye çalışmalıdır. Çünkü: "Nasıl yaşarsak öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle haşroluruz."
İman ehli için hayat vazifesinin getirdiği külfetlerden bir terhis, dünya meydanındaki imtihanda kulluk vazifesinden bir paydos, öbür aleme göç etmiş ahbabına kavuşmak için bir vesile, hakiki vatanına dönmeye bir vasıta, dünya zindanından Cennet bahçelerine bir davet ve yüce Allah'ın fazlından, hizmetine mukabil ücret alma anı olarak telakki edilen ölüm, pek çok insan için ürkütücü ve halledilmesi çok zor bir problemdir.
İnsanlık, ilk yaratıldığı günden itibaren ölüm ve ölümden sonrasını düşünmüş, dinler de onların bu mevzudaki problemlerini çözmek için gelmiş ve onların "Ben kimim?", "Nereden geldim?" ve "Nereye gidiyorum?" şeklindeki sorularına cevap vermiştir.
İslam dini de bu meseleye diğer dinler gibi çok önem atfetmiş, Ahiret'e imanı inanç esasları arasında mütalaa ederek ona Allah'a imandan sonra ikinci sırada yer vermiştir.