NUR HAKRAMANI, GÜL FABRİKASI
AHMET HÜSREV
ALTINBAŞAK
Ahmed Hüsrev Efendi, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin, koca Osmanlı İmparatorluğu’nun
maddî manevî sıkıntılar içinde kıvrandığı bir devirde, hicrî (semsî) 1315, milâdî 1899 yılında Isparta’da dünyaya
geldi.
Doğduğu günlerde evlerine misâfireten gelen Senirkent’li Allah dostu ehl-i kemâl bir zâtın, ona hem isim
koymak, hem tebrîk ve tebcîl etmek için söylediği;
Babasının adı Mehmed, annesinin adi Ayşe olup, altı kardeşin üçüncü ferdi idi. Şeceresi Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e
dayanan baba tarafı, Isparta eşrâfından olup, “Yeşil Sarıklılar” nâmıyla ma’rûftu. Anne ciheti ise, asîl bir sülâleye
mensup olarak evlâd-ı Resûl’den Hz. Hüseyin (r.a.)’e çıkmakta ve “Hâfiz-ı Kurrâlar” diye bilinmekte idi. Filhakika
yakın akrabalarının çoğu hâfız idiler.
Hacca giden Isparta zenginlerinin, öksüz veya yetîm kalmış seyyid çocuklarını memleketlerine getirdikleri
bilinen bir vâkıadır. İtibârlı, geniş ve varlıklı olan Hüsrev Efendi’nin sülâlesi de, İslâm’a fıtraten taraftar olan Âl-i
beyt neslinin o havâlîde çoğalması gayesine ma’tûf bu güzel âdeti idâme ettirmişlerdir. Isparta kahramanlarının
imân ve Kur’ân hizmetinde hârikulâde muvaffakiyetlerinde ve sebâtlarında bu âdet-i müstahsenenin azîm hissesi
olduğu âşikârdır.
Daha çocukluğunda kendisinden zuhûr eden hârika hâlleri, dürüstlüğü ve yardımseverliği sebebiyle,
arkadaşları arasında “Hızır” diye anılırdı. Beş altı yaşlarında iken bile, sabah namazlarında cemâate ve halka-i
zikre yetişmek için erkenden evinden çıkar, gidemediği zamanlarda, o ehl-i kemâlin arasındaki yeri boş bırakılırdı.
Gençliğinde dünyevî ve uhrevî güzel bir eğitim alarak idâdîyi (liseyi) bitiren Hüsrev Altınbaşak, Çanakkale
Savaşları başladığında 17 yaşında askere çağrılır. İstanbul Pendik’te iki yıla yakın devâm eden askerî talîmden
sonra, yaşlarının küçüklüğünden geçici olarak terhîs edilirler. Askere ikinci defa celbinde, İstiklâl Harbine teğmen
rütbesiyle iştirâk eder ve uzun muhârebelerden sonra Yunanlılarla çarpışırken Ege cephesinde esir düşer.
Arnavutluk sınırına yakın bir kampta iki sene süren, türlü çilelerle dolu esâret hayatından, ancak harb bittiğinde,
mübâdele yıllarında kurtularak memleketine döner.
Üstad Bedîüzzamân ve Ahmed Hüsrev Efendi
Hüsrev Efendi, çocukluk yıllarında rüyâsında büyük bir deniz ve ortasında büyük bir ağaç görür. Deniz çekilir
ve ağaç kurur. Bir zât gelir, o ağacın dallarını budar. Birden deniz içinde bir yol açılır ve kendileri o caddeden
yürümeye başlarlar. Rü’yâsını anlattığı şeyhi, ona şöyle tabîr eder: “O deniz şerîattır. Ağaç ve dalları ise ondan
feyz alan tarîkattır. Benden sonra Isparta’ya İslâm’a hizmet edecek bir zât gelecek ve sen ona intisap edeceksin!”
Nitekim 1926 yılında Isparta’nın Barla Nâhiyesi’ne sürgün olarak gönderilen Üstad Bedîüzzamân’dan, acîbdir;
bazı suâllerini muhtevî daha ilk mektubuna cevâben: “Hüsrev, çoktandır bir talebe arıyorum. O sen olsan gerek!
İslâm âlemi bugün, büyük bir sarsıntı geçiriyor. İmân kal’ası tehlikededir. Gel, beraber Kur’ân’a ve bu azîz milletin
imânına hizmet edelim!” meâlinde bir mektup alır.
Henüz hiç görüşmediği Hz. Üstad’ın mektûbuna mukabeleyi bile beklemeden, kalemine bedel fiilî bir cevâp
vererek, bu mühim hizmete iştirâk etmek kararıyla, “Ehl-i kemâlin huzûruna yürüyerek gidilir” der ve yaya olarak
40 km. mesafedeki Barla’ya varır.
Üstad Hazretleri, iltifâten Barla dışında Karaca Ahmed Türbesi civârında kendisini karşılar. Hüsrev Efendi bu
târihî buluşmadan, bu iktirândan itibâren O’nun hem talebesi, hizmet ve istişâre arkadaşı, hem yardımcısı ve
hizmetinin en ehemmiyetli rüknü olarak yerini alır. Hemen Barla dönüşünde mallarının ehemmiyetli bir kısmını
satarak bu hizmete tahsîs eden Hüsrev Efendi’yi, Bedîüzzamân Hazretleri omuz omuza yıllar süren
mücâhedelerinden sonra, hem “davâ ederim”, hem de bu davâyı “ispat ederim” diye başladığı mühim
mektubunda bizlere şöyle tanıtıyor:
“Ben davâ eder ve ispat ederim ki: Bu soğukta soğuk muâmele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm
edilen ve vücutça hastalıklı bulunan Husrev; Türk milletinin manevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir
halâskârı (kurtarıcısı) dır. Ve Türk milleti onunla iftihâr edecek bir hâlis fedâkârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar
olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle, çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden
bir ikisini beyân etmek zamanı geldi.
Bu zât müstesnâ ve şirin kalemiyle Nûr’lardan altı yüz risâleye yakın yazmış ve bu vatanın her tarafına
neşrederek, komünist perdesi altında dehşetli ifsâda çalışan anarşistliği kırdı ve tecâvüzünü durdurdu ve bu
mübârek vatanı ve bu kahraman milleti, o zehirden kurtarmak için tesîrli tiryâkları (ilaçları) her tarafa yetiştirdi.
Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi (gelecek nesli) büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesîle oldu.” (1) Hattâ öyle ki, Hz.
Üstad hizmeti sebkat eden çok ağabeylere; “Denizli’nin Hüsrev’i Hasan Feyzî” (2), “tam bir Hüsrev olan
kahraman Tahirî” (3), “küçük bir Hüsrev olan Feyzî ve Emîn (Kastamonu)” (4), “İnebolu Hüsrev’i Nazîf Çelebi”
(5), “küçücük bir Hüsrev nâmını alan Ceylân” (6) gibi ifâdelerle, çoğu kez Hüsrev Efendi’yi emsâl gösterip, ona
benzeterek iltifât ve tebrîk etmektedir.
Hüsrev Efendi, imân ve Kur’ân hizmetinde Bedîüzzamân Hazretleri’nin; “Hüsrev’in dâima kerâmetli, isâbetli ve
fâideli ve çok yüksek fikri, her vakit Kur’ân hizmetinde kıymettardır.” (7), hem Huccet’üz-Zehrâ risâlesinin son
yarısı için beyân ettiği, “Hüsrev münasip görmediği kısmı tadîl, tebdîl, ıslâh edebilir.” (8) gibi tavzîfleri ve yine,
“Hüsrev’in tashihte ve tevzî’de (dağıtımda) ve tedbîrde ve muhâberede ve Nûr’ların neşir ve yetiştirmesinde
tebrîk ve muvaffakiyetine duâ ederiz” (9) niyazı ve benzeri çok işâretleriyle bir nevi’ bu hizmetin sevk ve idâre
merkezi hükmünde en ehemmiyetli vazifeyi edâ etmiştir.
Evet, muhtelif yerlerdeki Nûr Talebelerinin yazdığı mektuplar çok defa onun vasıtasıyla yerine ulaştırılır,
Üstad’ın arzusuna göre bazen cevaplarını kendisi yazardı. Hâsılı; hizmetin umûma bakan veçhesinde O’nun en
ehemmiyetli yardımcısı ve istişâre arkadaşı idi. Hz. Üstad’ın daha sağlıklarında Nûr Talebelerini hizmet noktasında
çok meselelerde Hüsrev Efendi’ye gönderdiği ve O’nun da ziyâret edilmesini arzu ettiğinin hâlâ aramızda
yaşayan şahitleri vardır.
Bize O’nu en iyi tanıtabilecek zât olan Bedîüzzamân Hazretleri, “Şimdi Husrev gibi Nûr kahramanı size ihsân
edildi... Ben şimdiye kadar Husrev’i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizliyordum... Hem ben, hem o, daha
gizlemek değil!" (10) diyerek O’nu takdîm ederken, O’nun aleyhinde bulunmayı, Risâle-i Nûr’un ve kendilerinin
aleyhinde bulunmakla eşdeğer tutmakta ve şöyle demektedir:
“Gizli düşmanlarımız iki plânı takîp ediyorlar: Birisi beni ihânetlerle çürütmek, ikincisi mâbeynimizde (aramızda)
bir soğukluk vermektir. Başta Husrev aleyhinde bir tenkîd ve itirâz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır.
Ben size ilân ederim ki: Husrev’in bin kusuru olsa, ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun
aleyhinde bulunmak; doğrudan doğruya Risâle-i Nûr’un aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişân edenlerin
lehinde bir azîm hıyânettir (hâinliktir).”
Halbuki bazı şahıslar hakkında “Sırr-ı ihlâsa muvaffak olamadıkları için dünya cihetini Risâle-i Nûr ile arzu
ettikleri” (12) kanâatini taşıyan Bedîüzzamân Hazretleri’nin, sırr-ı ihlâsa tam mazhariyet, benlik, riyâkârlık ve
şöhretperestlik bulunmaması gibi câlib-i dikkat tespitler ile Husrev Efendi için, pek emsâli görülmeyen bir ifâde ile
Nûr Talebelerine tavsiyesi şudur:
“Hüsrev gibi bir Nûr kahramanından; benim yerimde ve Nûrun şahs-ı manevîsinin çok ehemmiyetli bir
mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir (çok lüzûmludur).”
Evet bir sünnet-i Nebeviyedir ki; yola çıkan küçük bir kafilenin dahi bir reîsi olması icâb eder. Aleyhissalâtü
Vesselâm Efendimiz: “Bir sefere üç kişi beraber çıkınca birini emîr yapsınlar!” buyurmaktadır. Hattabî, bu hadîs-i
şerîfin izâhı zımnında su açıklamayı yapar: “Bu emirden maksat, işlerinin müştereken âhenkli olarak yürümesi,
aralarında farklı fikirler ortaya çıkmaması ve dolayısıyla ihtilâfa düşmemeleridir!”
Hem Abdülkadir-i Geylânî, İmâm-i Rabbânî, Şâh-ı Nakş-bendî Hazretleri (k.s.) gibi İslâm büyüklerinin her biri,
yerlerine vekîl bırakırken ve değil bu mübârek zâtlar, Cihâr-i Yâr-i Güzîn (dört büyük halife) Efendilerimiz (r.a.) ve
hattâ Zât-ı Risâlet (a.s.m.) için dahi hâl böyleyken, Kur'ân ve imân hizmetinde böyle nûranî yolda yürüyen şu
azîm kafilenin şahs-i manevîsi mümessilsiz kalabilir mi? Halbuki; Bedîüzzamân Hazretleri’nin kalben aradığı bir
Hayrulhalef, bir Üstad-ı Sânî manâsı Risâle-i Nûr’da açıkça izâh edilmiştir. (15)
Nûr Talebelerinin aslâ tasvip etmediği, ancak verilen tavîzlere göre muhtelif farklılıkların ortaya çıktığı
günümüzde, Hz.Üstad hizmeti sebkat eden büyüklerimizin hukuklarını muhâfaza ederek hulâsaten beyân ediyor
ki: "Benim yerimde ve Nûr’un şahs-i manevîsinin çok ehemmiyetli mümessili Husrev'dir... O'nun aleyhinde
bulunmak, benim ve Risâle-i Nûr’un aleyhinde bulunmak gibidir.. Ve bu, bizi perişân edenlerin lehinde azîm bir
hıyânet hükmüne geçer.."
Bedîüzzamân Hazretleri’nin; “Risâle-i Nûr’un hatırı... ve eski hukukumuzun hakkı için!” diyerek ricâ
buyurdukları bu manâyı, onun yakınında olanlar çok iyi bilmektedirler. Benzeri çok işâretlerle, hâdi-sât-i âlemin
de vukûâtıyla kendini güneş gibi gösteren bu hakikate binâendir ki; binler hâlis insanlar, Üstad Hazretleri’nin dâr-
ı Bekaya irtihâlinden sonra, Üstad-ı Sânî işâretini kabûl ile bu kafile-i hizmette Husrev Efendi’ye inkıyat ettiler ve
hiç bir şey kaybetmediler, pişman da olmadılar. Bu hakikatin, akıl sahipleri için, bu fânî dünyada bir âdetullahtan
ibâret olduğunda ise müşkülat yoktur.
Hem bu teslimiyet, onların Üstad’ları olan Saîd Nursî Hazretleri’ne muhabbetlerini eksiltmedi, ziyâdeleştirdi.
Esasen birincisinin işâretiyle ikinciyi tanıdıkları gibi, ikincinin irşâdıyla dahi birincisini ve hizmetini çok yeni
kimseler tanıdılar.
Elhâsıl; Ahmed Husrev Altınbaşak, 1942 yılında 2. Dünya Savaşı esnâsında iki yıla yakın bir süre için ihtiyat
subayı olarak tekrar silâh altına alındığı mecbûrî süre hâriç, Risâle-i Nûr’un bu asırdaki azîm hizmetinde büyük
fedâkârlıklar göstermiş ve Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin vefâtından sonra tam yerine geçen bir hayrulhalefi,
gerek Üstad’ının, gerekse hayatının lisân-ı şehâdeti ile dünyadaki vazife-i uhreviyesinin kuvvetli bir medârı ve
hizmetini hiçbir dünyevî maslahata âlet etmeyerek Risâle-i Nûr eczâlarının emîn bir sâhibi ve muhâfızı olarak
temâyüz etmiştir.
AHMET HÜSREV
ALTINBAŞAK
Ahmed Hüsrev Efendi, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin, koca Osmanlı İmparatorluğu’nun
maddî manevî sıkıntılar içinde kıvrandığı bir devirde, hicrî (semsî) 1315, milâdî 1899 yılında Isparta’da dünyaya
geldi.
Doğduğu günlerde evlerine misâfireten gelen Senirkent’li Allah dostu ehl-i kemâl bir zâtın, ona hem isim
koymak, hem tebrîk ve tebcîl etmek için söylediği;
Babasının adı Mehmed, annesinin adi Ayşe olup, altı kardeşin üçüncü ferdi idi. Şeceresi Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e
dayanan baba tarafı, Isparta eşrâfından olup, “Yeşil Sarıklılar” nâmıyla ma’rûftu. Anne ciheti ise, asîl bir sülâleye
mensup olarak evlâd-ı Resûl’den Hz. Hüseyin (r.a.)’e çıkmakta ve “Hâfiz-ı Kurrâlar” diye bilinmekte idi. Filhakika
yakın akrabalarının çoğu hâfız idiler.
Hacca giden Isparta zenginlerinin, öksüz veya yetîm kalmış seyyid çocuklarını memleketlerine getirdikleri
bilinen bir vâkıadır. İtibârlı, geniş ve varlıklı olan Hüsrev Efendi’nin sülâlesi de, İslâm’a fıtraten taraftar olan Âl-i
beyt neslinin o havâlîde çoğalması gayesine ma’tûf bu güzel âdeti idâme ettirmişlerdir. Isparta kahramanlarının
imân ve Kur’ân hizmetinde hârikulâde muvaffakiyetlerinde ve sebâtlarında bu âdet-i müstahsenenin azîm hissesi
olduğu âşikârdır.
Daha çocukluğunda kendisinden zuhûr eden hârika hâlleri, dürüstlüğü ve yardımseverliği sebebiyle,
arkadaşları arasında “Hızır” diye anılırdı. Beş altı yaşlarında iken bile, sabah namazlarında cemâate ve halka-i
zikre yetişmek için erkenden evinden çıkar, gidemediği zamanlarda, o ehl-i kemâlin arasındaki yeri boş bırakılırdı.
Gençliğinde dünyevî ve uhrevî güzel bir eğitim alarak idâdîyi (liseyi) bitiren Hüsrev Altınbaşak, Çanakkale
Savaşları başladığında 17 yaşında askere çağrılır. İstanbul Pendik’te iki yıla yakın devâm eden askerî talîmden
sonra, yaşlarının küçüklüğünden geçici olarak terhîs edilirler. Askere ikinci defa celbinde, İstiklâl Harbine teğmen
rütbesiyle iştirâk eder ve uzun muhârebelerden sonra Yunanlılarla çarpışırken Ege cephesinde esir düşer.
Arnavutluk sınırına yakın bir kampta iki sene süren, türlü çilelerle dolu esâret hayatından, ancak harb bittiğinde,
mübâdele yıllarında kurtularak memleketine döner.
Üstad Bedîüzzamân ve Ahmed Hüsrev Efendi
Hüsrev Efendi, çocukluk yıllarında rüyâsında büyük bir deniz ve ortasında büyük bir ağaç görür. Deniz çekilir
ve ağaç kurur. Bir zât gelir, o ağacın dallarını budar. Birden deniz içinde bir yol açılır ve kendileri o caddeden
yürümeye başlarlar. Rü’yâsını anlattığı şeyhi, ona şöyle tabîr eder: “O deniz şerîattır. Ağaç ve dalları ise ondan
feyz alan tarîkattır. Benden sonra Isparta’ya İslâm’a hizmet edecek bir zât gelecek ve sen ona intisap edeceksin!”
Nitekim 1926 yılında Isparta’nın Barla Nâhiyesi’ne sürgün olarak gönderilen Üstad Bedîüzzamân’dan, acîbdir;
bazı suâllerini muhtevî daha ilk mektubuna cevâben: “Hüsrev, çoktandır bir talebe arıyorum. O sen olsan gerek!
İslâm âlemi bugün, büyük bir sarsıntı geçiriyor. İmân kal’ası tehlikededir. Gel, beraber Kur’ân’a ve bu azîz milletin
imânına hizmet edelim!” meâlinde bir mektup alır.
Henüz hiç görüşmediği Hz. Üstad’ın mektûbuna mukabeleyi bile beklemeden, kalemine bedel fiilî bir cevâp
vererek, bu mühim hizmete iştirâk etmek kararıyla, “Ehl-i kemâlin huzûruna yürüyerek gidilir” der ve yaya olarak
40 km. mesafedeki Barla’ya varır.
Üstad Hazretleri, iltifâten Barla dışında Karaca Ahmed Türbesi civârında kendisini karşılar. Hüsrev Efendi bu
târihî buluşmadan, bu iktirândan itibâren O’nun hem talebesi, hizmet ve istişâre arkadaşı, hem yardımcısı ve
hizmetinin en ehemmiyetli rüknü olarak yerini alır. Hemen Barla dönüşünde mallarının ehemmiyetli bir kısmını
satarak bu hizmete tahsîs eden Hüsrev Efendi’yi, Bedîüzzamân Hazretleri omuz omuza yıllar süren
mücâhedelerinden sonra, hem “davâ ederim”, hem de bu davâyı “ispat ederim” diye başladığı mühim
mektubunda bizlere şöyle tanıtıyor:
“Ben davâ eder ve ispat ederim ki: Bu soğukta soğuk muâmele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm
edilen ve vücutça hastalıklı bulunan Husrev; Türk milletinin manevî büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir
halâskârı (kurtarıcısı) dır. Ve Türk milleti onunla iftihâr edecek bir hâlis fedâkârıdır. Ve sırr-ı ihlâsa tam mazhar
olduğundan benlik ve riyâkârlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle, çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden
bir ikisini beyân etmek zamanı geldi.
Bu zât müstesnâ ve şirin kalemiyle Nûr’lardan altı yüz risâleye yakın yazmış ve bu vatanın her tarafına
neşrederek, komünist perdesi altında dehşetli ifsâda çalışan anarşistliği kırdı ve tecâvüzünü durdurdu ve bu
mübârek vatanı ve bu kahraman milleti, o zehirden kurtarmak için tesîrli tiryâkları (ilaçları) her tarafa yetiştirdi.
Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi (gelecek nesli) büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesîle oldu.” (1) Hattâ öyle ki, Hz.
Üstad hizmeti sebkat eden çok ağabeylere; “Denizli’nin Hüsrev’i Hasan Feyzî” (2), “tam bir Hüsrev olan
kahraman Tahirî” (3), “küçük bir Hüsrev olan Feyzî ve Emîn (Kastamonu)” (4), “İnebolu Hüsrev’i Nazîf Çelebi”
(5), “küçücük bir Hüsrev nâmını alan Ceylân” (6) gibi ifâdelerle, çoğu kez Hüsrev Efendi’yi emsâl gösterip, ona
benzeterek iltifât ve tebrîk etmektedir.
Hüsrev Efendi, imân ve Kur’ân hizmetinde Bedîüzzamân Hazretleri’nin; “Hüsrev’in dâima kerâmetli, isâbetli ve
fâideli ve çok yüksek fikri, her vakit Kur’ân hizmetinde kıymettardır.” (7), hem Huccet’üz-Zehrâ risâlesinin son
yarısı için beyân ettiği, “Hüsrev münasip görmediği kısmı tadîl, tebdîl, ıslâh edebilir.” (8) gibi tavzîfleri ve yine,
“Hüsrev’in tashihte ve tevzî’de (dağıtımda) ve tedbîrde ve muhâberede ve Nûr’ların neşir ve yetiştirmesinde
tebrîk ve muvaffakiyetine duâ ederiz” (9) niyazı ve benzeri çok işâretleriyle bir nevi’ bu hizmetin sevk ve idâre
merkezi hükmünde en ehemmiyetli vazifeyi edâ etmiştir.
Evet, muhtelif yerlerdeki Nûr Talebelerinin yazdığı mektuplar çok defa onun vasıtasıyla yerine ulaştırılır,
Üstad’ın arzusuna göre bazen cevaplarını kendisi yazardı. Hâsılı; hizmetin umûma bakan veçhesinde O’nun en
ehemmiyetli yardımcısı ve istişâre arkadaşı idi. Hz. Üstad’ın daha sağlıklarında Nûr Talebelerini hizmet noktasında
çok meselelerde Hüsrev Efendi’ye gönderdiği ve O’nun da ziyâret edilmesini arzu ettiğinin hâlâ aramızda
yaşayan şahitleri vardır.
Bize O’nu en iyi tanıtabilecek zât olan Bedîüzzamân Hazretleri, “Şimdi Husrev gibi Nûr kahramanı size ihsân
edildi... Ben şimdiye kadar Husrev’i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizliyordum... Hem ben, hem o, daha
gizlemek değil!" (10) diyerek O’nu takdîm ederken, O’nun aleyhinde bulunmayı, Risâle-i Nûr’un ve kendilerinin
aleyhinde bulunmakla eşdeğer tutmakta ve şöyle demektedir:
“Gizli düşmanlarımız iki plânı takîp ediyorlar: Birisi beni ihânetlerle çürütmek, ikincisi mâbeynimizde (aramızda)
bir soğukluk vermektir. Başta Husrev aleyhinde bir tenkîd ve itirâz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır.
Ben size ilân ederim ki: Husrev’in bin kusuru olsa, ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun
aleyhinde bulunmak; doğrudan doğruya Risâle-i Nûr’un aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişân edenlerin
lehinde bir azîm hıyânettir (hâinliktir).”
Halbuki bazı şahıslar hakkında “Sırr-ı ihlâsa muvaffak olamadıkları için dünya cihetini Risâle-i Nûr ile arzu
ettikleri” (12) kanâatini taşıyan Bedîüzzamân Hazretleri’nin, sırr-ı ihlâsa tam mazhariyet, benlik, riyâkârlık ve
şöhretperestlik bulunmaması gibi câlib-i dikkat tespitler ile Husrev Efendi için, pek emsâli görülmeyen bir ifâde ile
Nûr Talebelerine tavsiyesi şudur:
“Hüsrev gibi bir Nûr kahramanından; benim yerimde ve Nûrun şahs-ı manevîsinin çok ehemmiyetli bir
mümessili olmasından hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir (çok lüzûmludur).”
Evet bir sünnet-i Nebeviyedir ki; yola çıkan küçük bir kafilenin dahi bir reîsi olması icâb eder. Aleyhissalâtü
Vesselâm Efendimiz: “Bir sefere üç kişi beraber çıkınca birini emîr yapsınlar!” buyurmaktadır. Hattabî, bu hadîs-i
şerîfin izâhı zımnında su açıklamayı yapar: “Bu emirden maksat, işlerinin müştereken âhenkli olarak yürümesi,
aralarında farklı fikirler ortaya çıkmaması ve dolayısıyla ihtilâfa düşmemeleridir!”
Hem Abdülkadir-i Geylânî, İmâm-i Rabbânî, Şâh-ı Nakş-bendî Hazretleri (k.s.) gibi İslâm büyüklerinin her biri,
yerlerine vekîl bırakırken ve değil bu mübârek zâtlar, Cihâr-i Yâr-i Güzîn (dört büyük halife) Efendilerimiz (r.a.) ve
hattâ Zât-ı Risâlet (a.s.m.) için dahi hâl böyleyken, Kur'ân ve imân hizmetinde böyle nûranî yolda yürüyen şu
azîm kafilenin şahs-i manevîsi mümessilsiz kalabilir mi? Halbuki; Bedîüzzamân Hazretleri’nin kalben aradığı bir
Hayrulhalef, bir Üstad-ı Sânî manâsı Risâle-i Nûr’da açıkça izâh edilmiştir. (15)
Nûr Talebelerinin aslâ tasvip etmediği, ancak verilen tavîzlere göre muhtelif farklılıkların ortaya çıktığı
günümüzde, Hz.Üstad hizmeti sebkat eden büyüklerimizin hukuklarını muhâfaza ederek hulâsaten beyân ediyor
ki: "Benim yerimde ve Nûr’un şahs-i manevîsinin çok ehemmiyetli mümessili Husrev'dir... O'nun aleyhinde
bulunmak, benim ve Risâle-i Nûr’un aleyhinde bulunmak gibidir.. Ve bu, bizi perişân edenlerin lehinde azîm bir
hıyânet hükmüne geçer.."
Bedîüzzamân Hazretleri’nin; “Risâle-i Nûr’un hatırı... ve eski hukukumuzun hakkı için!” diyerek ricâ
buyurdukları bu manâyı, onun yakınında olanlar çok iyi bilmektedirler. Benzeri çok işâretlerle, hâdi-sât-i âlemin
de vukûâtıyla kendini güneş gibi gösteren bu hakikate binâendir ki; binler hâlis insanlar, Üstad Hazretleri’nin dâr-
ı Bekaya irtihâlinden sonra, Üstad-ı Sânî işâretini kabûl ile bu kafile-i hizmette Husrev Efendi’ye inkıyat ettiler ve
hiç bir şey kaybetmediler, pişman da olmadılar. Bu hakikatin, akıl sahipleri için, bu fânî dünyada bir âdetullahtan
ibâret olduğunda ise müşkülat yoktur.
Hem bu teslimiyet, onların Üstad’ları olan Saîd Nursî Hazretleri’ne muhabbetlerini eksiltmedi, ziyâdeleştirdi.
Esasen birincisinin işâretiyle ikinciyi tanıdıkları gibi, ikincinin irşâdıyla dahi birincisini ve hizmetini çok yeni
kimseler tanıdılar.
Elhâsıl; Ahmed Husrev Altınbaşak, 1942 yılında 2. Dünya Savaşı esnâsında iki yıla yakın bir süre için ihtiyat
subayı olarak tekrar silâh altına alındığı mecbûrî süre hâriç, Risâle-i Nûr’un bu asırdaki azîm hizmetinde büyük
fedâkârlıklar göstermiş ve Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin vefâtından sonra tam yerine geçen bir hayrulhalefi,
gerek Üstad’ının, gerekse hayatının lisân-ı şehâdeti ile dünyadaki vazife-i uhreviyesinin kuvvetli bir medârı ve
hizmetini hiçbir dünyevî maslahata âlet etmeyerek Risâle-i Nûr eczâlarının emîn bir sâhibi ve muhâfızı olarak
temâyüz etmiştir.