Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

ÖLÜM GERÇEĞİ... (1 Kullanıcı)

Siyahgulsevdalisi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Haz 2006
Mesajlar
2,046
Tepki puanı
0
Puanları
0
ÖLÜM GERÇEĞİ

Nice zorbaların, nice zalimlerin başlarını eğdiren; nice saray ehlini, lüks ve şatafat içinde yüzenleri eleme garkeden; nice meliklerin, sultanların, şahların, padişahların, kralların, kayserlerin ümitlerini yok eden; nice karunların, firavunların yegane korkulu rüyası nedir?. Bu sorunun tek kelimelik bir cevabı vardır; ÖLÜM.
Ölüm hayat kadar inkar edilemez bir gerçektir. Hatta insan "ölmek için dünyaya gelir"(1) dersek yanlış olmaz. Tek cümleyle tarif etmek gerekirse ölüm, "Kaderin takdiriyle, Kudretin büyük bir tasarrufu"(2)dur. Zira, çevremize bir bakacak olursak tabii ömrünü tamamlayıp ölenlerin çok az olduğun u rahatlıkla görebiliriz. Çoğunluk ise tamamlayamadan ölüp gitmektedir.
Kur'anı Kerim'de "Her nefis ölümü tadacaktır"(3) buyurulur. Bu âyetteki genel hükümden hareketle denilmiştir ki; "Nevi insânî bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve kürei arz dahi bir nefistir; bâki bir sûrete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek."(4)
Ölümün peçesi gerçi karanlıktır, siyahtır, çirkindir. Fakat mü'min için asıl siması nuranîdir, güzeldir. Bu yüzden ölüme korkarak değil, belki bir cihetle müştakâne bakar.(5)
Çünkü ölüm, hayat vazifesinden bir terhistir. Bir paydos, bir mekan ve bir vücut değiştirmedir. Bakî ve ebedî bir hayat için davettir. Bir başlangıç, sonsuz bir hayatın ilk adımıdır. Nasıl ki, insanın dünya hayatına gelmesi bir yaratma ve takdir etmenin sonucudur; dünyadan ayrılması da yine bir yaratma ve takdir ile gerçekleşir. Bu hakikati, hayat basamaklarının en aşağısında bulunan bitkileri örnek vererek açıklayalım;
Herhangi bir bitkinin ölümü, tıpkı yaşamı gibi büyük bir olaydır aslında. Zira görünürde bir meyvenin veya çekirdeğinin ölümü, bir çok kimyevî işlemlerin gerçekleşmesine, adeta bir hamur misâli yerin altında yoğrularak yeni bir hayatın şekillendirilmesine başlangıç teşkil eder. Dolayısıyla çekirdeğin yerin altına girip ölmesi demek, yeni bir hayatın başlangıcı anlamını taşır.
İşte, hayat tabakalarının en aşağısında olan bitkilerin ölümü böyle mükemmel bir sonucu doğuruyorken, en üst tabakada hayat süren insanın ölümle yok olup gitmesi elbette düşünülemez. Yer altına giren bir tohumun bahar mevsiminde sümbüllenmesi gibi, kabre konulan insan, mahşer baharında sonsuz bir hayata mazhar olacaktır.(6)
Ölüm insanın ruhuyla değil, asıl cesediyle alakalıdır. Cesed dağılıp, yok olurken, ruh baki kalır. Cesed ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizâtihi kâimdir. Cesed harab olursa daha ziyâde serbest olur, melek gibi göğe uçar.(7)


EĞER DOSTLARDAN AYRILIK OLMASAYDI
Ölüm, insanı dünyadan ve bütün sevgililerden ayırır.(8) Belki de insana ölümden daha fazla elem veren ve ölümü kendisine alabildiğine sevimsizleştiren de bu yöndür. Ne var ki, şu dünyada her şey fanidir. Fani olan her şey ise mutlaka yok olacak, ayrılıp gidecektir. Ayrılık ve ölüm bu açıdan her an mukadderdir. Kaldı ki, "eğer dostlardan ayrılık olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin alsın."(9)
Ancak ölüm bir daha hayat bulmamak üzere ayrılık, hiçlik ve yokluk kapısı, karanlık bir kuyu değildir. Bilakis, Ezel ve Ebed Sultanı'nın huzuruna girmek için bir kapıdır.(10)
"Ölüm haktır". Sahip olduğumuz hayat ve bedenimiz, şu dünyaya direk olacak özellikleri taşımaz. Ne demirden, ne taştan, ne de çok sağlam elementlerden yaratılmamıştır. Et, kan ve kemik gibi kısa zamanda dağılıp yok olabilecek şeylerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur.(11)
Ne gariptir ki bu gerçek öylesine yakın olmasına rağmen çoğu insanın, özellikle de dünyaya alabildiğine sarılanların kalpleri ölümü hatırlamaktan her zaman nefret etmiştir. Ama yine de, Cenâbı Hakk'ın va'di onları yakalamış, onları o korktukları, hiç akıllarına bile getirmek istemedikleri daracık karanlık çukura yuvarlamıştır. Böylelikle onlar şatafatlı saraylarından kabirlerine, parıltılı eğlence alemlerinden mezarın zifiri karanlığına, zevk ve sefa meclislerinde oynaşmaktan haşerat ve böceklerin kucağına sürülmüşlerdir. İşret dostluğundan yalnızlık dehşetine, yumuşacık yataklarından acı ve ızdırap girdabına düşmüşlerdir.
Bazıları, her an yüzyüze geldikleri ölüm gerçeğini unutmak ister ve bunun için elinden geleni yapar. Kah aklını uyuşturur, kah devekuşu misale başını kuma sokar ve ölümden emin olduğunu zanneder. Hatta kendi yaptıklarını herkese tavsiye eder ve en doğrusunun bu olduğunu iddia eder. İnsanları dünya hayatına ve eğlencelerine çağırır. Cenabı Hakk'ın helâl saydıklarını hor ve hakir görüp, haram çirkefliklerine ve sefâhet çukurlarına çeker. Böylelerinin durumunu bir örnekle açıklayalım;
Bir adam vardır ki vahşi bir aslanla, ehlî bir atı birbirinden ayırdedemez. İdam sehpasıyla jimnastik aletini birbirine karıştırır. Kanlı yarayı, kırmızı gül zanneder. Bütün bu zaaflarına rağmen kendisini her şeyi en iyi seviyede bilen mürşid zannederek, insanları güya irşad etmeye çalışır. İnsanlara kendince nasihatlerde bulunur. Günün birisinde bir adama rastgelir. Onun hemen arkasında korkunç bir aslan vardır. Önünde ise kurulu bir darağacı bulunmaktadır. Vücudunun sağında ve solunda ise derin yaralar açılmıştır. Bunca elem verici şartlara rağmen adam hiç üzülmemekte, acı duymamaktadır. Sebebi ise elindeki iki şifalı ilaç ve kalbinde yer tutan iki etkili tılsımdır. Bunları kullandığı zaman bütün yaraları iyileşir, ardında duran dehşetli aslan dost bir ata döner. O darağacı ise âlemde her an devam eden yeniliklerin, değişimlerin seyredildiği bir pencereye dönüşür. O sarhoş ve cahil insan ise bütün bunların farkına varamaz ve, "Yahu, nedir bu ilaç ve tılsımlar? Onları at, keyfine bak!" diye çıkışır. Adamcağızın cevabı ise gayet serttir;
"Yok baba! Ben bu ilaçların koruması ve himayesi altındayım. Onlardan aldığım haz, lezzet ve keyif bana yeter. Eğer sen şu arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilir, o darağacı olan kabrin ağzını kapatabilirsen, hayatımın maruz kaldığı fenâ ve zeval yaralarını sonsuz bir hayata dönüştürmekle tedavi edebilirsen, pekala seninle birlikte eğlenir, oynarım. Eğer bunları yapamıyorsan, gözümün önünden defol! Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza ve eğlencelerinize ihtiyacım yok!."(12)

DERTLERİNE DE YEGANE İLAÇ
ÖLÜMDEN BAŞKASI DEĞİLDİR
Örnekteki adamın elinde tuttuğu iki ilaç ve kalbinde sakladığı iki tılsım ise Cenâbı Hakk'a ve Ahirete imandır. Bu iki ilaç ve tılsım ile ölüm, mü'min kişiyi dünya zindanından Cennet bahçesine, Rahmân'ın huzuruna götüren bir bineğe dönüşür. Bu yüzdendir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmeyi arzulamışlardır. Diğer yandan zahiren ölümle gelen ayrılık ve yok oluşlar, bu iki tılsımla yüceler yücesi Sanatkâr'ın taze taze, renk renk, çeşit çeşit olan mucizevî nakışlarını, kudret harikalarını, rahmet tecellilerini büyük bir zevkle seyretme ve izleme fonksiyonunu üstlenir.(13)
Örnekteki gibi kimi insan da vardır ki ölüm onun sığınağıdır. Toprak onun yatağı, toprağın altındaki haşerât adeta onun dostudur. Münker ve Nekir onun sohbet arkadaşıdır. Kıyamet onun buluşma anı, Cennet ise onun son durağıdır..
Böylesi ulvi insanlar nazarında ölüm bir nimettir. Şöyle ki;
Ölüm, ebedi saadet için bir başlangıçtır. Bu yönüyle belki de en büyük nimettir. Çünkü arzu edilen bir nimete ulaştıran vasıta da o ölçüde nimet olacaktır.
Ölüm, adeta muzır hayvanlarla dolu bir hapishaneden geniş ve güzelliklerle dolu bir bahçeye çıkmak gibidir. Dolayısıyla ruh, kendisi için sanki kafesi andıran cesedinden çıkmakla, gerçek anlamda hürriyetine kavuşmuş olacaktır.
Diğer yandan, bir an ölümün olmadığını düşünelim. Dünyanın hali nice olurdu? Hiç yaşanacak hali kalar mıydı? Sadece insanlar için değil, hayvanlar ve bitkiler için de ölüm, dünyayı yaşanılır hale getirmektedir. Aksi takdirde, geçen bütün zamanlar boyunca yaşayan canlılarla birarada bulunmak zorunda kalacak, aklahayale gelmedik sıkıntılarla karşılaşacaktık.
Ölüm kadar istenmeyen ihtiyarlık sıkıntılarına ve dertlerine de yegane ilaç aslında ölümden başkası değildir. Çevremizde, hatta en yakınlarımızda bu tür insanlara şahid olmuşuzdur. Ya bizzat kendisi veya bizler ölümün gelmesi için dualar etmişizdir. Böyle birisi vefat edince, üzüntüden çok belki sevinmiş ve "Allah kurtardı" demişizdir.
Ehli iman için ölüm bir başka açıdan da önem taşır. O da, sonradan yaratılmış varlıklar için söz konusu olan ölümün, yüce Yaratıcı'nın devam ve bekâsına bir delil olmasıdır.
Nehirlerin kabarcıklarında, denizlerin dalgalarında ve yeryüzündeki bütün şeffaf maddelerde yanıpsönen ışık parıltıları elbette daimi bir güneşin varlığını göstermektedir. Tıpkı bunun gibi binlerce senedir dünya üzerinde hayat bulup, ölümle sönüp giden varlıklar da bir Şemsi Ezelî ve Ebedî'yi gösterirler.(14)
Ehli imanın nazarında başta Habibullah olmak üzere bütün sevdikleri, kabrin öbür tarafına geçmişlerdir. Bu tarafta kalan biriki tanesi de her an ahiret yönüne gidebileceklerdir. Bu sebeple, asla ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirmez. Merdane kabre bakar, onun ne talep ettiğini dinler.(15)
Kaldı ki, insan dünya hayatında karşılaştığı bir çok sıkıntı, elem, zorluklar ve musibetler karşısında aciz kalmaktadır. Bu acziyeti ve hayat yükü altında ezilme derdi insanı adeta dünyaya küstürmektedir. Bu bakımdan ölüm bir ümitsizlik değil, insana ahiret mükâfatını düşündürmesi bakımından bir ümit telkin etmektedir.(16)
Ölüm, şu dünya misafirhanesinden ayrılma vaktidir. Çünkü insan bir misafirdir. Dünyada ebedi kalmayacaktır. Dolayısıyla, şu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların hallerine dikkatle bakılırsa, şu dünya ve içindekiler ebedî kalmak için yaratılmamıştır. Cenâbı Hakk'ın ebedî ve sürekli olan "Dârüsselâm" menziline davet ettiği kullarının toplandıkları bir han ve bir bekleme salonudur.(17)


ÖLÜMÜ GÜLEREK KARŞILARLAR
Ölümü bu yönleriyle değerlendirenlerin söylediği her sözü, yaptığı her işi, aklından ve kalbinden geçirdiği her düşüncesi hep o değişmez gerçekle bağlantılıdır. Ne dilerse onun için diler. Ne söylerse ona yönelik söyler. Tedbiri ancak onun için alır. Onun dışında hiç bir şeye yönelmez. Sadece ve sadece onun çevresinde dönüp dolaşır. Onunla ilgili şeylere önem verir. Onun dışında hiç bir şeyi bekleyip, yolunu gözlemez. Ölümü gülerek karşılar ve kendisi dibi düşünmeyen ve inanmayan dünya düşkünlerine şöyle seslenir;
"Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.
Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillah diyerek çalıyorum, arkama bakmam, dehşet de almam.
Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem vahşette kalmam.
Allahu Ekber diyerek ezanı Haşri işitip kalkacağım, Mahşeri Ekber'den çekinmem"(18)



İNSANLARA HESABA ÇEKİLECEKLERİ GÜN YAKLAŞTI

Bir şeye hazırlanmak, ancak o şeyi her an kalbiyle hatırlayıp, yeniden yâdetmekle olur. Yeniden anmak ise ancak onu hatırlatan şeylere kulak vermek, onunla ilgili yapılan uyarılara dikkat etmekle gerçekleşir.
Hülasa, ölüm hakikati sonradan yaratılan her hayat sahibi için söz konusudur. Her insan için kabir vardır ve herkes ister istemez oraya girecektir. Kabre giriş, insanların içinde bulundukları vaziyete göre şu üç tarzda gerçekleşir;
Birincisi: Kabir iman ehli için şu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
İkincisi: Ahireti tasdik eden, fakat sefahate ve dalâlete dalanlar için ebedî bir hapsin kapısı, bütün dostlarından soyutlanmış bir mahkûmiyete atılan ilk adımdır.
Üçüncüsü: Ahirete inanmayan inkâr ve dalâlet ehli için, ebedî bir idam kapısı, hem kendisini, hem de bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için de aynı şekilde cezalandırılacaktır.(19)
Hülasa, bütün bu anlatılanlar Hz. Peygamber'in (a.s.m.) akıllı insanı tanımladığı "Akıllı o kimsedir ki, kendini ölüme yaklaştırır ve öldükten sonsarı için amelde bulunur."(20)
Bizler de bu yüzden her kulun tekrar tekrar hatırlayıp anacağı, düşünerek ve görerek anlayacağı ölüm ve onunla ilgili olaylardan, âhiret, kıyâmet, Cennet ve Cehennem'e dair hallerden bahsedeceğiz. Tâ ki, ölüme hazırlık konusunda bir teşvik unsuru olabilsin. Zira ölüm ve sonrası aslında çok yakındır. Ömrümüzden geriye elimizde çok azı kalmıştır. Ne var ki insanlardan çoğu bundan gafildir. "İnsanlara hesaba çekilecekleri gün yaklaştı, ama onlar bundan gaflet içinde yüz çevirirler."(21)



Dipnotlar:
1– Bir hadisi şerifte her sabah bir meleğin insanlara şöyle seslendiği buyrulmuştur; "Ölmek için doğup dünyaya geliniz; Harap olması için binalar yapınız." (Bkz. elAclûnî, Keşfü'lHafâ, 2041)
2– İşârâtü'l–İ'câz, 1259
3– Âl–i İmran, 185
4– Lem'alar, 706
5– Lem'alar, 707
6– Mektubat, 348
7– Barla Lâhikası, 1515
8– Mesnevi–i Nûriye, 1354
9– Lem'alar, 716
10– Mesnevi–i Nûriye, 1360
11– Mesnevi–i Nûriye, 1297
12– Mesnevi–i Nûriye, 1356
13– Sözler, 11
14– Sözler, 128
15– Sözler, 65
16– Sözler, 77
17– Mesnevi–i Nûriye, 1294
18– Sözler, 79
19– Sözler, 55
20–Tirmizî, Kıyâme: 25; İbn Mâce, Zühd: 31;
Ahmed İbn Hanbel, 4/124
21–Enbiya;1
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(ÖLÜM GERÇEĞİ)

KALBDENKALBE MESAJLAR(ÖLÜM GERÇEĞİ)

Nice zorbaların, nice zalimlerin başlarını eğdiren; nice saray ehlini, lüks ve şatafat içinde yüzenleri eleme garkeden; nice meliklerin, sultanların, şahların, padişahların, kralların, kayserlerin ümitlerini yok eden; nice karunların, firavunların yegane korkulu rüyası nedir?. Bu sorunun tek kelimelik bir cevabı vardır; ÖLÜM.
Ölüm hayat kadar inkar edilemez bir gerçektir. Hatta insan "ölmek için dünyaya gelir"(1) dersek yanlış olmaz. Tek cümleyle tarif etmek gerekirse ölüm, "Kaderin takdiriyle, Kudretin büyük bir tasarrufu"(2)dur. Zira, çevremize bir bakacak olursak tabii ömrünü tamamlayıp ölenlerin çok az olduğun u rahatlıkla görebiliriz. Çoğunluk ise tamamlayamadan ölüp gitmektedir.
Kur'anı Kerim'de "Her nefis ölümü tadacaktır"(3) buyurulur. Bu âyetteki genel hükümden hareketle denilmiştir ki; "Nevi insânî bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve kürei arz dahi bir nefistir; bâki bir sûrete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek."(4)
Ölümün peçesi gerçi karanlıktır, siyahtır, çirkindir. Fakat mü'min için asıl siması nuranîdir, güzeldir. Bu yüzden ölüme korkarak değil, belki bir cihetle müştakâne bakar.(5)
Çünkü ölüm, hayat vazifesinden bir terhistir. Bir paydos, bir mekan ve bir vücut değiştirmedir. Bakî ve ebedî bir hayat için davettir. Bir başlangıç, sonsuz bir hayatın ilk adımıdır. Nasıl ki, insanın dünya hayatına gelmesi bir yaratma ve takdir etmenin sonucudur; dünyadan ayrılması da yine bir yaratma ve takdir ile gerçekleşir. Bu hakikati, hayat basamaklarının en aşağısında bulunan bitkileri örnek vererek açıklayalım;
Herhangi bir bitkinin ölümü, tıpkı yaşamı gibi büyük bir olaydır aslında. Zira görünürde bir meyvenin veya çekirdeğinin ölümü, bir çok kimyevî işlemlerin gerçekleşmesine, adeta bir hamur misâli yerin altında yoğrularak yeni bir hayatın şekillendirilmesine başlangıç teşkil eder. Dolayısıyla çekirdeğin yerin altına girip ölmesi demek, yeni bir hayatın başlangıcı anlamını taşır.
İşte, hayat tabakalarının en aşağısında olan bitkilerin ölümü böyle mükemmel bir sonucu doğuruyorken, en üst tabakada hayat süren insanın ölümle yok olup gitmesi elbette düşünülemez. Yer altına giren bir tohumun bahar mevsiminde sümbüllenmesi gibi, kabre konulan insan, mahşer baharında sonsuz bir hayata mazhar olacaktır.(6)
Ölüm insanın ruhuyla değil, asıl cesediyle alakalıdır. Cesed dağılıp, yok olurken, ruh baki kalır. Cesed ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizâtihi kâimdir. Cesed harab olursa daha ziyâde serbest olur, melek gibi göğe uçar.(7)


EĞER DOSTLARDAN AYRILIK OLMASAYDI
Ölüm, insanı dünyadan ve bütün sevgililerden ayırır.(8) Belki de insana ölümden daha fazla elem veren ve ölümü kendisine alabildiğine sevimsizleştiren de bu yöndür. Ne var ki, şu dünyada her şey fanidir. Fani olan her şey ise mutlaka yok olacak, ayrılıp gidecektir. Ayrılık ve ölüm bu açıdan her an mukadderdir. Kaldı ki, "eğer dostlardan ayrılık olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin alsın."(9)
Ancak ölüm bir daha hayat bulmamak üzere ayrılık, hiçlik ve yokluk kapısı, karanlık bir kuyu değildir. Bilakis, Ezel ve Ebed Sultanı'nın huzuruna girmek için bir kapıdır.(10)
"Ölüm haktır". Sahip olduğumuz hayat ve bedenimiz, şu dünyaya direk olacak özellikleri taşımaz. Ne demirden, ne taştan, ne de çok sağlam elementlerden yaratılmamıştır. Et, kan ve kemik gibi kısa zamanda dağılıp yok olabilecek şeylerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur.(11)
Ne gariptir ki bu gerçek öylesine yakın olmasına rağmen çoğu insanın, özellikle de dünyaya alabildiğine sarılanların kalpleri ölümü hatırlamaktan her zaman nefret etmiştir. Ama yine de, Cenâbı Hakk'ın va'di onları yakalamış, onları o korktukları, hiç akıllarına bile getirmek istemedikleri daracık karanlık çukura yuvarlamıştır. Böylelikle onlar şatafatlı saraylarından kabirlerine, parıltılı eğlence alemlerinden mezarın zifiri karanlığına, zevk ve sefa meclislerinde oynaşmaktan haşerat ve böceklerin kucağına sürülmüşlerdir. İşret dostluğundan yalnızlık dehşetine, yumuşacık yataklarından acı ve ızdırap girdabına düşmüşlerdir.
Bazıları, her an yüzyüze geldikleri ölüm gerçeğini unutmak ister ve bunun için elinden geleni yapar. Kah aklını uyuşturur, kah devekuşu misale başını kuma sokar ve ölümden emin olduğunu zanneder. Hatta kendi yaptıklarını herkese tavsiye eder ve en doğrusunun bu olduğunu iddia eder. İnsanları dünya hayatına ve eğlencelerine çağırır. Cenabı Hakk'ın helâl saydıklarını hor ve hakir görüp, haram çirkefliklerine ve sefâhet çukurlarına çeker. Böylelerinin durumunu bir örnekle açıklayalım;
Bir adam vardır ki vahşi bir aslanla, ehlî bir atı birbirinden ayırdedemez. İdam sehpasıyla jimnastik aletini birbirine karıştırır. Kanlı yarayı, kırmızı gül zanneder. Bütün bu zaaflarına rağmen kendisini her şeyi en iyi seviyede bilen mürşid zannederek, insanları güya irşad etmeye çalışır. İnsanlara kendince nasihatlerde bulunur. Günün birisinde bir adama rastgelir. Onun hemen arkasında korkunç bir aslan vardır. Önünde ise kurulu bir darağacı bulunmaktadır. Vücudunun sağında ve solunda ise derin yaralar açılmıştır. Bunca elem verici şartlara rağmen adam hiç üzülmemekte, acı duymamaktadır. Sebebi ise elindeki iki şifalı ilaç ve kalbinde yer tutan iki etkili tılsımdır. Bunları kullandığı zaman bütün yaraları iyileşir, ardında duran dehşetli aslan dost bir ata döner. O darağacı ise âlemde her an devam eden yeniliklerin, değişimlerin seyredildiği bir pencereye dönüşür. O sarhoş ve cahil insan ise bütün bunların farkına varamaz ve, "Yahu, nedir bu ilaç ve tılsımlar? Onları at, keyfine bak!" diye çıkışır. Adamcağızın cevabı ise gayet serttir;
"Yok baba! Ben bu ilaçların koruması ve himayesi altındayım. Onlardan aldığım haz, lezzet ve keyif bana yeter. Eğer sen şu arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilir, o darağacı olan kabrin ağzını kapatabilirsen, hayatımın maruz kaldığı fenâ ve zeval yaralarını sonsuz bir hayata dönüştürmekle tedavi edebilirsen, pekala seninle birlikte eğlenir, oynarım. Eğer bunları yapamıyorsan, gözümün önünden defol! Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza ve eğlencelerinize ihtiyacım yok!."(12)

DERTLERİNE DE YEGANE İLAÇ
ÖLÜMDEN BAŞKASI DEĞİLDİR
Örnekteki adamın elinde tuttuğu iki ilaç ve kalbinde sakladığı iki tılsım ise Cenâbı Hakk'a ve Ahirete imandır. Bu iki ilaç ve tılsım ile ölüm, mü'min kişiyi dünya zindanından Cennet bahçesine, Rahmân'ın huzuruna götüren bir bineğe dönüşür. Bu yüzdendir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmeyi arzulamışlardır. Diğer yandan zahiren ölümle gelen ayrılık ve yok oluşlar, bu iki tılsımla yüceler yücesi Sanatkâr'ın taze taze, renk renk, çeşit çeşit olan mucizevî nakışlarını, kudret harikalarını, rahmet tecellilerini büyük bir zevkle seyretme ve izleme fonksiyonunu üstlenir.(13)
Örnekteki gibi kimi insan da vardır ki ölüm onun sığınağıdır. Toprak onun yatağı, toprağın altındaki haşerât adeta onun dostudur. Münker ve Nekir onun sohbet arkadaşıdır. Kıyamet onun buluşma anı, Cennet ise onun son durağıdır..
Böylesi ulvi insanlar nazarında ölüm bir nimettir. Şöyle ki;
Ölüm, ebedi saadet için bir başlangıçtır. Bu yönüyle belki de en büyük nimettir. Çünkü arzu edilen bir nimete ulaştıran vasıta da o ölçüde nimet olacaktır.
Ölüm, adeta muzır hayvanlarla dolu bir hapishaneden geniş ve güzelliklerle dolu bir bahçeye çıkmak gibidir. Dolayısıyla ruh, kendisi için sanki kafesi andıran cesedinden çıkmakla, gerçek anlamda hürriyetine kavuşmuş olacaktır.
Diğer yandan, bir an ölümün olmadığını düşünelim. Dünyanın hali nice olurdu? Hiç yaşanacak hali kalar mıydı? Sadece insanlar için değil, hayvanlar ve bitkiler için de ölüm, dünyayı yaşanılır hale getirmektedir. Aksi takdirde, geçen bütün zamanlar boyunca yaşayan canlılarla birarada bulunmak zorunda kalacak, aklahayale gelmedik sıkıntılarla karşılaşacaktık.
Ölüm kadar istenmeyen ihtiyarlık sıkıntılarına ve dertlerine de yegane ilaç aslında ölümden başkası değildir. Çevremizde, hatta en yakınlarımızda bu tür insanlara şahid olmuşuzdur. Ya bizzat kendisi veya bizler ölümün gelmesi için dualar etmişizdir. Böyle birisi vefat edince, üzüntüden çok belki sevinmiş ve "Allah kurtardı" demişizdir.
Ehli iman için ölüm bir başka açıdan da önem taşır. O da, sonradan yaratılmış varlıklar için söz konusu olan ölümün, yüce Yaratıcı'nın devam ve bekâsına bir delil olmasıdır.
Nehirlerin kabarcıklarında, denizlerin dalgalarında ve yeryüzündeki bütün şeffaf maddelerde yanıpsönen ışık parıltıları elbette daimi bir güneşin varlığını göstermektedir. Tıpkı bunun gibi binlerce senedir dünya üzerinde hayat bulup, ölümle sönüp giden varlıklar da bir Şemsi Ezelî ve Ebedî'yi gösterirler.(14)
Ehli imanın nazarında başta Habibullah olmak üzere bütün sevdikleri, kabrin öbür tarafına geçmişlerdir. Bu tarafta kalan biriki tanesi de her an ahiret yönüne gidebileceklerdir. Bu sebeple, asla ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirmez. Merdane kabre bakar, onun ne talep ettiğini dinler.(15)
Kaldı ki, insan dünya hayatında karşılaştığı bir çok sıkıntı, elem, zorluklar ve musibetler karşısında aciz kalmaktadır. Bu acziyeti ve hayat yükü altında ezilme derdi insanı adeta dünyaya küstürmektedir. Bu bakımdan ölüm bir ümitsizlik değil, insana ahiret mükâfatını düşündürmesi bakımından bir ümit telkin etmektedir.(16)
Ölüm, şu dünya misafirhanesinden ayrılma vaktidir. Çünkü insan bir misafirdir. Dünyada ebedi kalmayacaktır. Dolayısıyla, şu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların hallerine dikkatle bakılırsa, şu dünya ve içindekiler ebedî kalmak için yaratılmamıştır. Cenâbı Hakk'ın ebedî ve sürekli olan "Dârüsselâm" menziline davet ettiği kullarının toplandıkları bir han ve bir bekleme salonudur.(17)


ÖLÜMÜ GÜLEREK KARŞILARLAR
Ölümü bu yönleriyle değerlendirenlerin söylediği her sözü, yaptığı her işi, aklından ve kalbinden geçirdiği her düşüncesi hep o değişmez gerçekle bağlantılıdır. Ne dilerse onun için diler. Ne söylerse ona yönelik söyler. Tedbiri ancak onun için alır. Onun dışında hiç bir şeye yönelmez. Sadece ve sadece onun çevresinde dönüp dolaşır. Onunla ilgili şeylere önem verir. Onun dışında hiç bir şeyi bekleyip, yolunu gözlemez. Ölümü gülerek karşılar ve kendisi dibi düşünmeyen ve inanmayan dünya düşkünlerine şöyle seslenir;
"Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.
Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillah diyerek çalıyorum, arkama bakmam, dehşet de almam.
Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem vahşette kalmam.
Allahu Ekber diyerek ezanı Haşri işitip kalkacağım, Mahşeri Ekber'den çekinmem"(18)



İNSANLARA HESABA ÇEKİLECEKLERİ GÜN YAKLAŞTI

Bir şeye hazırlanmak, ancak o şeyi her an kalbiyle hatırlayıp, yeniden yâdetmekle olur. Yeniden anmak ise ancak onu hatırlatan şeylere kulak vermek, onunla ilgili yapılan uyarılara dikkat etmekle gerçekleşir.
Hülasa, ölüm hakikati sonradan yaratılan her hayat sahibi için söz konusudur. Her insan için kabir vardır ve herkes ister istemez oraya girecektir. Kabre giriş, insanların içinde bulundukları vaziyete göre şu üç tarzda gerçekleşir;
Birincisi: Kabir iman ehli için şu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
İkincisi: Ahireti tasdik eden, fakat sefahate ve dalâlete dalanlar için ebedî bir hapsin kapısı, bütün dostlarından soyutlanmış bir mahkûmiyete atılan ilk adımdır.
Üçüncüsü: Ahirete inanmayan inkâr ve dalâlet ehli için, ebedî bir idam kapısı, hem kendisini, hem de bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için de aynı şekilde cezalandırılacaktır.(19)
Hülasa, bütün bu anlatılanlar Hz. Peygamber'in (a.s.m.) akıllı insanı tanımladığı "Akıllı o kimsedir ki, kendini ölüme yaklaştırır ve öldükten sonsarı için amelde bulunur."(20)
Bizler de bu yüzden her kulun tekrar tekrar hatırlayıp anacağı, düşünerek ve görerek anlayacağı ölüm ve onunla ilgili olaylardan, âhiret, kıyâmet, Cennet ve Cehennem'e dair hallerden bahsedeceğiz. Tâ ki, ölüme hazırlık konusunda bir teşvik unsuru olabilsin. Zira ölüm ve sonrası aslında çok yakındır. Ömrümüzden geriye elimizde çok azı kalmıştır. Ne var ki insanlardan çoğu bundan gafildir. "İnsanlara hesaba çekilecekleri gün yaklaştı, ama onlar bundan gaflet içinde yüz çevirirler."(21)



Dipnotlar:
1– Bir hadisi şerifte her sabah bir meleğin insanlara şöyle seslendiği buyrulmuştur; "Ölmek için doğup dünyaya geliniz; Harap olması için binalar yapınız." (Bkz. elAclûnî, Keşfü'lHafâ, 2041)
2– İşârâtü'l–İ'câz, 1259
3– Âl–i İmran, 185
4– Lem'alar, 706
5– Lem'alar, 707
6– Mektubat, 348
7– Barla Lâhikası, 1515
8– Mesnevi–i Nûriye, 1354
9– Lem'alar, 716
10– Mesnevi–i Nûriye, 1360
11– Mesnevi–i Nûriye, 1297
12– Mesnevi–i Nûriye, 1356
13– Sözler, 11
14– Sözler, 128
15– Sözler, 65
16– Sözler, 77
17– Mesnevi–i Nûriye, 1294
18– Sözler, 79
19– Sözler, 55
20–Tirmizî, Kıyâme: 25; İbn Mâce, Zühd: 31;
Ahmed İbn Hanbel, 4/124
21–Enbiya;1
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt