Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Niçin Yaşadığını Biliyor musun? (1 Kullanıcı)

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
15 Soruda Kişisel Misyonunuzu Belirleyin
Ne için var olduğunu, ne uğruna nefes aldığını belirlemene yardım edecek 15 soru hazırladık senin için. Bu sorular, kişisel misyonunu öğrenmen için zihinsel bir çerçeve oluşturmada sana yol haritası olacak. Önce kısa bir hazırlık yapacağız.
· Birkaç boş kağıt al, tabi bir de kalem.
· Rahatsız edilmeyeceğin bir yere geç. Telefon, televizyon falan olmasın.
· Soruları okuduktan sonra aklına gelen ilk cevabı kağıda yaz. Düzeltme yapmadan, içinden geldiğin gibi kaydet. Cevapları düşünmen kadar yazman da önemli.
· Süratli bir şekilde yaz. Her soru için kendine bir dakikayı aşmayacak kadar süre ver. Maksimum 60 saniye… Biz 30 saniyede karar verip yazmanı tavsiye ediyoruz.
· Dürüst ol. Yazdıklarını senden başka kimse okumayacak. Bunu aklının bir köşesinde bulundurarak ne düşünüyorsan çekinmeden yaz.
· Anın tadını çıkar ve yazarken gülümse.
15 Anahtar Soru

1. Seni en çok ne güldürür?
2. Geçmişte yapmaktan en çok hoşlandığın aktiviteler nelerdi? Peki ya şimdi?
3. Sana zamanı unutturan aktiviteler nelerdir?
4. Kendini harika hissetmeni sağlayan şey nedir?
5. Sana ilham veren şey nedir? Onun hangi özellikleri sana ilham veriyor? (Bir kişi, bir eşya, bir hayvan, bir sanatçı, bir yazar, bir lider…)
6. Doğuştan getirdiğin yeteneklerin neler?
7. Öğretmen olsan, ne öğretmeni olmak isterdin?
8. İnsanlar senden genellikle hangi konularda yardım isterler?
9. Yapmamış olmaktan en çok pişmanlık duyduğun şey ne?
10. Farz et ki şu an 90 yaşındasın. Bahçende, ağaçların altında sallanan sandalyene kurulmuşsun. Hafif hafif esen rüzgar saçlarını okşuyor. Geçmiş günleri hatırlıyorsun ve için huzurla doluyor. Sevdiklerin, başarıların, mutlulukların, yaşamlarını zenginleştirdiğin kişiler geliyor aklına ve hayata teşekkür ediyorsun. İşte tam bu sırada, hayatımda iyi ki olmuş, iyi ki yapmışım dediğin ne? Birden fazlaysa bunları sıralar mısın?
11. Asla ödün veremeyeceğin değerlerin neler? (Ahlak, özgüven, aile, aşk, kariyer, sağlık…) 6 tane seçip önem sırasına göre yazar mısın?
12. Üstesinden gelmeyi başardığın en büyük güçlük nedir? Nasıl başardın?
13. En güçlü inançların neler?
14. Büyük bir topluluğa yaşamla ilgili bir mesaj vermen gerekseydi, bu mesaj ne olurdu?
15. Sahip olduğun yetenek ve becerileri topluma, tabiata, gezegenimize, muhtaçlara, çocuklara vs. fayda sağlamak üzere nasıl kullanmak istersin?

Kişisel Misyonunu Neden Bilmelisin?
“Kişisel misyonunu belirlemek ve yazmak, yaşamında büyük bir değişiklik yaratır. Çünkü seni önceliklerini derinden ve dikkatle düşünmeye zorlar ve davranışlarını inançlarına göre biçimlendirmeni sağlar.” (Stephen Covey, Etkili İnsanın 7 Alışkanlığı)
Kişisel misyon 3 bölümden oluşur:
· Kişinin ne yapmak istediği
· Neye yardımda bulunmak, katkı sağlamak istediği
· Hangi sonuca varacağı, nasıl bir değer yaratacağı
Kişisel Misyonu Oluşturma Adımları
1. Yukarıdaki 15 soruluk egzersizi olabildiğince süratli bir şekilde tamamlamalısın.
2. Cevaplarında anahtar değerinde gördüğün kelimeleri listele (eğitim, cesaret, yardım, ilham, motivasyon, doğa, seyahat, paylaşım, öğretmek gibi…)
3. Cevaplarına dayanarak kime-neye/kimlere-nelere yardım edebileceğine inanıyorsan, bunları listele. (Tabiat, kimsesiz çocuklar, fakir ülke halkları, sivil toplum kuruluşları, hayvanlar…)
4. Nihai amacını belirle. Kime ne şekilde yardım edebileceğini, hedefinde bulunanların senin yardımına ne şekilde ulaşabileceğini sapta.
5. Yukarıdaki maddelerden oluşan sonuçları birleştirerek 2-3 cümle halinde özetleyerek yaz.
Tebrikler! İşte bu senin yaşam amacın, yani kişisel misyonun! Şimdi bu misyon doğrultusunda hayata sarılma zamanı!
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
İslam Dini, Yüce Allah’ın gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. Bu dinin kitabı Kur’an-ı Kerim de en son ve en mükemmel kitaptır.

“Allah katında din İslam’dır.”
(Al-i İmran:19)

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”
(Maide:3)


Yüce Allah’ın emirlerinde ya da yasaklarında kesinlikle akla ve mantığa aykırılık görülmez. Tam tersi bütün emir ve yasaklarında muhakkak insanların yararına sebepler vardır.Fakat biz aciz insanlar kısıtlı ilmimizle bu sebeplerin neler olduğunu her zaman bilemeyebiliriz.Öyle olunca da “ben falanca emrin ya da yasağın sebebini bilemiyorum.O halde bu emir ya da yasak gereksizdir” denmez.Çünkü bizim bu kainat içerisindeki ilmimiz okyanustaki bir su damlası kadar bile değildir.
Peki, biz bu dinin ve kitabının kıymetini biliyor muyuz? Bu dini, gerçek kaynağı olan kitabından, yani Kur’an-ı Kerim’den öğreniyor ve yaşıyor muyuz?İşte öncelikli ve samimi olarak bu soruları cevaplamalıyız.Benim kanaatime göre olaylar ve gidişat gösteriyor ki bu soruların cevabı koskoca bir “HAYIR”dır.
Yaşadığımız örneklerle konuyu açmak ve bu “Hayır”ın cevabını vermek gerekirse şunları söyleyebiliriz:

  • Bizim insanımız günde 5 vakit namaz kılar. Her namazın her rekatinde Fatiha suresini okur.Fatiha suresini her okuduğunda da Yüce Allah’a “Allah’ım yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dilerim”(Fatiha:5) der.Ama namazı bitirir bitirmez türbelere, yatırlara gidip oradan medet umar.Şirki ortadan kaldırmak için gelmiş bir dini şirk denizinde boğar.
  • Yine “yalnızca senden yardım dilerim” diyen insan bunu söylerken de nazardan korunmak için yakasına boncuk takmış olarak Yüce Allah’ın huzuruna durur. Yani nazardan da Allah yerine boncuğa sığınır.
  • İnsanlarımızın dini duygularını sömürmek için işyerlerine bu manada isimler verir: “İslam Ticaret, Miraç Hırdavat, Tekbir Giyim…v.b.”
  • İşyerini kapattığında sadece “Kapalı” yazmak yerine “Camiye gittim, Cumaya gittim, Namaza gittim…” gibi ifadeler yazarak yine vatandaşların dini duyguları üzerine oynar.
  • Yine bizim insanımız maalesef Tevekkül’le Tembelliği karıştırmıştır. Bir amaca ulaşmak için çalışıp emek harcamak ve sonra da Allah’tan istemek yerine, çalışmayı ve emek harcamayı bırakır ve işin sadece “Allah’tan istemek” kısmını yerine getirir.Yani tevekkül değil, tembellik eder. “Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur.” (Necm:39)
  • “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.”(Kaf:16) diyen Allah’a ulaşmak için araya mutlaka bazı aracılar, şeyhler, dervişler, hocaefendiler v.s. koyar.
  • Kitabın sahibi yani Yüce Allah tarafından diriler için gönderildiği söylenen Kur’an-ı Kerim’i ölülere okunan bir kitap haline getirdik. Hele hele bununla ilgili ayetin geçtiği Yasin suresini ise sanki haşa Yüce Allah’a inat tam bir ölü suresi yaptık.“Ona vahyedilen, bir öğütten ve apaçık bir Kur’an’dan başka şey değildir; Diri olanı uyarsın ve inkârcılar üzerine söz hak olsun diye indirilmiştir.”(Yasin:69-70)
  • Çoğu şirk ürünü olan hurafe ve bid’atleri din haline getirdik.Dini, içinden çıkılmaz sorunlar yumağı yaptık.Dini, sorun çözen değil, sorun çıkaran bir hale getirdik.
  • Dini konular üzerindeki görüş ve düşüncelerimizi desteklemek için “hadis” adı altında, Kuran’ın verilerine aykırı yüzbinlerce söz uydurmaktan ve dini kendi mecraından çıkarmaktan çekinmedik.
İslam Dini, insanı, aklı, düşünebilmesi, idrak edebilmesi, inanabilmesi…v.s. sebepleriyle “Eşref-i Mahlukat” yani “Yaratılmışların En Şereflisi” kabul eder.Ama hangi akıl ve düşünce?İşte problemin bir diğeri de burada ortaya çıkıyor.
Kur’an’ın verilerine göre baktığımızda burada aslolanın aklı kullanmak ve düşünmek olduğunu görürüz.Çünkü Kur’an’ın bir çok ayetinde aklı kullanmak ve düşünmek gerek emir gerekse de soru biçiminde vurgulanmıştır.Bu konuyla ilgili yaklaşık 75 ayet içerisinden birkaç örnek vermek gerekirse:

“Kitap’ı okuyup durmaktasınız. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
(Bakara:44)

“O küfre sapanların durumu, bağırıp çağırma dışında bir şeyi işitmeyen varlıklara haykıranın durumuna benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıllarını işletemezler onlar.”
(Bakara:171)

“Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?”
(Al-i İmran:65)

“Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını ve gönlünü işletenler için çok ibretler vardır.”
(Al-i İmran:190)

“Şu iğreti, basit hayat bir oyun ve eğlenceden başka şey değildir. Sakınıp korunanlar için âhiret yurdu elbette ki daha iyidir. Hâlâ aklınızı işletemeyecek misiniz?”
(En’am:32)

“O Kitap’ın içindekileri okuyup incelemediler mi? Ahiret yurdu, takvaya sarılanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı işletmeyecek misiniz?”
(A’raf:169)

“Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?”
(Saffat:138)


Bütün bu ayetlerden çıkardığımız sonuç şudur ki; İslam’ın biricik ve temel kaynağı Kur’an ve dolayısıyla da İslam dini insanı, ama aklını kullanan ve düşünen insanı üstün kabul eder.
Peki insan aklını işletmez, düşünmezse ne olur?
İşte bu sorunun cevabını da Kur’an veriyor:

“Yeryüzünde dolaşıp duran canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır-dilsizlerdir.”
(Enfal:22)


Yani Kur’an, aklını işletmeyen ve düşünmeyenleri “sağır ve dilsiz” olarak niteliyor.
Ve yine Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah aklını işletmeyenlerin akıbetini de beyan ediyor:

“Allah, pisliği, aklını kullanmayanların üstüne yağdırır.”
(Yunus:100)


Yüce Allah’ın yarattığı varlık alemini bir piramide benzetecek olursak, işte bu piramidin en tepesinde, zirvesinde insan vardır. Ve bu zirveye “Eşref-i Mahlukat”(yaratılmışların en şereflisi) zirvesi deriz.İşte biz insanları Yüce Allah o zirveye koymuştur.Bizim görevimiz orada kalabilmektir.Yaptığımız her olumsuzluk, aklı kullanmamak, düşünmemek…v.s. bizi o zirveden adım adım aşağıya düşürecektir ki en aşağısı “Esfel-e Safilin”(Yaratılmışların en aşağılığı) seviyesidir.Yüce Allah, o seviyeye düşmekten hepimizi korusun.(Amin)
Bizim, millet olarak bu çerçevede kendimizi sorgulamamız gerekir. Çünkü dünyada nadir sayıda devlete ve millete nasip olabilecek zenginlikte bir toprak parçasında ve coğrafyada yaşıyoruz.Bir nevi “hazine sandığı”nın üstünde oturuyoruz.Ama bütün bu zenginlik içinde bile sürekli bir sıkıntı, sefalet, yoksulluk ve yokluk çekiyoruz.Rahat ve huzur içinde yaşayamıyoruz.Aramıza sürekli bir ikilik sokuluyor.Bunlarla uğraşmaktan bitap düşüyoruz.
Peki neden böyle oluyor?
Biz niçin bu hallerdeyiz?
Biz nerede yanlış yapıyoruz?
Bence…
Bütün bunlar, Allah’a vefasızlığımızın, kalleşliğimizin, ihanetimizin bir sonucudur. Çünkü biz, Allah’ın bize emanet ettiği dine ihanet ettik.Din diye inandıklarımızın çoğu dinin tamamen karşı olduğu şeylerdir.Allah’ın tertemiz, bozulmamış kitabı dururken, başka kaynaklara, başka kurumlara, cemaatlere, tarikatlere, şeyhlere, dervişlere, hocaefendilere başvurup, kendimizi Allah’a değil de onlara teslim ettik.
Yine bizler, “Fatih İstanbul’u fethettiğinde Bizans’ın Hıristiyanları, din adamları “melekler erkek mi, dişi mi?” diye tartışıyorlarmış” diye onları eleştirirken hatta onlarla bir anlamda alay ederken şimdi onlardan beter olduk.Dine sokulan hurafelerle, bid’atlerle uğraşır olduk.Bakınız günümüzde biz neleri tartışıyoruz:
-Geceleri tırnak kesilir mi, aynaya bakılır mı?
-At nalı uğur getirir mi?
-Nazar boncuğu nazardan korur mu?
-Gece baykuş ötmesi, köpek uluması uğursuzluk mudur?
-İki bayram arası düğün yapılır mı?
-Mezarlığa parmak uzatılır mı?
-…v.s.
İşte biz bu gibi saçma sapan, dinde yeri olmayan, dinin uğraşmayacağı ama maalesef hurafe ve bid’at olarak dine sokulan ve çoğu da şirk olan işlerle uğraşırken, bunların yanlış şeyler olduğunu insanlarımıza anlatmaya çalışırken, bir zamanlar bizden medeniyet dersi alan, ilim öğrenen Yahudiler ve Hıristiyanlar ilimde ve teknikte bize kat kat fark attılar. Bu durum, yani hurafe ve bid’atlerin dine sokulması aslında bence Yahudi ve Hıristiyanların bir oyunudur.Çünkü biz bunlarla uğraşırken, onlar, aya ya da marsa gitmenin hesabını yapıyordu.Tıpkı, bir zamanlar onların meleklerin erkeklik ve dişiliğini tartıştıkları sırada bizim İstanbul’u fethettiğimiz, ilimde ve teknikte söz sahibi olduğumuz gibi…
Neden böyle oluyor?
Bunun kısa ve net cevabı şudur:
“Kur’an’dan uzaklaştığımız için.”
Bir insan, bir fikri, bir düşünceyi ya da bir inancı benimseyecekse, bunu en iyi öğreneceği yer, o fikrin, düşüncenin ya da dinin temelidir, özüdür, kaynağıdır. İşte biz de, İslam’ı öğrenmek istiyorsak, o zaman, bunu en iyi öğrenebileceğimiz kaynak, Kur’an-ı Kerim’dir.Çünkü İslam’ın özü, kaynağı ve temeli Kur’an-ı Kerim’dir.Eğer biz İslam’ı öğrenmek için başka kaynak arayışlarına girersek, işte o zaman önümüze yanlış kaynaklar çıkar.O zaman da yukarıda anlattığım yanlışlar içinde debelenip dururuz.
Kur’an-ı Kerim…
İşte bir müslümanın, dinini öğrenebileceği bir numaralı ve yegane kaynak. Peki insan Kur’an-ı Kerim’den dinini nasıl öğrenecek?
Tabiiki okuyarak.
Yoksa, onu duvara asarak ya da kütüphanenin tozlu raflarına mahkum ederek ondan bir şey öğrenemez.
Tabiî ki, Kur’an’ı sadece okuması yetmez. Aynı zamanda anlaması ve ondan öğüt alması gerekir.Çünkü Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de bir çok ayette, Kur’an’ı okumamızı ve okuduklarımızı düşünerek ondan dersler çıkarmamızı, öğüt almamızı emrediyor.İşte örnekler:

“Kutsal/bereketli bir Kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler.”
(Sa’d: 29)

“(Şeytan)”Yemin olsun, onları saptıracağım, onları kuruntulara/hurafelere/anlamını bilmeden okumaya mutlaka iteceğim.”
(Nisa:119)

“Şeytan, onlara söz verir, ümit verip hayal kurdurur, hurafeye/anlamını bilmeden okumaya iter. Ama o, onlara bir aldanıştan başka hiçbir şey vaat etmez.”
(Nisa: 120)

“Andolsun size hatırlatıcı bir kitap indirdik. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?”
(Enbiya: 10)

“Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!”
(Müzemmil: 4)


Bütün bu beyanlardan sonra, o halde, bizim, ayetleri düşünebilmemiz ve öğüt alabilmemiz için okuduğumuzu anlamamız gerekir. Yoksa anlamadan okumanın bize vereceği bir terbiye olamaz. Bu durum yukarıda Yüce Allah’ın da bildirdiği gibi şeytanın işi olur ve bizi hurafelere yönlendirir.(günümüz dünyasında olduğu gibi)
Kur’an’ı okuduğunda ondan muhakkak herkes bir şeyler anlar ve alır. Ondan, dağdaki çobanın da, üniversitedeki profesörün de muhakkak anlayacağı ve alacağı bir şeyler vardır.Yeter ki, Kur’an’ın emrettiği gibi onu okusun.Yani “ağır ağır ve düşüne düşüne.”

“Biz bu kitabı sana, her şeyin ayrıntılı açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, Müslümanlara bir müjde olarak indirdik.”
(Nahl: 89)

“Yemin olsun, size bir Kitap gönderdik ki, öğüt ve uyarınız/zikriniz/şerefiniz yalnız ondadır. Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mısınız?”
(Enbiya: 10)

“Yemin olsun ki, biz, Kur’an’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Yok mu düşünüp yararlanacak kimse?”
(Kamer: 17-22-32-40)


N.İbrahim ÇALIŞKANSİNOP
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
İslam Dini, Yüce Allah’ın gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. Bu dinin kitabı Kur’an-ı Kerim de en son ve en mükemmel kitaptır.

“Allah katında din İslam’dır.”
(Al-i İmran:19)

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”
(Maide:3)

Yüce Allah’ın emirlerinde ya da yasaklarında kesinlikle akla ve mantığa aykırılık görülmez. Tam tersi bütün emir ve yasaklarında muhakkak insanların yararına sebepler vardır.Fakat biz aciz insanlar kısıtlı ilmimizle bu sebeplerin neler olduğunu her zaman bilemeyebiliriz.Öyle olunca da “ben falanca emrin ya da yasağın sebebini bilemiyorum.O halde bu emir ya da yasak gereksizdir” denmez.Çünkü bizim bu kainat içerisindeki ilmimiz okyanustaki bir su damlası kadar bile değildir.
Peki, biz bu dinin ve kitabının kıymetini biliyor muyuz? Bu dini, gerçek kaynağı olan kitabından, yani Kur’an-ı Kerim’den öğreniyor ve yaşıyor muyuz?İşte öncelikli ve samimi olarak bu soruları cevaplamalıyız.Benim kanaatime göre olaylar ve gidişat gösteriyor ki bu soruların cevabı koskoca bir “HAYIR”dır.
Yaşadığımız örneklerle konuyu açmak ve bu “Hayır”ın cevabını vermek gerekirse şunları söyleyebiliriz:


  • Bizim insanımız günde 5 vakit namaz kılar. Her namazın her rekatinde Fatiha suresini okur.Fatiha suresini her okuduğunda da Yüce Allah’a “Allah’ım yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dilerim”(Fatiha:5) der.Ama namazı bitirir bitirmez türbelere, yatırlara gidip oradan medet umar.Şirki ortadan kaldırmak için gelmiş bir dini şirk denizinde boğar.
  • Yine “yalnızca senden yardım dilerim” diyen insan bunu söylerken de nazardan korunmak için yakasına boncuk takmış olarak Yüce Allah’ın huzuruna durur. Yani nazardan da Allah yerine boncuğa sığınır.
  • İnsanlarımızın dini duygularını sömürmek için işyerlerine bu manada isimler verir: “İslam Ticaret, Miraç Hırdavat, Tekbir Giyim…v.b.”
  • İşyerini kapattığında sadece “Kapalı” yazmak yerine “Camiye gittim, Cumaya gittim, Namaza gittim…” gibi ifadeler yazarak yine vatandaşların dini duyguları üzerine oynar.
  • Yine bizim insanımız maalesef Tevekkül’le Tembelliği karıştırmıştır. Bir amaca ulaşmak için çalışıp emek harcamak ve sonra da Allah’tan istemek yerine, çalışmayı ve emek harcamayı bırakır ve işin sadece “Allah’tan istemek” kısmını yerine getirir.Yani tevekkül değil, tembellik eder. “Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur.” (Necm:39)
  • “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız.”(Kaf:16) diyen Allah’a ulaşmak için araya mutlaka bazı aracılar, şeyhler, dervişler, hocaefendiler v.s. koyar.
  • Kitabın sahibi yani Yüce Allah tarafından diriler için gönderildiği söylenen Kur’an-ı Kerim’i ölülere okunan bir kitap haline getirdik. Hele hele bununla ilgili ayetin geçtiği Yasin suresini ise sanki haşa Yüce Allah’a inat tam bir ölü suresi yaptık.“Ona vahyedilen, bir öğütten ve apaçık bir Kur’an’dan başka şey değildir; Diri olanı uyarsın ve inkârcılar üzerine söz hak olsun diye indirilmiştir.”(Yasin:69-70)
  • Çoğu şirk ürünü olan hurafe ve bid’atleri din haline getirdik.Dini, içinden çıkılmaz sorunlar yumağı yaptık.Dini, sorun çözen değil, sorun çıkaran bir hale getirdik.
  • Dini konular üzerindeki görüş ve düşüncelerimizi desteklemek için “hadis” adı altında, Kuran’ın verilerine aykırı yüzbinlerce söz uydurmaktan ve dini kendi mecraından çıkarmaktan çekinmedik.

İslam Dini, insanı, aklı, düşünebilmesi, idrak edebilmesi, inanabilmesi…v.s. sebepleriyle “Eşref-i Mahlukat” yani “Yaratılmışların En Şereflisi” kabul eder.Ama hangi akıl ve düşünce?İşte problemin bir diğeri de burada ortaya çıkıyor.
Kur’an’ın verilerine göre baktığımızda burada aslolanın aklı kullanmak ve düşünmek olduğunu görürüz.Çünkü Kur’an’ın bir çok ayetinde aklı kullanmak ve düşünmek gerek emir gerekse de soru biçiminde vurgulanmıştır.Bu konuyla ilgili yaklaşık 75 ayet içerisinden birkaç örnek vermek gerekirse:

“Kitap’ı okuyup durmaktasınız. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
(Bakara:44)

“O küfre sapanların durumu, bağırıp çağırma dışında bir şeyi işitmeyen varlıklara haykıranın durumuna benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıllarını işletemezler onlar.”
(Bakara:171)

“Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?”
(Al-i İmran:65)

“Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını ve gönlünü işletenler için çok ibretler vardır.”
(Al-i İmran:190)

“Şu iğreti, basit hayat bir oyun ve eğlenceden başka şey değildir. Sakınıp korunanlar için âhiret yurdu elbette ki daha iyidir. Hâlâ aklınızı işletemeyecek misiniz?”
(En’am:32)

“O Kitap’ın içindekileri okuyup incelemediler mi? Ahiret yurdu, takvaya sarılanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı işletmeyecek misiniz?”
(A’raf:169)

“Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?”
(Saffat:138)

Bütün bu ayetlerden çıkardığımız sonuç şudur ki; İslam’ın biricik ve temel kaynağı Kur’an ve dolayısıyla da İslam dini insanı, ama aklını kullanan ve düşünen insanı üstün kabul eder.
Peki insan aklını işletmez, düşünmezse ne olur?
İşte bu sorunun cevabını da Kur’an veriyor:

“Yeryüzünde dolaşıp duran canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır-dilsizlerdir.”
(Enfal:22)

Yani Kur’an, aklını işletmeyen ve düşünmeyenleri “sağır ve dilsiz” olarak niteliyor.
Ve yine Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah aklını işletmeyenlerin akıbetini de beyan ediyor:

“Allah, pisliği, aklını kullanmayanların üstüne yağdırır.”
(Yunus:100)

