Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı

B)idrak'ın yüceliğine eremiyorsanız
inkar'ın basitliğinden sıyrılınızB)
Hicrî beşinci asırdan itibaren, bazı alimlerin içtihad kapısı kapalıdır diyerek ortaya çıkmalarıyla İslâm Devleti'nde fikrî zayıflık başlamıştır. Bu, devletin zayıf düşmesine dair bir uyarıydı.
Halbuki bazı alimlerin bu iddialarına rağmen daha sonra bazı müçtehidler bulunmuştur. Fakat fikrî zaafiyet her yerde kendini gösteriyordu. Bu da devletin varlığına tesir ederek devlette gevşeme ve dağılıma başladı. Haçlı savaşları başladığı sırada, bunlara devletin karşı koyabilecek güç ve takati kalmamıştı.
Devlet, arka arkaya iki asır boyunca bir çok savaşlara girmek mecburiyetinde kalmıştı. İlk zamanlarda haçlılar ittifakı zaferler elde ederek İslâm beldelerinin bir kısmını işgal ettiler.
Daha sonra bu İslâm beldeleri onların ellerinden kurtarıldı. İslâm Devleti'nde de yönetim Arap dilini ihmal eden Memlükluların eline geçti. Bunlar işin fikrî ve teşriî yönlerini de ihmal ettiler. Bunun neticesinde içtihad kapısı kapandı ve İslâm anlayışı zaafa uğradı. Alimler taklidi vacib kıldılar. Bunun neticesinde devletin gücü her gün biraz daha zayıfladı ve gevşeklik gittikçe arttı.
Tatar saldırıları işi büsbütün karıştırdı, devletin gücünü daha da zayıflattı. Ancak bütün bunlar devletin harici varlığının değil de dahili varlığının üzerinde etkili oldu.
Onun devletlerarası durumunu etkilemedi. Bu duruma rağmen İslâm Devleti dünyada en büyük bir güç olarak, kendisinden korku duyulan, etrafındaki devletlere korku salan, tüm dünyada en büyük ve en kuvvetli taraf olarak temsil olunan bir İslâm Devleti olarak varlığını devam ettiriyordu.
Osmanlı devleti, Hicrî dokuzuncu asırda (Miladî 15. asırdı), İslâm dünyasının bir çok yerinde yönetimi eline aldı. Hicrî onuncu asırda (Miladî 16. asırda) (Fas hariç) bütün Arap beldeleri de Osmanlı Devleti'ne katıldı. Böylece onun otoritesi büyük bir sahaya uzandı. Osmanlı Devleti, otoritenin kuvvetine, ordunun tanzimine ve yönetimin azametine önem verdi. Fetihlerle meşgul oldu. Fakat Arap lisanını ihmal etti.
Halbuki o, İslâm'ın anlaşılması için çok zaruri ve içtihadın şartlarından bir şart idi. Fikrî ve teşriî yönden İslâm'ın tavsiyelerine ehemmiyet vermedi. Neticede fikrî ve teşriî seviye büsbütün alçaldı. Bundan dolayı devletin güçlülüğü sadece zahiri bir kuvvet olarak kaldı. Fakat hakikatta fikrî ve teşriî bakımdan düçar oluğu zaaflık sebebiyle devlet apaçık bir zaafın içine yuvarlanmış bulunuyordu.
Ancak askerî güç bakımından çok kuvvetli olduğu, büyüklük zirvesinde bulunduğu, yükselme dönemini yaşadığı için, o gün İslâm Devleti bu zaafı pek hissetmedi. Ayrıca İslâm Devleti sahip olduğu düşünce, nizam ve hadareti Avrupanın fikir ve hadaretiyle kıyas ediyor, kendisini fikir, hadaret ve nizam bakımından Avrupadan daha üstün görüyordu.
Bundan dolayı da rahatlıyor ve zaafına razı oluyordu. Çünkü Avrupa o gün, cehaletin zifiri karanlığı ile anarşinin ve sıkıntıların karanlığında eziliyordu. Kalkınmak için çabalara girişiyor, fakat her giriştiği kalkınma çabasında başarısız oluyordu. Onun için Osmanlı Devleti'nin bulunduğu durum ile Avrupanın durumunu kıyasladığı zaman, bu karşılaştırma Osmanlı Devleti'nin daha iyi bir durumda olduğunu ve sağlam bir nizam, üstün bir hadarete sahip olduğunu gösteriyordu.
Beri taraftan Osmanlı Devleti dahili durumunu ve içteki zaafiyeti göremediği gibi, ümmetin dağınıklığını, düşünce ve kanun yapma fikriyatının donukluğunu farkedemedi. Bu durumları görmemesine sebeb, onun Avrupaya karşı kazandığı zaferler ile Balkan ve Güneydoğu'nun bir kısmını feth etmiş olmasıydı.
İslâmi devlet olarak Osmanlının bu durumu, bütün Avrupa devletlerini korkutmaya sebeb oldu. İslâm ordusu hiç bir zaman mağlup edilemez fikri bütün Avrupalıların zihnine ve kalplerine yerleşmiş bulunuyordu. Osmanlı Devleti'ne karşı durabilecek hiç bir devlet bulunmuyordu.
Bu sırada meydana "Şark Meselesi" çıktı. Bunun manası : Hicrî dokuzuncu yüzyılda (Miladî 15. yüzyılda) Fatih Sultan Mehmed'in kumandası altında ve ondan sonra gelen padişahların kumandası altında Osmanlıların girişecekleri hücumların tehlikesinden kendilerini koruma meselesi demekti.
Bu hücum, Hicrî onbirinci asra kadar yani Kanuni Sultan Süleyman'a kadar aralıksız devam etti. Hicrî onikinci asrın ortalarında (Miladî 18. asra kadar) en güçlü zirveye ulaşmış bulunuyordu. Bu müddet içerisinde İslâm Devleti'ndeki süreklilik kuvveti devlete bu gücü vermekte etkin bir faktör idi.
Müslümanlarca akidenin güçlü oluşu, zihinlerde tam olarak berraklaşmamış olmasına rağmen hayatla ilgili olarak belli kavramların mevcudiyeti, kötü tatbik edilmesine rağmen hayat hakkında İslâm nizamının varlığı gibi bütün bu hususlar, Osmanlı Devleti'nin güçlenmesine ve devamlı canlı kalmasına sebeb olmuştur. Bu duruma Avrupanın fikrî ve kanunî karmaşıklığı da yardım etmiştir. Halbuki devlet, İslâm'ı sağlam bir şekilde anlamaya, Arapçaya gerekli ehemmiyeti vermeye, içtihadı teşvik etmeye, fikrî ve teşriî yöne ehemmiyet verebilirdi.
Bu sırada elinde gerekli imkânlar vardı. Bu sahalara vereceği ehemmiyet ile devlet; daha güçlü, sağlam bir devlet haline gelir, yeryüzünde kamil gelişmeye namzed olur, belki böylece dünyanın geri kalan parçaları İslâm ile fethedilir, oralara İslâm götürülebilirdi. Böylece İslâm Devleti bütün yeryüzünde kök salar, hadaretini bütün dünyaya tatbik edip tanıtmış olurdu. Bu sayede insanlığı, içinde bulunduğu şer ve fesattan kurtarmış olurdu.
Ancak bunlardan hiçbiri olmadı. İlmî mevkiler ve eğitim merkezlerinin dışında Arapça diline gerekli önem verilmedi. Onun devlet çapında yaygınlaşmasına ehemmiyet verilmedi. Verilen bazı imtiyazların Arapçanın devlet çapında güçlenmesinde herhangi bir tesiri olmadığı gibi fikir sahasında gerekli uyanmalara da katkısı olmamıştır.
Çünkü devlet, bu dilin ihyasına çalışmamış, o dili devletin tek resmî deli olarak kabul etmemiştir. Halbuki İslâm Devleti'nde böyle olması lazımdır. Düşünce ve fıkıh sahalarına ait herhangi bir çalışma yapmamış olduğu için, devletin zayıf durumuna etkili olamamış, devlet çarpık yolunda devam etmiştir.
Hicrî onikinci asrın (Miladî 18. asrın) yarısına doğru gelindiği zaman, durum değişmeye ve dahilî zayıflık kendisini göstermeye başladı. Zira o ana kadar devletin varlığı, tatbiki kötü ve yanlış uygulanan İslâm nizamının geride kalan kısmı ile, İslâmî ve İslâm'a yamandırılmış karma karışık, çarpık fikirler üzerine oturtulmuştu. Bir taraftan İslâmî fikirleri bulanık anlayış, bir taraftan içtihad ve müçtehidlerin yokluğu içte ve dışta devletin zayıflamasına sebeb olmuştur.
Hicrî onüçüncü (Miladî 19.) asra gelindiği zaman, İslâm Devleti ile İslâm olmayan devletler arasındaki denge İslâmî olmayan devletler lehine bozulmaya başladı. Tartıda İslâm dünyasına ait kefe hafif gelmeye, Avrupa devletlerinin kefesi azar azar ağırlık kaydetmeye başladı. Artık Avrupa'da uyanma yavaş yavaş başlamıştı.
İslâm'ın kötü tatbik edilmesinin ve fikrî donukluğun sonuçları müslümanlar üzerinde görünmeye başladı. Nitekim ondokuzuncu asır; filozof, yazar ve düşünürlerin büyük çabaları neticesinde, halkların dirilmesi için Avrupalıların düşüncesinin kapsamlı bir değişime şahid oldu.
Böylece hayata bakış açısı hakkında yeni fikirlerin ortaya çıkmasında tesiri olan çeşitli hareketler oluştu. Kaydedilen gelişmelerin başında, siyasî, kanunî ve hayatın bütün nizamlarında meydana gelen değişiklikler gelir. Avrupada yavaş yavaş despotik (baskıcı) krallık rejimleri ortadan kalkıyor, onların yerine parlamentoya dayalı yeni yönetimler kuruluyordu. Avrupa kalkınmasının yönlenmesinde bunun büyük bir tesiri olduğu gibi, bu asırda meydana gelen sanayi inkilabının da büyük etkisi olmuştur.
Aynı şekilde çeşitli keşifler ve icadlar da meydana çıkmıştır. İşte bütün bunlar, düşünce ve maddî sahada Avrupanın ilerlemesini ve kuvvetlenmesini etkileyen faktörlerdi. Bu maddî ve ilmî sahadaki güçlülüğü, devletlerarası platformda Batı dünyasının bulunduğu terazi kefesinin İslâm dünyasının içinde bulunduğu kefeye ağır gelmesine sebeb oldu.
Bunun neticesinde "Doğu Meselesiyle" ilgili mefhum değişti. Zira Avrupa üzerinde İslâmî tehlikeden çekinme meselesi ortadan kalkmış oluyordu. Ortada Batı için tek bir mesele kalmıştı, o da Osmanlı Devleti'nin kalması ya da taksim edilmesi idi.
Bu görüş ayrılığı Batılı devletlerin maslahatlarının farklı oluşundan kaynaklanıyordu. "Doğu Meselesiyle" ilgili mefhumda meydana gelen inkilab, Avrupanın ahvalinde görülen fikrî yükseliş, ilmî ilerleme ve sanayi devrimi Osmanlı'da görülen zaafiyet ve dağınıklık; işte bütün bu faktörler, İslâm Devleti'yle küfür devletleri arasında siyasî inkilaba sebeb oldu. Böylece Avrupalıların bulunduğu terazi kefesi ağırlaştı müslümanların kefsi hafifledi.
Avrupanın halindeki bu siyasî inkilabın sebebi, hayat için yeni bir nizama kavuşmak maksadıyla fikir sahiplerinin gösterdiği gayret ve çabalarıdır. Nitekim onların hayat hakkında belli bir bakış açı benimsemiş olmaları, belirli bir akideyi kanaat getirerek kabul etmiş olmaları, kavuşmak için uğraşı gösterdikleri nizamı da bu esasa oturtmayı istemeleri; onlarda eşyanın değerleri ve eşya hakkındaki mefhumlarında büyük bir değişiklik ve inkilab meydana getirdi. Bu, hayat hakkında da genel bir inkilaba götürdü ve büyük sanayi inkilabının oluşmasında da etkili oldu.
İslâm dünyasında ya da İslâm dünyasına liderlik yapan Osmanlı Devleti'nde durum böyle değildi. O kendi meselelerine sahih bir şekilde bakacağı, ideolojisi üzerinde derin bir düşünce yapacağı, içtihad sahalarını açıp karşılaştığı problemlerini akidesinden kaynaklanan hükümlere göre çareler getirip ilim ve sanayi sahasına yöneleceği yerde, batının ortaya koyduğu teknik ilerlemeler karşısında şaşkınlığa düşüp dona kalmıştır. Bunun neticesi, Osmanlı Devleti ilim ve sanayi sahalarında gerilemeye başladığı gibi maddî ilerlemeden de geri kaldı ve böylece diğer devletlerden de geri kaldı.