- وَلَقَدْ أَرْسَلنَآ إِلَى أُمَمٍ مِّن قَبْلِكَ “Andolsun, senden önce diğer ümmetlere de elçiler gönderdik.”فَأَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ “Sonunda, ola ki yalvarıp tevbe ederler diye onları yoksulluk ve afetlerle yakalayıp cezalandırdık.”
Ama onlar inkâr ettiler, gönderilen elçileri yalanladılar, biz de onları şiddet ve fakirlikle, zarar ve afetlerle yakaladık.
Ta ki bize itaatkâr olsunlar, günahlarından tevbe etsinler.
43- فَلَوْلا إِذْ جَاءهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُواْ “Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tevbe etselerdi.”
وَلَكِن قَسَتْ قُلُوبُهُمْ “Fakat kalpleri katılaştı.”
وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ “Ve şeytan da yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi.”
İlahi ceza geldiğinde Allaha yalvarmaları beklenirdi, ama böyle yapmadılar.
Onları Allaha yalvarmaktan alıkoyan:
-Kalplerinin katılığı
-Ve şeytanın kendilerine süslü kıldığı amellerini beğenmeleri idi.
44- فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ “Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık.”
Ne zaman ki, kendilerinin uyarıldığı çetin halleri unuttular, bunlardan ibret almadılar, Biz de zorluklar ve rahatlıkların sırayla onlara gelmesi esnasında, kendilerine bir rahatlık olmak üzere her türlü nimetin kapılarını açtık. Kendilerinin bir mazereti kalmaması için hem şiddetle, hem de bollukla imtihan ettik.
Onlara her şeyin kapısının açılması bir mekir de olabilir. Hz. Peygamber (asm) bu durumda nimet gelmesini “Ka’benin Rabbine yemin ederim ki, bu bir mekirdir” şeklinde değerlendirmiştir.
حَتَّى إِذَا فَرِحُواْ بِمَا أُوتُواْ أَخَذْنَاهُم بَغْتَةً “Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada, onları ansızın yakaladık.”
Kendilerine verilen nimetlerle şımardılar, Mün’imi hatırlamak yerine nimetlerle meşgul oldular, Cenab-ı Hakkın hakkını edadan uzak kaldılar. Biz de ansızın kendilerini yakalayıverdik.
فَإِذَا هُم مُّبْلِسُونَ “O zaman bir anda bütün ümitlerini kaybedip yıkıldılar.”
O zaman pişman oldular, ilâhî rahmetten ümitlerini kestiler.
45- فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُواْ “Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi.”
Böylece o zalim kavmin bütün fertleri cezalandırıldı, kökleri kesildi.
وَالْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.”
Onları helâk ettiği için, âlemlerin Rabbine hamdolsun. Çünkü kâfirlerin ve Allaha isyan eden kimselerin helâki, yeryüzünde yaşayanları onların kötü inançlarından ve amellerinden kurtarması yönüyle, hamdedilmesi gereken büyük bir nimettir.
46- قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخَذَ اللّهُ سَمْعَكُمْ وَأَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلَى قُلُوبِكُم مَّنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللّهِ يَأْتِيكُم بِهِ “De ki: Ne dersiniz, eğer Allah sizin işitmenizi ve gözlerinizi alır, kalplerinizi de mühürlerse, Allah’tan başka onu size (geri) getirecek ilâh kimdir?”
Allah sizi sağır ve kör yapsa, aklınızı ve idrakinizi örten şeylerle kalplerinizi perdeleyip mühürlese bunu size kim geri verir?
انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ “Bak, biz âyetleri nasıl tasrif ediyoruz?”
Ayetlerin tasrifi,
-Bazan akla hitap mukaddimelerle,
-Bazan terğib ve terhib ile,
-Bazan öncekilerin hâllerini tenbih ve tezkir ile tekrar be tekrar nazara vermek sûretiyle olur.
ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ “Sonra onlar ise nasıl yüz çeviriyorlar?”
Ama onlar, bütün bu anlatımlardan sonra, yine de yüz çeviriyorlar.
Ayette geçen “sonra” ifadesi, onların bu hâlinin ne kadar da akıldan uzak olduğunu gösterir.
47- قُلْ أَرَأَيْتَكُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللّهِ بَغْتَةً أَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ إِلاَّ الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ “De ki: Ne dersiniz, Allah’ın azabı size ansızın veya açıktan açığa gelse, zalimler topluluğundan başkası mı helâk edilecek?”
Azap, bazan ansızın, hiçbir öncü habercisi olmadan gelir. Bazan da geleceğini haber veren öncü bir haberci ile gelir.
Ayette “ansızın ve açıktan” ifadeleri “gece ve gündüz” şeklinde de açıklanmıştır.
48- وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلاَّ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ “Biz peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyarıcı kimseler olarak göndeririz.”
Biz elçileri ancak mü’minleri cennetle müjdeleyici, kâfirleri de azapla uyarıcı olarak göndeririz. Yoksa elçileri diğer insanlara kaba tavırlarla teklifte bulunsunlar, onlarla eğlensinler diye göndermeyiz.
فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “Artık kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara bir korku yoktur, onlar mahzun olacak da değillerdir.”
Artık her kim inanır ve bildirildiği şekilde düzeltilmesi gerekenleri düzeltirse, böyle olanlara ne azaptan bir korku vardır, ne de sevabı kaçırmaktan bir üzüntü.
49- وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ “Ayetlerimizi yalanlayanlar ise, yapmakta oldukları fasıklık sebebiyle azap kendilerine dokunacaktır.”
Ayette azap onlara dokunan bir şey olarak ifade edildi. Sanki azap onlara ulaşmaya taliptir, onları bulup cezalandırmaktadır.
“Azap” kelimesi elif-lâmlı geldiği için ayrıca tavsifte lüzum görülmedi.
Onlara gelen bu azap, tasdikten ve taatten çıkmaları sebebi iledir.
50- قُل لاَّ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ “De ki: Size “Allah’ın hazineleri yanımdadır” demiyorum.”
“Allahın hazinelerinden” murat
-O’nun kudretiyle meydana gelen şeyler,
-Veya O’nun rızık hazineleridir.
وَلا أَعْلَمُ الْغَيْبَ “Gaybı da bilmiyorum.”
Ben, Allah bana vahyetmedikçe ve kendisine bir delil bırakmadıkça kendiliğimden gaybı bilmem.
وَلا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ “Ve size, “ben bir meleğim” de demiyorum.”
“Ben melek cinsindenim” veya “onların yaptıklarını yapmaya güç yetiririm” demiyorum.
إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ “Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.”
Hz. Peygamber (asm) bu ayette ortaya konulan ölçülerle ulûhiyet ve melekiyet davasından teberri etti. Çünkü kavmi, Hz. Peygamberin davasını akıldan uzak görüyor, iddia ettiği şeylerin fasit olduğuna inanıyorlardı.
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ “De ki: Kör ile gören bir olur mu?”
Kör ve gören,
-Dalâlette olanla hidayet üzere olan,
-Cahil ve âlim,
-Uluhiyet ve melekiyet gibi olmayacak şeyleri iddia edenle, nübüvvet gibi istikametli şeyi iddia eden hakkında bir meseledir.
أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ “Hiç düşünmez misiniz?”
Düşünmez misiniz, ta ki hidayete eresiniz, hak ve batıl iddiayı birbirinden ayırabilesiniz, vahyin tâbi olunması gereken kendisinden müstağni olmayacak bir yol olduğunu anlayasınız.
51- وَأَنذِرْ بِهِ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَن يُحْشَرُواْ إِلَى رَبِّهِمْ “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları, onunla uyar.”
Gelen vahiyle onları uyar
Bunlar, amelde ihmali olan mü’minlerdir.
Veya, gerek mü’minlerden gerekse mü’min olmayanlardan ona tam inanan veya tereddütle haşrin gelmesini caiz görenlerdir.
Çünkü, inzar bunlara fayda verir. Haşri imkânsız görenleri haşirle uyarmak ise, kendilerine bir fayda sağlamaz.
لَيْسَ لَهُم مِّن دُونِهِ وَلِيٌّ وَلاَ شَفِيعٌ “(Orada) Onlar için Ondan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır.”
Bu kısım hâl cümlesidir.
Yani, kendileri için Allahtan başka ne bir dost ne de şefaatçi olmayacak bir halde Rablerinin huzuruna götürülmekten korkan kimseleri, sana gelen vahyi anlatarak uyar.
لَّعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ “Ola ki sakınırlar.”
52- وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ “Sırf Allah’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rab’lerine dua edenleri huzurundan kovma.”
Sebeb-i Nüzûl
Rivayete göre, Kureyş müşrikleri Hz. Peygambere gelip Ammar, Suheyb, Habbab gibi fakir Müslümanları kastederek “bunları kovarsan gelir, Seninle konuşuruz” dediler. Hz. Peygamber “ben böyle bir şey yapmam” dedi. Bunun üzerine, “biz geldiğimizde onlar senin yanında olmasın” dediler, Hz. Peygamber buna “evet” dedi. Rivayete göre Hz. Ömer “Ya Rasulallah, dediklerini bir yapsan da durumlarını görsek” dedi. Hz. Peygamber Hz. Aliye onlara bir yazı yazmasını istedi. Bunun üzerine ayet indi.
Ayette geçen sabah-akşam Allaha duadan murat, onların devamlı dua eden kimseler olduğunu bildirmektir. Bunun sabah ve ikindi namazı olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Onlar Rab’lerine ihlâsla dua ederler. Duanın “Sırf Allah’ın rızasını dileyerek” şeklinde kayıtlı nazara verilmesinde, işin esasının ihlâs olduğuna bir tenbih vardır.
Ayette, onların bu hâlinin kendilerine ikramı gerektirdiğini, uzaklaştırılmalarına ise aykırı olduğunu hissettirmek vardır.
مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ “Onların hesabından Sana bir şey yoktur, Seninhesabından da onlara bir şey yoktur ki onları yanından kovup zalimlerden olasın.”
“Onların…” derken, bundan murat fakir mü’minlerdir. Yani onların imanının hesabı sana ait değildir.
Zamirin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir.
53- وَكَذَلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُم بِبَعْضٍ “Böylece insanların bazısını bazısı ile denedik.”
İnsanlar dünya işlerinde birbirinden farklı durumdadırlar ve bunlarla farklı farklı imtihanlara tâbi tutulurlar. Bunun sonucu olarak, Kureyş eşrafının küçük gördüğü fakir ve köle insanlar, nice itibarlı kimseden önce imana girer.
لِّيَقُولواْ أَهَؤُلاء مَنَّ اللّهُ عَلَيْهِم مِّن بَيْنِنَا “Ta ki, “Allah, aramızdan şu adamları mı lütfuna layık gördü” desinler.”
O zaman o inatçı, ekâbir ve lider takımı şöyle derler: “Allah hidayet ve tevfik ile aramızdan bunları mı seçti?”
Onların bu ifadesinde “hayır, olamaz” manası vardır.
Kur’an onların bir başka ifadesini de şöyle nakleder:
“Eğer bu bir hayır olsaydı, onlar onu kabulde bizi geçemezlerdi.” (Ahkaf, 11)
أَلَيْسَ اللّهُ بِأَعْلَمَ بِالشَّاكِرِينَ “Allah, şükreden kullarını en iyi bilen değil midir?”
Allah elbette iman eden ve şükredenleri en iyi bilendir, ona göre bunları muvaffak kılar. İnkârcı ve nankör olanları da en iyi bilir, onları hidayetten mahrum bırakır.
54- وَإِذَا جَاءكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِنَا فَقُلْ سَلاَمٌ عَلَيْكُمْ “Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman, de ki: Selâm olsun size!”
كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ “Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı.”
Burada anlatılanlar, önceki ayette anlatılan “sırf Allah’ın rızasını dua eden” kimselerdir. Orada ibadete devamları nazara verilmişti, burada da Kur’ana imanları ve delile uymaları nazara verildi. Cenab-ı Hak bu ayetle Hz. Peygambere onlara selâm vermesini veya Allahın onlara selâmını ulaştırmasını ve Allahın rahmetinin ve lütfunun genişliğini müjdelemesini emretti.
Onları bu şekilde anlatmakta, onların ilim ve amel faziletlerini cem eden kimseler olduğunu bildirmek vardır. Böyle kimselerin ise,
-Yakınlaştırılması gerekir, uzaklaştırılması değil,
-İzzetli yapılmaları gerekir, zelil kılınmaları değil.
-Ve bunların dünyada Allah tarafından selâmetle ve ahirette de rahmetle müjdelenmeleri uygundur.
Sebeb-i nüzûl
Denildi ki, bir grup insan Hz. Peygambere gelip “biz büyük günahlar işledik!” dediler. Hz. Peygamber onlara bir cevap vermedi, onlar da ayrıldılar. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
أَنَّهُ مَن عَمِلَ مِنكُمْ سُوءًا بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِن بَعْدِهِ وَأَصْلَحَ فَأَنَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ “Şöyle ki: Sizden her kim cahillikle bir kötülük yapar da sonra tevbe eder, halini düzeltirse (bilmiş olun ki) O, Ğafur’dur – Rahîm’dir.”
Ayetin bu kısmı, biraz önce nazara verilen ilâhî rahmeti tefsir eder. Yani, Hz. Ömerin “Ya Rasulallah, dediklerini yapsan da durumlarını görsek” demesi gibi, her kim peşinden gelecek zarar ve mefasidi bilmeden cahilce bir günah işlese, ardından yaptığı hatayı telafi edip ve bir daha yapmamaya kesin azmetse, Allah onu bağışlar ve ona merhamet eder.
Ayette “cahillikle bir kötülük yapmak” ifadesi “bilgisizliğinden dolayı günaha girmek” şeklinde de anlaşılabilir. Çünkü böyle zarara yol açan işleri yapmak, genelde sefih ve cahil kimselerin fiilidir.
55- وَكَذَلِكَ نفَصِّلُ الآيَاتِ وَلِتَسْتَبِينَ سَبِيلُ الْمُجْرِمِينَ “Mücrimlerin yolu açığa çıksın diye âyetleri işte böyle fasıl fasıl açıklıyoruz.”