Nice güneşler gördü gözlerimiz… Senin gibisini görmedi. Geceye doğan güneşi ise hiç görmedi. Sen böyleydin işte. Sen canlı bir güneştin. Yanacaktın ama yakmayacaktın. Kâinatı ışıl ışıl aydınlatacaktın. Ve günü geldiğinde ışık olup konuşacaktın. Çağlara bütün zamanlara seslenecektin.
Sen konuştukça parlayacaktı Rahmân’ın ışığı yayılacaktı. Bir iki üç derken en çorak topraklarda yediveren gülleri açacaktı. Şimdi toprak uykuda gece sabırda kâinat duâda.
Her şey hazırdı kâinat geleceğine muntazırdı.
Zifiri karanlık bir geceyi nurun aydınlatacaktı. Rahmân ve Rahîm olan Aziz ve Cebbar olan Kadîr-i Zülcemâl güzelliğini aksettirecek nurunu tamamlayacaktı. Bazı kimseler dirense de o nura karşı istemese de ALLAH (cc) nurunu tamamlayacaktı. ALLAH öyle dilemiş öyle olacaktı. Kader konuşunca beşer susacaktı.
Gözlerin görmediği güneşler güneşlerin bilmediği mû’cizeler hazırdı. Kâinat bir kutlu doğuma muntazırdı. Vakti saati geldiğinde ALLAH “ol” deyince olmazlar olacaktı. O nurun bir zerresine nice bin can hayatını verecekti. İnsanlık tarihi böyle bir destana şahit olmayacaktı.
Işığı gören karanlıktan korkmaz. Korkmayacaklardı onlar ALLAH’tan başka hiçbir şeyden. Işığınla yıkananlara sönmez pörsümez ebedî bir hayat vardı.
Daha da ötesi şehadet cennet vardı. Hepsinden de üstünü ALLAH ve rızası vardı. Yetmez miydi bu şeref? İnsanlığın başına taç ettiğin bu şeref yeter de artar bile.
Şimdi hayıflanmak sırası bize düştü derken toprağa düşen bir tohum gibi geceye doğan güneşimiz nurun içimize düştü şükür. Sonsuza kadar hamd ve senalar olsun Rabbimize.
Kat kat zulmet perdeleri nurunla delinecek. Kâinat baştan başa bir zerre bile kalmamacasına nurunla yıkanacak nurunla alâkadar olacaktı. Rabbimizin ezelde yazdığı takdir ne ise o olacaktı. Vakit yaklaşıyordu.
Her şey hazırdı kâinat doğumuna muntazırdı. Hiç bu kadar beklenmedi gelecek olan misafir. Hiç bu kadar özlenmemişti… Hz. Âdem’den beri hasretle beklenen sendin. O nuranî kafilenin yüz yirmi dört binin nurunla başı vücudunla sonuydun sen. “Gel evlât gel de bizi mahzuniyetten kurtar yetimlikten kurtar” diye duâlar edilen sendin. Kaderdeki halkayı daireyi tamamlamaya çağrılan sendin. Onlar biliyordu ve duyurmak zorundaydılar bu gerçeği.
Her nebî kendinden çok senden haber verdi. Her nebî geleceğini müjdeledi. Nurunun aksi asırları kuşatmışken gece nasıl yürürse körler gündüz de öyle yürüyecekti. Nasibini sende bilen asla yanılmayacaktı.
Bir baharı vardı bu dünyanın elbet. Kara kışlar sürmeyecekti ilelebet. Mevlâ’nın takdiri vardı. Vakt erişti her şey tamamdı. Her şey hazırdı. Kâinat bir kutlu doğuma muntazırdı gün sayıyordu takvimler. Belirmeye başlamıştı bir bir işaretler.
***
Önce Ebrehe’nin defteri dürülecekti. Ve tarihe o geçecekti o yıl “Fil Yılı” diye. Doğumuna elli dört gün kala hatta ondan da bir müddet önce Peygamberimizin (asm) dedesi Abdülmuttalib’e bir rüyada seslenilip:
“Yürekleri serinleten ve içildiğinde kandıran suyu ara! Zemzemin yerini kaz. Onu bulduğun zaman artık onun suları hiç kesilmez… O sana dedelerinden mirastır” deniyordu.
Abdülmuttalib belirtilen işaretleri izleyip zemzem suyunu bulmuş sevinçle tekbir getirmişti. Herkes bu cennet ırmağına kavuştuğu için bayram yapıyordu adeta. Oysa bu suyun kısa bir süre sonra doğacak olan senin hürmetine çıktığından habersizdiler. Dedeni Mekke’ye reis yaptılar. Ve sen “Âlemlerin Reisi” Mekke reisinin torunu olarak dünyaya teşrif edecektin.
Her şey hazırdı kâinat kutlu doğuma muntazırdı.
Kâbe’nin şöhreti git gide yayılıyor ve Yemen valisi Ebrehe’nin iştahını kabartıyordu. Nice hileler ve çareler düşündü insanların nazarını kendi ülkesine çekmek için. Ama başaramadı. Kâbe’ye alternatif mekânlar yaptı ama olmadı tutmadı. Mekke’nin parlayan yıldızını söndürmek için yola koyuldu. Kâbe’yi yerle bir etmek istiyordu. Doğumuna elli dört gün kala.
Ebrehe’nin askerleri dedenin develerine el koymuştu. Onları istemek üzere yanına gittiğinde şaşırmıştı Ebrehe. Kâbe hakkında bir şeyler söylemesini istedi ama beklediği olmadı. “Ben develerin sahibiysem Kâbe’nin sahibi var bana söz düşmez” dedi. Ebrehe kudurdu. Öfkeden taştı köpürdü bu sözler karşısında; “Kâbe’yi bana karşı korumaya kimsenin gücü yetmez” diye bağırıyordu. Abdülmuttalib; “Onu korumak ALLAH işidir. İşte sen. İşte ALLAH” diyordu çekildi aradan. Kâbe’ye varıp ALLAH’a duâ etti. Dünyaya teşrifine kutlu doğumuna elli dört gün vardı.
Ebrehe hücuma geçtiği gün tarihler 570 yılının Muharrem ayının 17. gününü gösteriyordu ve günlerden Pazardı.
Hücum emri verildi. Ama ordunun önündeki o muhteşem fil bir türlü harekete geçmiyordu. Her yöne koşuyor ama Kâbe’ye doğru bir adım atmıyordu. Olduğu yere yığılıyordu bu Mahmut isimli süslü savaş fili.
Filin halinden bir ibret ve ders alamadı Ebrehe. Ardından deniz tarafından kuşlar göründü. Ebabil kuşlarıydı bunlar ayaklarında ve gagalarında küçük taşlarla geliyorlardı. Kuş ordusu bıraktıkları taşlarla Ebrehe’nin ordusunu buğday tarlasındaki kesilmiş buğdaylara çevirdiler. Yerlere serildiler. Kırlangıca benzeyen bu kuşların attığı taşlardan Kâbe yönüne gitmemenin mükâfatı olarak “Mahmut” adındaki fil sağ olarak kurtulmuştu. Ardından yağmur ve seller gelip ne varsa meydanda her şeyi silip süpürdü. Önüne katıp götürdü Kâbe’yi yıkmak isteyenlerin acıklı sonlarını Rabbimiz kırk yıl sonra Fil Sûresi’nde anlatacaktı.