Yüce Allah’ın yarattığı varlık alemini bir piramide benzetecek olursak, işte bu piramidin en tepesinde, zirvesinde insan vardır. Ve bu zirveye “Eşref-i Mahlukat”(yaratılmışların en şereflisi) zirvesi deriz.İşte biz insanları Yüce Allah o zirveye koymuştur.Bizim görevimiz orada kalabilmektir.Yaptığımız her olumsuzluk, aklı kullanmamak, düşünmemek…v.s. bizi o zirveden adım adım aşağıya düşürecektir ki en aşağısı “Esfel-e Safilin”(Yaratılmışların en aşağılığı) seviyesidir.Yüce Allah, o seviyeye düşmekten hepimizi korusun.(Amin)
Bizim, millet olarak bu çerçevede kendimizi sorgulamamız gerekir. Çünkü dünyada nadir sayıda devlete ve millete nasip olabilecek zenginlikte bir toprak parçasında ve coğrafyada yaşıyoruz.Bir nevi “hazine sandığı”nın üstünde oturuyoruz.Ama bütün bu zenginlik içinde bile sürekli bir sıkıntı, sefalet, yoksulluk ve yokluk çekiyoruz.Rahat ve huzur içinde yaşayamıyoruz.Aramıza sürekli bir ikilik sokuluyor.Bunlarla uğraşmaktan bitap düşüyoruz.
Peki neden böyle oluyor?
Biz niçin bu hallerdeyiz?
Biz nerede yanlış yapıyoruz?
Bence…
Bütün bunlar, Allah’a vefasızlığımızın, kalleşliğimizin, ihanetimizin bir sonucudur. Çünkü biz, Allah’ın bize emanet ettiği dine ihanet ettik.Din diye inandıklarımızın çoğu dinin tamamen karşı olduğu şeylerdir.Allah’ın tertemiz, bozulmamış kitabı dururken, başka kaynaklara, başka kurumlara, cemaatlere, tarikatlere, şeyhlere, dervişlere, hocaefendilere başvurup, kendimizi Allah’a değil de onlara teslim ettik.
Yine bizler, “Fatih İstanbul’u fethettiğinde Bizans’ın Hıristiyanları, din adamları “melekler erkek mi, dişi mi?” diye tartışıyorlarmış” diye onları eleştirirken hatta onlarla bir anlamda alay ederken şimdi onlardan beter olduk.Dine sokulan hurafelerle, bid’atlerle uğraşır olduk.Bakınız günümüzde biz neleri tartışıyoruz:
-Geceleri tırnak kesilir mi, aynaya bakılır mı?
-At nalı uğur getirir mi?
-Nazar boncuğu nazardan korur mu?
-Gece baykuş ötmesi, köpek uluması uğursuzluk mudur?
-İki bayram arası düğün yapılır mı?
-Mezarlığa parmak uzatılır mı?
-…v.s.
İşte biz bu gibi saçma sapan, dinde yeri olmayan, dinin uğraşmayacağı ama maalesef hurafe ve bid’at olarak dine sokulan ve çoğu da şirk olan işlerle uğraşırken, bunların yanlış şeyler olduğunu insanlarımıza anlatmaya çalışırken, bir zamanlar bizden medeniyet dersi alan, ilim öğrenen Yahudiler ve Hıristiyanlar ilimde ve teknikte bize kat kat fark attılar. Bu durum, yani hurafe ve bid’atlerin dine sokulması aslında bence Yahudi ve Hıristiyanların bir oyunudur.Çünkü biz bunlarla uğraşırken, onlar, aya ya da marsa gitmenin hesabını yapıyordu.Tıpkı, bir zamanlar onların meleklerin erkeklik ve dişiliğini tartıştıkları sırada bizim İstanbul’u fethettiğimiz, ilimde ve teknikte söz sahibi olduğumuz gibi…
Neden böyle oluyor?
Bunun kısa ve net cevabı şudur:
“Kur’an’dan uzaklaştığımız için.”
Bir insan, bir fikri, bir düşünceyi ya da bir inancı benimseyecekse, bunu en iyi öğreneceği yer, o fikrin, düşüncenin ya da dinin temelidir, özüdür, kaynağıdır. İşte biz de, İslam’ı öğrenmek istiyorsak, o zaman, bunu en iyi öğrenebileceğimiz kaynak, Kur’an-ı Kerim’dir.Çünkü İslam’ın özü, kaynağı ve temeli Kur’an-ı Kerim’dir.Eğer biz İslam’ı öğrenmek için başka kaynak arayışlarına girersek, işte o zaman önümüze yanlış kaynaklar çıkar.O zaman da yukarıda anlattığım yanlışlar içinde debelenip dururuz.
Kur’an-ı Kerim…
İşte bir müslümanın, dinini öğrenebileceği bir numaralı ve yegane kaynak. Peki insan Kur’an-ı Kerim’den dinini nasıl öğrenecek?
Tabiiki okuyarak.
Yoksa, onu duvara asarak ya da kütüphanenin tozlu raflarına mahkum ederek ondan bir şey öğrenemez.
Tabiî ki, Kur’an’ı sadece okuması yetmez. Aynı zamanda anlaması ve ondan öğüt alması gerekir.Çünkü Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de bir çok ayette, Kur’an’ı okumamızı ve okuduklarımızı düşünerek ondan dersler çıkarmamızı, öğüt almamızı emrediyor.İşte örnekler:

“Kutsal/bereketli bir Kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler.”
(Sa’d: 29)

“(Şeytan)”Yemin olsun, onları saptıracağım, onları kuruntulara/hurafelere/anlamını bilmeden okumaya mutlaka iteceğim.”
(Nisa:119)

“Şeytan, onlara söz verir, ümit verip hayal kurdurur, hurafeye/anlamını bilmeden okumaya iter. Ama o, onlara bir aldanıştan başka hiçbir şey vaat etmez.”
(Nisa: 120)

“Andolsun size hatırlatıcı bir kitap indirdik. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?”
(Enbiya: 10)

“Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku!”
(Müzemmil: 4)

Bütün bu beyanlardan sonra, o halde, bizim, ayetleri düşünebilmemiz ve öğüt alabilmemiz için okuduğumuzu anlamamız gerekir. Yoksa anlamadan okumanın bize vereceği bir terbiye olamaz. Bu durum yukarıda Yüce Allah’ın da bildirdiği gibi şeytanın işi olur ve bizi hurafelere yönlendirir.(günümüz dünyasında olduğu gibi)
Kur’an’ı okuduğunda ondan muhakkak herkes bir şeyler anlar ve alır. Ondan, dağdaki çobanın da, üniversitedeki profesörün de muhakkak anlayacağı ve alacağı bir şeyler vardır.Yeter ki, Kur’an’ın emrettiği gibi onu okusun.Yani “ağır ağır ve düşüne düşüne.”

“Biz bu kitabı sana, her şeyin ayrıntılı açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, Müslümanlara bir müjde olarak indirdik.”
(Nahl: 89)

“Yemin olsun, size bir Kitap gönderdik ki, öğüt ve uyarınız/zikriniz/şerefiniz yalnız ondadır. Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mısınız?”
(Enbiya: 10)

“Yemin olsun ki, biz, Kur’an’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Yok mu düşünüp yararlanacak kimse?”
(Kamer: 17-22-32-40)

N.İbrahim ÇALIŞKANSİNOP
 

MELEK DİLBER

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Tem 2011
Mesajlar
611
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
31
Hepsini tek tek cevapladım ama bi sonuc elde edemedim kağıt elimde kaldı:)
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Şair ne de güzel söylemiş, '' Zordur köprüleri yakmak,sıradan sabahların mahmurluğuna alışmışlar için...''

Kurulu bir düzene alışanların ya da bugün yenik düşenlerin geleceği hoş bir hayal olarak gördüğünü,ne de güzel anlatmış.

Şair ne de güzel söylemiş, '' Zordur köprüleri yakmak,sıradan sabahların mahmurluğuna alışmışlar için...''

Kurulu bir düzene alışanların ya da bugün yenik düşenlerin geleceği hoş bir hayal olarak gördüğünü,ne de güzel anlatmış.Kimileri geçmişin yıkıntıları arasında dolanır durur,kimileri ise gelmemiş gün için feryat eder.Zamanın katilidir her ikiside,farkında değildir sadece.Hakikat olan bugündür,şu andır.

İki dakika sonrasının garantisini bile veremezken birşeyleri erteleyenlerin,dünlerini beyhude yere yad edenlerin,dünü dün bugünü de dün olduğundan yaşamlarında değişen birşey de olmuyor.Olan zamana oluyor,onu da kimse fark etmiyor.İşte bu yaşamı ziyan etmekten başka birşey değildir.


Yaşam her canlının eline sadece birkez tutuşturulur ve ne zaman alınacağı asla söylenmez.Bu yüzden hergün son günmüş gibi yaşanmalı ve yaşamın tek bir katresi bile heba edilmemelidir.Her gece ölmeli,güneşin ilk ışıklarıyla da yeniden doğmalıdır.En baştan yaşamalıdır hayatı.

Steve Jobs’ın dediği gibi;
“Herşey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları – tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir. Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşüncesini yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın.Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.' Adem soyu olarak biz ne yapıyoruz?Cennet-cehennem kavramları sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi yaşıyoruz.

Oysa;
cenneti de cehennemi de başka bir dünyada aramamalıdır.Yaptığı hatalardan dolayı huzursuz olan biri cehennemdedir aslında.Bir kere de olsa çıkarsız sevmeyi becerebilmişse,içten gülümseyebilmişse,dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüze tahayyül edebilmişse cennnettedir aslında. Ama bizler içine sığamadığımız o koca şehrin kuralları, gerçekleşmeyen düşlerimizle üst üste gelince gönlümüzce yaşayamıyoruz hayatı.Hep 'başkaları ne der' gibi sorulara takılıyoruz.Başkalarını dinlemekten kalbimizin sesini duyamıyoruz.Bu yüzden de bir başkasının ömrünü yaşar gibi,öylesine bazen de diken üstünde yaşayarak geçiriyoruz günlerimizi.

İşte böyle olmamalı.Bu yaşamak değildir.Yaşamak dediğimiz sadece nefes almak değildir.Değişmektir yaşamak,değişime teslim olmaktır,güvensiz ve ürkek değil.Bu yüzden öncelikle o güvendiği limanlardan ayrılmalıdır insan.Radikal kararlar verebilmeli ve hayatın değiştiremediği anlarına karşı tevekkül edebilmeli.Ama pasif de olmamalı.'Niçin ve nasıl'lara fazla takılmadan uzatmalı elini gökyüzüne ...

Ataol Behramoğlu'nun dediği gibi ;
''Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana ''

Yaşamak böyle olmalı ;
geriye baktığında bir kere bile "keşke" dememenin hafifliğini duyumsamalıdır.Cesur,hür ve kendinden emin !!





alıntı...
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
108735342d41c-1.jpg


Mevlana ' nın çok sevdiğim bir sözü ile başlamak istiyorum. "Ne fark eder ki, kör insan için elmas da bir, cam da … Sana bakan kör ise SAKIN kendini camdan sanma! " Ne kadar derin ve güzel bir sözdür bu. İnsanın kendi değerinin farkında olmasının ne kadar önemli olduğunu çok keskin bir dille vurgulamıştır.
Farkındalık kavramı yaşamın pek çok alanında hayati önem taşır esasında. Öncelikle insanın kendi gerçeklerinin farkında olması gerekliliğinden bahsetmek istiyorum. İnsan önce kendi değerinin, yapabileceklerinin ve sahip olduklarının ne kadar değerli olduğunun farkında olmalıdır. Daha sonra ise yaşadığı çevrenin, ait olduğu ailenin ve yaşadığı ülkenin gerçeklerinin farkında olmalıdır.
Kendi gerçeklerini net bir şekilde görmeli, kendi gerçeklerinin farkında olmalıdır ki boş hayaller peşinde koşarken aslında sahip olduğu en değerli özelliğini yani insanlığını kaybetmemelidir.
Neden, nasıl ve niçin sorularının ayırdına varmalıdır. Kendisine empoze edilen dayatma öğretilerin ne kadar doğru olduğunu sorgulamalıdır.
Düşünmelidir insan, sorgulamalıdır, araştırmalıdır, sorular sormalı ve cevapları bulmak için her kaynağı incelemelidir.
Nedir yaşamak? Önce bunu sorgulamalıdır. Yaşamak; yemek, içmek, nefes alıp vermek, uyumak ya da cinsellik ten mi ibarettir sadece? Bütün bu saydıklarımız canlı olan tüm varlıklar içinde geçerli değil midir? O halde bizi diğer canlı varlıklardan ayıran nedir?
İnsan doğmuş olmak, insan olmak için yeterli midir?
Ne yazık ki insan doğmuş olmak bizleri insan yapmıyor ve bana göre insan doğmuş olan her varlık ne yazık ki insan değil... İnsan olmaktan çok uzak insansılarla dolu çevremiz.... Yazık...
İnsan olmak nedir? İnsan olmak bana göre farkındalık ile başlar. Yani insan olduğunun ve bunun ne anlama geldiğinin farkında olmakla başlar. Allah’ın onu nasıl bir varlık olarak yarattığını idrak etmekle başlar.
İnsan kimdir? İnsan doğmuş olan her varlık insan değilse gerçek anlamda insan diyebileceğimiz varlıklar kimlerdir?
Peki nasıl insan olunur?
Bana göre Allah'ın verdiği zekayı, aklı, iradeyi doğru kullanmakla, merhametle, şefkatle ve en önemlisi vicdanla insan olunur. Empati duygusu ne kadar gelişmiş ise insan olmaya o kadar yakındır. Kendisini diğer insanların, diğer varlıkların yerine koyabilme yetisini ne kadar arttırırsa, işte o oranda da insan olma yolunda büyük ve değerli bir adım atmış olur.
Bugüne kadar gelen dinleri ve bu dinlerin kitaplarını incelediğimizde çok net göreceğimiz bir şey vardır. Tüm dinler de Tanrı insana aynı şeyleri emreder. Öldürmeyin, çalmayın, zina etmeyin, iftira atmayın, gıybet etmeyin vs. gibi. Yani kısaca insan olmanın yolunda yapması gereken en temel kavramları öğretir, yasaklar, emreder, ceza ve mükafat vaat eder.
Çok zor bir şey midir insan olmak?
Günümüz koşullarında evet zor bir şeydir insan olabilmek ve insan kalabilmek. Dürüstlüğün prim yapmadığı, her şeyin kokuşmuş bir çark içinde döndüğü bu düzende insan gibi insan olmakta, öyle kalabilmekte zor iştir. İnsansa yaradılışı itibari ile zayıf bir varlıktır. Kolayı seçer ve farkında olmadan insanlığından her geçen gün bir parça kaybeder.
İnsan bedeninin olduğu kadar insan ruhunun da beslenmeye ihtiyacı vardır. İnsan ruhunu hırsla, öfkeyle, nefretle, acı ile beslerse geriye kalan sadece et, kan, sinir ve insansı bir fizyolojik yapı olur ama buna insan demek mümkün değildir.
Acıma duygusunu kaybetmiş, vicdandan yoksun, bencil, çıkar odaklı, ikiyüzlü, nefretle dolu, öfkeli, riyakar bir varlığa insan demek mümkün müdür?
İnsan; ruhunu ne kadar sevgi ile beslerse, af etmeyi, unutmayı, kaybetmek yerine kazanmayı öğrenirse, işte o oranda insan olur ve insan olma onurunu da hak ederek taşır.
İnsan olmak bir onurdur. İnsan bedeni ve onuru her şeyden değerlidir. İşte bunun farkında olan insan hem kendi onuruna ve bedenine sahip çıkacak, hem de diğer insanların onurlarını ve bedenlerini kirletmeyecektir.
Böyle bir insan kendisine yapılmasını istemediği hiçbir şeyi bir başka insana yapmayacaktır.
Aslında çok derin ve karmaşık olan insan olmak kavramının pek çok çarpıcı örnekle altı çizilebilir. Lakin yaşamın içinde dehşete düşüren, trajikomik, insan olan herkesin yüreğini burkan, içini acıtan o kadar çok olayı okuyor, izliyor, görüyor ve yaşıyoruz ki ben bu konuda bir örnekleme yapma ihtiyacı bile hissetmiyorum.
Son olarak maskesiz, doğal, açık, net, şeffaf, dürüst, kalbi örümcek ağları ile kaplanmamış, sevgi dolu, vicdan sahibi, merhametli insanların hayatımızdan hiç eksik olmamalarını temenni ediyorum.
Ve Allah kendini insan zanneden bütün insansı varlıklara da biraz akıl, fikir, vicdan nasip etsin, kalplerinde ki mühürleri kaldırsın ve onları gerçekten insan olma onuru ile taçlandırsın diyor ve susuyorum….
Zeliha BEKOĞLU

alıntı

o kadar zevkle okudum ki sizlerin de okumasını arzu ettim ve paylaştım.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Yan tarafımızdaki apartman çift daireli. Her katta, karşılıklı birbirine bakan iki daire kapısı… İki sene önce beni düşüncelere salan birşey olmuştu. Üçüncü kattaki karşılıklı dairelerden bi­rinde sevinç, diğerinde derin bir hüzün vardı. Aynı günde birisi eşini beyin kanamasından kaybetti, diğer dairedekinin bir kızı oldu. Birinde doğum haberi, diğerinde ölüm haberi vardı. Bir insan, daha yeni gelmişti, diğeri daha yeni gitmişti.
“Dünyanın hali bu” dedim içimden. Dünya, gelenler ve gi­denlerle dolu. Her gün, her saniye birileri geliyor, birileri gidi­yor. Biri hayata daha yeni başlıyor, diğeri çoktan bitirmiş, yeni bir hayata başlamış. Sonra sordum:

“O niye öldü, bu niye doğ­du?” Hani gelmesiyle gitmesi bir olan misafire deriz: “Niye gel­din, niye gidiyorsun?”

“Şu dünya misafirhanesine gelmemizle gitmemiz bir olduğu­na göre, biz niye gelmiştik, niye gidiyoruz? Bizi buraya hangi rüzgâr attı böyle? Bizim burada ne işimiz var? Hayatın anlamı ne? Madem ki doğduk ve ölüme doğru yol alıyoruz. “Niçin ya­şıyorum?” sorusunu kendimize hiç sorduk mu acaba? Sahi, ni­çin yaşıyoruz?

Hayatımızı nelerin ve kimlerin uğruna, hangi amaçlar doğrultusunda harcıyoruz? Ve sonuçta ne kazanıyo­ruz?

Dünyada ne toplarsak toplayalım, mal, evlat, insanlar, hepsini ölünce bırakacağımıza göre, sonunda bize kalan ne?

Dünyada belirlediğimiz hedefler neyse onun uğrunda, ona kavuşabilmek için çabalıyor ve hayatımızdan veriyoruz. O hal­de gelin, öncelikle hedef olarak kendimize ne belirledik bunu bir sorgulayalım. Niçin yaşıyoruz? Belirlediğiniz bir mesleğe ulaşabilmek için mi, maddî durumunuzu biraz daha iyileştire­cek kadar para kazanmak için mi, üniversite sınavlarında bu kez iyi bir puan tutturup iyi bir fakülteye girebilmek için mi, o sevdiğiniz insan için mi, eşiniz için mi, çocuklarınız için mi? Ni­çin?

William Marston isimli bir psikolog “Yaşamaktan maksadınız nedir?” diye 3000 kişiye sormuş. İnsanların % 94′ünün gelecek ümidiyle bugüne katlandıklarını görünce de şaşırmış. İnsanla­rın çoğu bekledikleri birşeyin olmasını, istemedikleri birinin öl­mesini, çocuklarının büyümesini, gelecek seneyi, bir dünya se­yahati yapmak fırsatını vs. bekliyormuş. Eminim ki bu bekle­dikleri şeylere şu anda kavuşsalar, yine de kendilerine bekleye­cek yeni şeyler bulurlardı.

Meselâ çocuğunun büyümesini bek­leyen, daha sonra da torununun olmasını ve onun büyümesini beklerdi. Bu hepimizde var. Hep gelecekte güzel birşeyler ol­ması ümidiyle geleceğin gelmesini ve bize güzellikleri getirme­sini bekliyoruz. Gelecek ise hergün gelip gelip geçiyor. Ama bi­zim, gelecek beklentimiz hiç bitmiyor. Hep daha uzaklara, daha sonraki yarınlara uzanıyor, umutlarımızı, beklentilerimizi ve iş­lerimizi hep erteliyoruz. Hayatımız geleceğe atfetmelerle geçi­yor. Bugün neleri kaçırdığımızı düşünmeden, gelecekte birşey­ler yakalarız diye hayallenip duruyoruz.

Dünya hayatının nasıl birşey olduğunu otobüste giderken öğ­rendim. Camın kenarına oturmuş, yanımdan geçen manzarala­rı, ağaçları, insanları seyrediyordum her zamanki gibi. İlerde bir ağaç mesela. Otobüs hızla gittikçe size bir anda uzaktan gözüküyor, size doğru geliyor, bir anda yan yana geliyorsunuz ve geçip giderek arkanızda kalıyor. Ağaç aslında duruyor, orada da giden sizsiniz. Şu yaşıma kadar karşılaştığım, dostluk kur­duğum, paylaştığım insanlar, hayvanlar, yağmurlar, çiçekler girip çıktığım işler, okuduğum kitap, baktığım kuş çoktan gelip geçti. Hayatımız işte böyle gelip geçen şeylerle dolu. Biz hep duruyoruz da başkaları bize geliyor, sonra da geçip gidiyor de­ğil. Aslında gelip geçen biziz. Bizim hayatımız.

İşte bunun için gelip geçen hayatımızda neleri hedef olarak belirlediğimiz, ömrümüzü nelerin uğruna harcadığımız çok önemli. Mesela kendinden geçip çocukları için yaşayanlar. Bir insanın sadece çocukları için yaşaması, kendi hayatını çocukla­rının hayatına endekslemesi doğru mudur? Bir yabancı kadın artist çocukları için yıllarca uğraştığını, onlara iyi bir gelecek hazırlamak için saçını süpürge ettiğini, fakat şimdi çocuklarının büyüdüğünü ve aralarında sürekli tartışmalar çıktığını anlatıp yakmıyor. “Ben onlar için hayatımı harcadım, fakat şimdi beni istemiyorlar ve benden nefret ettiklerini söylüyorlar. Acaba ben nerede hata yaptım?” diyor.

Demek ki kendi hayatınızı çocuklarınızınkine endekslediğiniz zaman gün gelip çocuklarınız sizi kapının önüne koyabili­yor. Ya da bir bakıyorsunuz okuttuğunuz, büyüttüğünüz çocu­ğunuz aniden oluveriyor. Bu durumda sizin hayatınızın çocu­ğunuza endekslediğiniz kısmı da ölmüş oluyor. Sevdiği bir in­san için yaşayanlar; sevip bağlandığınız insan bir anda sizi yo­lun ortasında bırakabiliyor. Eşi için yaşayanlar: Şu an eşinizin ölüm haberini alsanız ve bir anda dul kalıverseniz ne olurdu? Ona harcadığınız hayatınız da bir anda uçmuş olurdu. Ya da para için, yeni bir ev, yeni bir araba için yaşayanlar, bir yangın çıkıp eviniz yanabilir, bir hırsız gelip evinizi soyup tam takır bı­rakabilir ya da hastahane masrafı olarak sizden tüm servetiniz geri alınabilir.
Hiçbiri olmazsa zaten sonunda aniden oluverip, etrafınızda topladığınız herşeyi mecburen bırakacaksınız. Demek ki bu uğ­runa yaşadığımızı zannetiğimiz şeylerin hepsi çürük dallardan başka bir şey değilmiş. Çünkü hepsi de dünyevî şeylerdi. O hal­de “Dünyevî hiçbir unsur uğrunda yaşamaya değer gerçek de­ğerler sayılamaz. İnsan yaşamaya değer gerçek şeyleri, ancak Yaratıcısının gerçek isteklerini anlayarak bulabilir.”,

Yaratıcımız bizi ancak Ona ibadet edelim diye yarattı. Bu du­rumda bizim de elimizden çıkan her işten aynı zamanda bir iba­det çıkması gerekiyor. Bu da ancak kul olduğumuzun, ibadet etmemiz gerektiğinin bilincine varmamızla mümkün. Mesela amaç olarak kendinize doktorluğu belirlediniz diyelim. Dünya­daki amacına sadece doktorluğu oturtan bir insan üniversiteye girmek için bütün ders kitaplarını yutarcasına çalışır, üniversi­teyi kazanır ve senelerce tıp fakültesinde dirsek çürütür, ömrü­nü satarak sonunda doktor olur ve öldüğünde de sadece doktor olarak ölür, hepsi bu. Çünkü o sadece doktor olmayı, muayene-, hanesi, beyaz gömleği, duvarda diploması ve kendine muhtaç hastaları istemiştir.

Oysaki doktordan önce bir insan ve bir kuluz. Önce kul olma­mız gerekiyor. Doktorluğu ya da başka birşeyi isterken sadece onu istemek yeterli değil. O istediğimiz şeyi niçin istiyoruz, bu­nu sormamız lazım. Dünyaya doktor olmak için ve doktor ola­rak ölmek için gönderilmediğimize göre, attığımız her adımda, el attığımız her işte bizden bir ibadet çıkması gerekiyor. Amacı­mız iyi bir doktordan önce iyi bir kul olursa elimizden çıkan her iş ibadet olarak çıkar. Bu durumda da doktorluk asıl amaca hiz­met eden bir araç olur sadece. Ve ancak o zaman asıl hedefe bizi götürür. Asıl hedefimiz itaat ve ibadet ise temelde kulluğumu­zu görürüz ve her işi bu niyetle yaparız.

Yıkadığımız bulaşığı “Annem kızmasın, eşim küsmesin” diye yıkarsak sadece bulaşık yıkamış oluruz. Ötesi yok. Ve ömrümüzün onbeş dakikasını bulaşık yıkamak için satmış oluruz. Ama o bulaşığı ibadet niyetiyle, İlâhî rıza için yıkarsak bulaşık asıl hedef için bir vasıta oluverir. Daha da ötesine gidip bulaşık yı­kamayı iyi bir tefekkür malzemesi olarak kullanabilirsiniz.

Ortalık darmadağın iken bir anda geliyorsunuz ve mutfağı derleyip toparlıyor, tabakları ter temiz yapıp bir bir diziyorsu­nuz. Kâinattaki düzen ve intizam da bir kudret eliyle oluyor. O kirli, yağlı tabak çanaklar sizin su ve sabun müdahalenizle ter temiz oluyor.


İşte burada da Kuddüs ismini görebilirsiniz. Hücrelerimizden kâinata kadar uzanan bir temizleme işi var ve bize Kuddüs olan Zâtı işaret ediyor. Çocuğun altını temizlerken, ortalığı süpürür­ken, elinizi yüzünüzü yıkarken hep bu ismin tecellisini görebi­lirsiniz. Ve harika bir ibadet araçları olduklarını görebilirsiniz. Aksi takdirde bir bulaşıkçı kadından, bir temizlikçi kadından öteye gidemezsiniz bu işleri yaparken. Demek ki merkeze kullu­ğumuzu ve teslimiyeti oturtursak el attığımız her iş ibadet olarak çıkı­yor.


Demek ki “Niçin yaşıyoruz” sorusu bu kadar önemli bir soru. Hayatımızın can damarını oluşturan bu soruya verdiğimiz ce­vap üzerine ömrümüz kuruluyor, devam ediyor ve sona eriyor. O halde öyle hedeflerimiz olmalı ki, biz ölünce çürük dallara dönüşmesin, bizi yarı yolda bırakmasın. Hedeflerimiz dünya ile sınırlı olmamalı, çünkü biz de sadece dünya hayatı ile sınırlı de­ğiliz.

HÜLYA KARTAL
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Allah Dostu Derki...İlâhi hadiseler insan dimağına dökülemez.
Beşer aklı bunu hâlletmeye çabalarsa bütün ilâhî şeylerin hepsi kıymetini kaybeder.Kâinatda düşünebileceğiniz herşey mümkündür.
Düşünemediğin şeyin imkânı yoktur.
Bilgisizlik’dir bunların hepsinin sebebi...
Hangi bilgisizlik, aklın ötesine inanmamak cehâleti...
Bu, insanın kendi aklına hakaretidir ki inanmadığı şeye nazaran bu hâli küfürdür.
İyilikler insan ile birlikte gömülür.
Amma kötülükler ölümden sonra da yaşamaya devam eder.
Bu iki cümleyi çok oku anla!
Zira bundan dolayı:
Cennet cehennem vardır.
Şeytan amelleri vardır.
Peygamberler bunun için gönderilmiştir.
Herşey bundan ötürü fânidir...
Anlamadın!
ALLAH niçin böyle murad etmiştir?
Bilmiyoruz.
Bilemeyeceğiz de... .
Yalnız boyun eğmek lâzımdır ki bu ta’zimdir.
Kime?
Kendine...
Dışını değil içini süslemeye çalış!
Efendiliğini kaybetme!
Haramdan, içkiden, kumardan uzak dur!
Sabır ve kanaat hasletlerini kuvvetlendir.
Hiddet etme, öfkelenme, sakin ol!
Hiddet başkadır, öfke başkadır bunu karıştırma birbirleriyle.
Hiddet : Dışarının tesiriyledir.
Öfke : Nefsin içten gelen tepkisidir.
ALLAH’dan başkalarına şikâyetden nefsi men’ etmek sabırdır ha!..
İnsanın gözü aklı kadar görür.
Bu göz ALLAH’ın yarattıklarını görür.
İnsanın HAKK’a bakan gözleri açılırsa o zaman herşey ortadan kalkar.
HAKK’ı görmeye başlar.
Evvelâ: ALLAH’ın güçlerini, tecellîlerini görür anlar.
Herşeye karşı sevgi, arzu, ihtiras.
Güzele, kadına, paraya, mala ve servete karşı sevgi asıl sevginin muhtelif görünüşleridir.
Dünyaya ve yaratıklara aklı kadar bakan gözler bunları görür, ihtiras ve sevgiye bağlanırlar.
Bunların hepsi HAKK’ı görür gözleri perdeler...
Aslında ne şer vardır, ne haram, ne helâl, bunlar aklı kadar gören gözleri olan insanlara böyledir.
HAKK’ı gören, gözleri işleyen bunlardan kurtulur.
O zaman ne haram vardır ne helâl.
Ne şer vardır.
Ne hayır...
Hepisi “O” dur.
“VE İLÂ RABBİKE FERGAB” âyeti bunu sessizce haykırmaktadır.
Para;
Namussuzu namuslu,
Çirkini güzel,
Hırsızı doğru,
Haksızı haklı yaptığr bir devirde yaşıyoruz...
Bu toplumda;
Kimi zora,
Kimi şöhrete,
Kimi paraya boyun eğer...
Gururun soğukluluğu bazen insanı mahveder.
Hükümdar haksız olarak bir köylüden bir yumurta alırsa, adamları bütün tavuklarını alır.
Menfaat insanı yıkar.
ALLAH’dan uzaklaşan insanlara kızmayınız!
Hiddet etmeyiniz!
Onlara “Sevgi” ile yaklaşmak lâzımdır.
O zaman “öfke” nefısden zuhur etmez...
Zira dünyada tek bir mâbed vardır.
O da insan vücududur.
Hiçbir şey bundan mukaddes değildir, insan bir mekândır.
Aslı lâ mekândır.
İnsanı sevmek ve ta’zim etmek, “Beden” içindeki bu “Haber”e ta’zimdir.
Elinizi insan vücuduna dokunduğunuz zaman onu gökyüzüne dokundurmuş olursunuz...
Bütün kâinatı yaratan, küçülerek bütün güçleriyle insan vücuduna şah damarlarından daha yakın olarak gizlenmiştir.
Onu idrak mekanizması insanda vardır.
Anahtarı da vardır...
Menfaat hisleriyle insan bilmeden “nefsin” esareti altında kalır.
“Nefsinin” demedik dikkat et.
“Men arefe nefse fekad arafe rabbe” hadisindeki; “nefsin”, “nefsinin” hangisidir anla!..
İki avcı av dönüşünde vurduklarını paylaşıyorlardı.
Birisi bir tavşan, diğeri ise bir keklik vurmuştu.
Tavşanı vuran avcı, diğer, keklik vurana:
“İstersen tavşan bende kalsın!
Keklik senin olsun!
İstersen kekliği sen al!
Tavşanı bana ver!..”
İşte insanların menfaat uğrunda söylediği sözler bunlar.
Bunun içinden “nefsin” ve “nefsinin” mânâlarını anla!..
Doğru söyle!
Gıpta etmeden, hased etmeden, yalana tevessül etmeden adaletden ayrılmadan daima gönülden söyle!
Böyle olursan vücmdaki nefisdeki şaibeler ortadan kalkar.
Şaibeleri; irade, sabır, ibâdet siler süpürür.
“Cesed, o hâlde gönlün gölgesinin, gölgesinin gölgesidir!” demişler...
Bilinen birşey var:
İnsanların ilâhî bir ahenk, kanun ile idare edildiğidir.
Kâinatda her şey; yaratılış, süs ve işleme nizamı ile insanlara güzel ve çirkin görünür.
Hayır veya şer şeklinde tecellî eder.
Halbuki kâinatda hiçbirşey mânâsız, eksik ve çirkin değildir.
ALLAH hepsini noksansız ve güzel yaratmıştır.
Bizim HAKK’a yakınlık derecemize göre çirkin veya fena şekilde görünür.
Her fena veya çirkin gibi görünen eşya ve yaratığın altında bir güzellik gizlidir.
Onu görmeye gayret ediniz!
Cenabı HAKK insanı kendisi için yaratmıştır.
O hâlde emirlerine insanın uyması lâzımdır.
Mal onun
Rızık onun
Cesed onun
Ruh onun
Akıl ve irade onun.
O hâlde...
Bunları sana muvakkat bir zaman için verdi.
Emânete hiyanet etme...
“HAKK’a herşeyi bağlama, nefsine bağla!..”
Lâf çok ince dikkat et anla!..
Âdem cennetten çıkarıldı. (Kovulmadı).
HAKK’ın emliyledir bu...
Bu çıkarılışı Âdem gizledi.
HAKK’a isnad etmedi.
Nefsine isnad etti.
Ve HAKK Âdem’i af ve mağfiret etti.
Hz.Musa bir gün kırda gezerken bir doğan bir güvercini kovalıyormuş. Güvercin Hz.Musa’nın omuzuna konmuş.
“Yâ Musa beni koru!” diye feryad etmiş.
Doğan:
“Musa! rızkımı alma ver!” demiş.
Musa bıçağını çıkararak doğana:
“Baldırımdan kesip vereyim, güvercine dokunma yavruları var!”
Bıçağı baldırına vuracağı zaman Doğan ve Güvercin hemen :
“Yâ Musa dur biz HAKK’ın elçisiyiz seni denemeye geldik.
Andında sadık, sözüne emin olup olmadığını imtihan için gönderildik !” demişlerdir.
Küçük satırlardaki bu hadiseyi çok düşün !..
Ve HAKK’dan ayrılma !..
Ne olur !..
Kâinatdaki nizam ve işleme, canlı, cansız, nebat, hayvan, maden hep bu ahde sadıktır.
Bakarsan görürsün...
Yaratılan her şey güzeldir.
Güzellik gözle görülmez.
Gönül ile görünür.
Madde ile değil sevgi ile beslenir...
Güzellikler içinde zorluklar vardır.
ALLAH’ın insanları böyle yaratmasında bir sebep vardır.
Fakat biz onu bilmiyoruz.
Hayatda yokuşları tırmanırken, rastladığınız kimselere iyi davranınız!
Çünkü inişde yine onlara rastlayacaksınız.
Belki sizi mezara kadar omuzlarında taşıyanlardan biri olurlar.
Düşünen bir insanın kafasında “inanmak veya inanmamak” bakımından hakikati bulmak imkânsızdır.
Bu iş bir mısır tarlasını sahibinden korumaya benzer.
Dünyada hiçbir şey göründüğü gibi, ne de anlatıldığı gibidir.
Zira hiçbir şey sanıldığı gibi olmuyor.
O hâlde her yapacağın veya yaptığın işlerde sevab ve günah arama, insaniyetine hakaret etmiş olursun.
Onu ancak ALLAH takdir eder...
Beşer tarihinde her millete ait efsaneler destanlar hikâyeler vardır.
Bunlar asıl hakikatlerdir.
Fakat insanoğlu tarafından kabul edilememiş kavranamamış hakikatlerin kaybolmayarak, öğüt veren düşünen için asıl hakikatlerdir.
Onlar insanı doğruluğa, fazilete, hakikate götürecek ip uçlarıdır.
Çok basit belki gülünç bulacağınız bir iki tane hepimizin bildiği bazı şeylerden bahsedelim:
Açlıktan ölmek üzere olan bir köpeği alıp yediriniz.
Avucunuzla su içiriniz ısırmaz, ömür boyu hem de...
Nerede tesadüf etse kokunuzdan sizi tanır.
O koku onun kuvvetli hafızasına nakşolmuştur.
Veya onu yaratan öyle halketmiştir.
Kur’ândaki KITMlR hikâyesi basit bir köpek hikâyesi değildir.
İşte insan ile köpek arasındaki fark budur.
Size candan bağlı bir köpek kızgın bir dosttan daha iyidir.
Isıracak köpek dişini göstermez. (Dikkat !).
Kedi, hürriyetini seven en ileri derecede bir hayvandır.
Bir yudum su için, bir parça ekmek için kimsenin elini yalamaz.
Açlıktan ölür de...
Bilir misiniz su ile abdest almada niyet yoktur, fakat toprakla teyemmümde niyet etmek vardır.
Niçin?
Oruçda niçin niyet vardır?
Niyetsiz oruç olmaz.
Dil ile ikrar cesed ile tasdik vardır.
Niçin?
İnsan hayatı dünyada bulunması bir nevi ibâdetdir.
Dünyaya niçin geldiğini anlayan sözün doğruluğunu derhal anlar.
ALLAH ile temas
Alış veriş
Konuşma
Sözleşme.
Ancak abdest aldıktan sonra mümkündür.
Yoksa edeb dışıdır.
Kul işi değildir...
Diğer dinlerde abdest yoktur.
Niçin emredilmemiştir.
Esas sır buradadır.
Bu sırrı bilirsen sezersen:
Abdestsiz; yeme, içme, konuşma, yemek pişirme, çocuğa süt verme !..
Bunları tatbik çok zor gelir, fakat alışırsan o kadar da kolaydır.
Herkes bunu yapsaydı haram diye birşey konuşulmazdı.
O zaman islamda haram olarıın diğer dinlerde haram olmasının sebep ve sırrını anlarsın ve yine Resûlullah’ın niçin:
Son peygamber olduğunu,
Habibullah olduğunu,
Rahmetelli’l- âlemin olduğunu,
Mi’raca niçin teşrif ettirildiğini,
Namazın niçin mi’racda arada vasıta olmadan kendisine emrolunduğunu, bütün uçsuz bucaksız kâinatın onun yüzünden, nûrundan yaratıldığını anlarsın...
“Senin verdiğin nimeti, rızkı yiyeceğim,
Her şeyi ondan yarattığın suyu içeceğim,
Nimetlerini hazırlayıp pişireceğim,
Evlâdıma süt vereceğim!”
Bunların hepsi abdestli olarak yapılır.
“Konuşma-Kelâm” :
“Sen”in yerine “Kul” olarak konuşuyorum!” yine abdestli olmak lâzımdır. Ama böyle olmasa ne olur?
Günah mı?
Hayır!
Böyle olmak başka türlü Kul olmak demektir...
Ceseden; Abdest, Namaz, Oruç.
Ruhen de sen düşün onu...
Bunu söylemek bana düşmez.
Sana hakaret olur.
Günaha giremem...
Oruçda abdestli olmalıdır.
“Orucun mükâfatını ben vereceğim!” diyor.
Diğer ibâdetlerin mükâfatını başkası mı veriyor?
O mükâfat nedir?
Cesedî midir?
Ruhî midir?
Onu bir bilsen bütün günlerinin oruçlu olmasını istersin.
Taklitden sakın.
Oruçda ALLAH’ın kuluna vereceği en büyük mükâfatı gizlidir.
Daima abdestli bulunmada bu işde yapmamanın günahı yoktur.
Yapmanın da sevabı yoktur.
Burada daima HAKK’lâ birlikte olmak vardır.
Onun için abdest emrolunmuştur.
Her şeyde sevab ve günah arama, insaniyetine hakaret etmiş olursun.
Devamlı abdestli ol!..
Abdestsiz; yeme, içme, konuşma, orucu daima abdestli tut!
Abdest bozulursa alana kadar konuşma!
Resûlü Ekrem’in islâmiyeti ilânından on sene sonra mi’rac da namaz emrolundu.
Ondan iki sene sonra da Medine’de abdest emrolundu.
İlk kılınan namazlarda abdest almak yoktu.
Resûl, yalnız ağızlarını çalkalardı.
Bunların sebeplerini öğren bil ve kendinin ne olduğunu anla!..
Dışarıdan içeriye bakarsan birşey göremezsin.
İçeriden dışarıya bakarsan o zaman iş başkadır.
Bu sûretle insan kendini bulur.
Kendini bulmak HAKK’ı bulmaktır.
Burada “HAKK” hakikat’dır ki ALLAH’ın tecellîsidir.
Mansur işi bu...
Unutma !
Kandil resmi, geceleyin ışık vermez..
Ben lisanımla Ene’l- HAKK lâfzı etmem bir an
Halimi canım bilsin lâfz-ı üryan istemem.
13.5.1986 Perşembe
وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ
“Ve ila rabbike ferğab : ve yalnız Rabbine yönel.” (İnşirah 94/8)
Muvakkat : Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt