Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ney Olup Ağlamaktır En Güzel Duamız! (1 Kullanıcı)

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,590
Tepki puanı
954
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Ney Olup Ağlamaktır En Güzel Duamız

Dinle neyden ki hikâye etmede, Hep ayrılıktan şikayet etmede Mevlânâ’nın mesel dünyasında, ney insanı temsil eder. İnsan da, tıpkı ney gibi, içinde nefes saklamaktadır. İnsanın her sözü, bir özleyişin ve bir ayrılığın ifadesidir. İnsanın iç çekişleri, aslından ayrı olmanın hüznünü, yuvadan uzak olmanın sancısını yansıtır. Kamışlıktan kopardıklarından beri beni, Feryadım ağlatır her kadını ve erkeği. Kamışlık neyin anayurdu ve evidir. İnsan da tıpkı ney gibi cennetten, yani yuvasından ayrılmıştır. Kalbinin ebedî muhabbetle doyduğu cennetten dünya gurbetine sürülmüştür. İnsan kalbi, tıpkı ney gibi, fena ve zevalin, ayrılık ve yokluğun yaşandığı bu dünyada, inceden inceye feryad etmektedir. İnsan ruhu olması gereken yerde değildir; geçmişe ait hüzünler ve geleceğe ait kaygılar, aslında hep bu uzaklığın sözsüz ve sessiz ağlayışından ibarettir. Ayrılık parça parça eyledi sinemi, Anlaşılır eyleyeyim diye aşk derdini. İnsan duyguları göğsünde açılan yaralar gibidir. Tıpkı neyin göğsündeki deliklere benzer duygular. İnsana üflenen ruh da, bu deliklerle ifade eder kendini. Evden uzak kalmanın derdi, Ebedî Sevgili’den ayrı düşmenin sızısı, insanın kalbinden dışa doğru açılan duygularla sese gelir, söze dökülür. Her kim ki, aslından uzak ve ayrı kalırsa, Kavuşma zamanını bekler durur ya. İnsan, En Sevgili’den uzak olup asıl yurdundan ayrı kaldıkça, kalbi hep bir buluşmanın ardı sıra koşar. Kalbi gurbete razı olmaz, ruhu ayrılığa dayanamaz. Dünyaya razı değildir; sevince ebediyen sevecekmiş gibi sever insan. Sevdiğini, hiç ölmeyecekmiş farzedip öyle sever. Sınırlı bir zamanda sevmek, ölünceye kadar sevmek insan kalbinin işi değildir. Ölümlü dünyada her aşk yarım kalmıştır, belki hiç başlamamıştır insan için. Bir başka yerde, hiç ayrılmamak üzere kavuşacağı zamanı bekler durur. Çünkü onun yurdu burada değil ötelerdedir. Ben ki her cemiyetin ağlayanıyım, İyilerin de kötülerin de yârânıyım. İnsan, dünyada tamamlanmamışlık hissiyle yaşar, her daim eksiği vardır. Eksikliğini çektiği şeyler sayısınca özlemleri vardır. Erişmek istediği ufuklar kadar geniş idealleri vardır. Her nerede olursa olsun ağlar haldedir insan. İyiler de kötüler de aynı hal içredirler ki, hepsine sırdaştır neyin ağlayışı. Herkes kendince bana dost olmaya bakar, Sohbetimden sırlar öğrenmeye yol arar. Her insan, adını ne koyarsa koysun, bu derin ayrılığın sancısını çeker. Dile gelen her şikayet, kalbe düşen her hüzün, bu ayrılıktan kaynaklanır. Ayrılığın farkına varmayacak denli gafil olanlar da, ayrılığı inkâr edip bu dünyaya razı olanlar da, başlarını kalplerini bu ayrılık sızısından kurtaramazlar. İnsanlığın temel acıları değişmez; ama bu acıların sırrı da herkese açık değildir. Sırrım ağlayışımdan uzak değil gerçi, Ancak her göz ve kulağa âşinâ değil ki. Aşkın sırrı, ötelere aşina olanların kârıdır. Gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, duyduğunu duyduğundan ibaret bilen gözler ve kulaklar öteleri görmeye hazır değildir. İnsanın ağlayışının sırrını, insanın tamamlanmamışlığının hikmetini, ancak gördüğüne razı olmayan gözler görebilir, duyduğundan ötesini duymak isteyen kulaklar işitir. Feryat herkesin kulağına erişiyor, ağlamanın göz yaşı herkesin gözüne değiyor ama sır gözün gördüğünden ve kulağın duyduğundan ötededir. Can ile ten gizli değil birbirinden, Lâkin canı görmeye izin yok tenden. Bu âlem ruh ile cesedin birlikte olduğu, mânâ ile maddenin eş olduğu bir âlemdir. Görünmeyen gayb âlemi görünen şehadet âlemine komşudur. Ancak alemdeki her şeyi bir başkasını gösterir bir harf olarak görmeyen için gaybı görmeye izin yoktur. Oysa, görünen alem görünmeyene şahit olmak için yaratılmıştır. Ancak tende kalıp canı aramayan, görünen alemin şahitliğine perde olmaktadır. Neyin sadâsı ateştir hava sanma, Kimde bu ateş yoksa yazık ona. Ney, ayrılığın acısını seslendirmededir; o halde ona söylettiren hava değil ayrılığın ateşidir. Bu ateş olmasaydı, ney böylesine ağlamazdı. Gurbette olduğunu farketmeyen için de ayrılık ateşi diye bir şey yoktur; sılayı özlemeyenin sesi sedâsı çıkmaz. Sevgili’den ayrılık derdi olmayanın diline yakarış değmez. Sürgün olduğunu bilmeyen ateşsiz ve heyecansızdır; onun dudağına aşkın sözü erişmez, onun kalbine aşkın ateşi düşmez. Neyin tesiri aşk ateşinden, Şarabın hâli aşk cilvesinden. Şarab, yaratılışı temsil eder Mevlânâ’nın mesel dünyasında. Serap gibi aldatıcı değildir şarab. Yokluk acısı serap gibi ümitsiz bir acı verir. Varlık ise, Sevgili’ye yakınlığı haber veren ümit dolu bir hüzün verir. Zaten bütün bir alemin coşkusu, zerre zerre hareket etmesi de, Sevgili’ye erişmenin, O’na dönmenin cilvesindendir. O’ndan gelip O’na gitmenin heyecanıdır kâinatı velveleye veren. İnsana bu heyecandan daha fazlası düşmüştür; onun kalbinde aşkın heyecanından fazlası, yani aşkın ateşi vardır. Cilveyi besleyen ateştir, hareketi sağlayan ateştir. Yârden ayrılmışın derdiyle dertlendi ney, Kavuşmanın önündeki perdeleri parçaladı ney. Ayrılık derdinin kendisi, kavuşmanın devasıdır. Çünkü aramadıkça bulunmaz. Bizi dertsiz eyleyen her türlü rahatlık, bize ayrılığın acısını unutturan her türlü gaflet, asıl derdimizdir bizim. Ağlayışımız ve yakarışımız, özlemlerimiz ve arzularımız yaramıza devadır. Derdimiz devamınızın kendisidir. Dertsizliğimiz en büyük derdimizdir. Neyin ayrılık derdiyle dertlenmesi, Sevgili’yi gizleyen perdeleri yırtıp parçalıyor; duamızı dillendirdiğimiz anda gözümüze ve gönlümüze pencereler açılıyor. Ney gibi zehir ve tiryak olamaz, Ney gibi dost ve müştak olamaz. İnsanın ney gibi ağlayışı ve inleyişi, görünüşte bir zehirdir ama çareye götürdüğü için en güzel ilaç ve tiryaktır. Neyin inleyişine benzeyen dualarımız ve yakarışlarımız sayesinde Sevgili’nin yoluna düşeriz ki, yakarışlarımızın ne kadar dost ve müştak olduğunu gösterir. Ney kana bulanmış yoldan söz açar, Mecnun’un kıssasını anlatıp açıklar. Neyin sızısı kanlı gözyaşlarına konu olmuş bir aşk yolunun habercisidir. İnsan da, Sevgili’ye ulaşmak için kanlı gözyaşlarını dökmelidir. Mecnun gibi, Leylâ’nın yolunda çöllere düşüp, başka her şeyi yok bilmedikçe, bu aşkın hakkını vermiş olamayız. Şükür ki, bize düşen Leylâ değildir sadece. Leylâ’dan Mevlâ’ya yol vardır ki, Mevlâ’ya götüren Leylâ’lar da bizim çölümüzdür. Bu yüzden, Mecnun’dan çok daha fazlası beklenir Mevlâ’nın yoluna düşmüş olandan. Leylâ’ların hepsine “Lâ ilâhe” demeli ki, Mevlâ için “İllallah” diyebilsin.
Senai Demirci.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,590
Tepki puanı
954
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
NEY’İN HİKÂYESİ
Osman Nuri Topbaş

Mevlânâ"nın eserlerinde geçen ney, aslında “insan-ı kâmil”i temsil etmektedir. Sazlıktaki bir kamışın ney hâline gelene kadar geçirdiği devreler, insanın olgunlaşmasını, yani “nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye” basamaklarını ifâde eder.

Ney başlangıçta kamış olarak bulunduğu sazlıktan ayrılmış ve bu ayrılık, onun nasıl acı acı feryadına sebep olmuşsa; ruhlar âleminden gelip balçıktan yaratılmış bedene, yani ten kafesine giren “kâmil insan”da da o rûhânî âleme hasret başlamıştır. Bu hasreti; riyâzât, murâkabe, tefekkür, ilâhî aşk ve çilelerle yoğrulan insan olgunlaşır, seviye bulur; nihâyet “kâmil” hâle gelir.

Sazlık içindeki kamışlar arasından çıkarılan ney, usta bir el tarafından usûlüne uygun şekilde kesilir. İçi boşaltılıp, kurutulur. Daha sonra, ateşle delinerek baş ve son kısmına demir boğumlar yerleştirilir. Bir müddet bu hâlde bekletildikten sonra ney; neyzenin nefesinden üflenen nefha ile dinleyenlerin kalbî seviyelerine göre2 güzel sesler, hayret ve hikmetler yaymaya başlar.3

İnsan da kemâl yolunda hep bu safhalardan geçer. İnsan-ı kâmiller, diğer insanlar arasından belli kıstaslarla seçilirler. Nitekim peygamberlerin en büyük özelliklerinden birisi onların «seçilmiş» olmalarıdır. Daha sonra, çeşitli terbiye usûlleriyle onun içi fânî dünyevî bağ ve endişelerden boşaltılır. Seyr ü sülûk yolunun sabrı gerektiren meşakkat, ibtilâ ve imtihanlarıyla karşılaşır ve “vahy”in izini takip etme netîcesinde olgunlaşır. Sonunda Allâh"ın sanat, hikmet ve kudretinin tecellî ettiği bir vâsıta hâline gelir. İnsanlar ondan sâdır olan derûnî hikmetlere râm olur ve vuslat yolunda mesâfe almaya başlarlar.

İnsanlarla ortak kaderi paylaşan ney"in ortaya çıkışı ve onlar tarafından keşfedilişi hakkında, Mevlevî kaynaklarda şu temsîlî hikâye nakledilir:

Peygamber Efendimiz, Allâh"ın kendisine ihsan ettiği esrar ve hikmet denizinden bir damlasını, ilmin kapısı Hazret-i Ali"ye de emânet eder ve:

“–Bu sırları sakın ifşâ etme!” diye sıkı sıkı tenbihler.

Hazret-i Ali, kendisine tevdî edilen bu emânete tahammül edemez, altında iki büklüm olur. Sahralara düşer. Derûnunda sakladığı esrarı bir kör kuyuya döker. Vaktolur kuyu suyla dolup taşar. Kuyudan taşan bu sular, çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirir ve burada kamışlar biter. Bu sazlığın rüzgarda hoş nağmeler çıkardığını farkeden bir çoban, bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar. Fakat ney"den çıkan bu ses, o kadar içli ve yanıktır ki, herkes bu sesin derin, duygulu ve yakıcı nağmelerine meftûn olur. Onunla ağlar, onunla gülmeye başlar. Çobanın ünü kısa zamanda yayılır ve Arap kabileleri bu çobanı dinlemek için etrafında toplanmaya başlarlar. (Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 440)

İşte Mevlânâ"nın Mesnevî"si, kulaklardaki bu hoş nağmelerin ve taşıdığı esrarın yazıya dökülmüş şeklidir. Bu yüzden Mesnevî"yi okuyanlar, mânâlar içinde derinleştikçe pek çok esrar ve hikmet ihtiva ettiğini ifâde etmek mecbûriyetinde kalmışlardır.4 Engin bir deryâyı sadece bir damlada seyredebilen Hazret-i Mevlânâ, her biri bir damla mâhiyetindeki bu beyitlerde bizlere vüs"atımıza göre âdeta birer deryâ, hattâ okyanus sergilemektedir. Bu kadar derin mânâlar ve hikmetler ihtivâ ettiği hâlde Mevlânâ sırrını arzu ettiği ihâtada ortaya dökememenin feryadı içindedir. Bu istikâmette Mesnevî"nin ilk muhatabını düşünerek bir keresinde:

“–Ben, bu Mesnevî"yi Hüsâmeddin"e göre yazdım!” demişler; bir keresinde de:

“–Ben, Mesnevî"yi hülâsâ olarak yazdırdım. Eğer esrar ve hikmetleri biraz daha şerh edecek olsaydım, onu kırk merkep zor taşırdı.” buyurarak Allâh"ın ilim ve hikmet denizinin nihâyetsizliğine işaret etmişlerdir.

Mevlânâ âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâllerin idrâkinde insanların ekserisinin acziyet içinde olduğunu ifâde sadedinde şöyle der:

“–Biz, Mevlânâ Celâleddîn"in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ"nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”5



DİPNOTLAR

1. Bu eserin telifi esnasında merhum Şefik Can Beyefendi"nin yazmış olduğu “Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi”nden istifâde edilmiş ve Mevlânâ hazretlerinin ifâde ettiği gerçeklerin okuyucularımız tarafından daha rahat anlaşılabilmesi için Mesnevî"den alınan beyitlerin bazı kelimelerinde ufak-tefek değişiklikler yapılmıştır. Eserimizin telifinde her ne kadar ilmî bir gâye gözetilmemişse de isteyen okuyucularımızın bu beyitlere rahatça ulaşabilmesi için ismi geçen tercümeye de zaman zaman atıflar yapılmıştır.

2. Mevlânâ hazretleri, “Ney”in, insanların kalplerine göre farklı tesirler meydana getirdiğini, yine onun dilinden şöyle anlatmaktadır:

“Ben her cemiyette, her mecliste inledim, durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım. Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu. Fakat içimdeki esrârı araştırmadı.”

Mevlânâ hazretleri, başka bir beytinde, kendi sırlarını paylaşabileceği, kâmil bir insan arayışını şöyle dile getirir:

“İçimi dökecek, beni anlayacak bir kişinin hasretiyle gidiyorum!..”

3. İslâm, insan tabiatında mevcud olan özellikleri reddetmeyip, onları mükemmel bir sûrette nizamlayan yüce dîndir. Pek çok bediî sanat gibi, mûsikî de insanoğlundaki fıtrî husûsiyetlerin tezâhür şekillerinden biridir. Dolayısıyla onun da diğer husûsiyetler gibi ne tamâmen reddi ve ne de olduğu gibi kabulü mümkündür. Ancak insanda meydana getirdiği tesirler ve icrâ ediliş şekilleri düşünülerek hayır veya şerde kullanılmasına göre hüküm beyan edilebilir.

Bu konuyla ilgili olarak Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-"un müridlerinden Hoca Misâfir şöyle der:

“–Hoca Bahâeddîn Hazretleri"nin hizmetindeydim ve mûsikîye düşkündüm. Birgün müridlerden birkaçıyla bir araya gelerek birtakım mûsikî âletleri bulup Hoca Hazretleri"nin meclislerinde mûsikî icrâ etmeyi ve böylelikle onun bu mevzûdaki fikirlerini öğrenmeyi düşündük ve öyle de yaptık. Hoca Hazretleri ise bize engel olmadılar ve şöyle buyurdular:

«Biz bu işi yapmayız; ama inkâr da etmeyiz!»”

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-"un bu sözü, nefsâniyete dönüşmesi mümkün ve muhtemel olan bu sahada ihtiyatlı olmanın zarûretine işâret etmektedir. Nitekim günümüzde, bu dengeyi koruyamayan kimi çevrelerin, tasavvufun özünden uzaklaşarak işi sadece mûsikîden ibâret gördükleri müşâhede edilmesi münâsebetiyle, bu konudaki hassâsiyetin ne kadar önemli olduğu, daha iyi anlaşılmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ"nın hayatının “piştim ve yandım” devresinde daha çok müşâhede edilen vecd ve istiğrak hâli esnasında, sokaktan geçerken duyduğu kuyumcunun altını dövmesi gibi muhtelif seslerin âhengi bile ona Allah"ı hatırlatıyor ve cezbeye gelmesine sebep oluyordu. Bu hâl, onun yüksek ruhuna mahsus, engin derinlik, duyuş ve sırlardan neş"et eden bir keyfiyet olduğu için, Mevlânâ"nın ahenkli seslerle (mûsikî ile) ilgili bu meczûbiyeti, umûma misal teşkil etmez.

4. Aslen hıristiyan iken, Mesnevî vesîlesiyle hidâyete eren rahmetli Farsça hocam Yaman Dede"ye:

“–Siz, niye Mevlânâ ve Mesnevî"den bu kadar çok bahsediyorsunuz?” diye sorulduğunda, O da:
“–Oğlum, benim elimden Mevlânâ tuttu ve Hazret-i Peygamber"in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birisini bu kadar anmam çok mu?” derdi.
5. Nûrettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139
Altınoluk Dergisi
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Yanmayan bilmez, yanmayan anlamaz, ne seslenir derininden bu nefes
Sırlara ersede herkes, yanmak bir marifettir , sevdiğinden ayrılmayan bilmez
Onun için bir nebze insan aşkına benzese de, anlamak için yetmez
Hani o ses alır götürür, öte alemlere, bir düşünsene...acı, acı, yanık yanık, bir ses
Hiç duydunmu yavrusundan ayrılan annenin feryadını
Niye bu feryat! demedin mi ? Olmaz olsun bu ayrılık!
Olsun, olsun ki kıymeti, değeri, aşkı bilinsin
Aşık olan ben mi? Aşık olan sen mi? işte orası muamma
Mevlana geldim kapına , aç sırlarını bana
Mevlana bir inci avcısı ama Şems harika bir ayna!
Anlatmakla bilinmez ama yanmanın tadı da bir başka
Cenneti özlemeyen, bu dünyada kapısına dayanır mı ha!
Nerden ayrıldıysan bilki o çağırır seni (ağır söz olmadı mı?)
Mecnun bile çagırır, Leyla, leyla diye iniler, sevdiğinin adını bilen adını anmazsa ne diye bilinir?
Vefasız, hayırsız! Nankör! değilsen sende an Allah celle callühün adını...
Ya Hay!
Allah razı olsun,
Muhtazaf kardeş bir damla suya vesile oldunuz
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt