Muhtazaf
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Mar 2008
- Mesajlar
- 9,591
- Tepki puanı
- 957
- Puanları
- 113
- Yaş
- 66
- Web Sitesi
- www.aydin-aydin.com
Nebevi Vasiyet...
Vasiyet; çoğunlukla ölümü ve sonrasını çağrıştıran bir kavram
Modern zamanlar için soğuk kavramlardan biridir de diyebiliriz
Öyle ki, inananların bile bunu fazlaca telaffuz ettiklerini söyleyemiyoruz...
Artık ölümü çağrıştırıcı her şey insanlara ürkütücü ve sıkıntı verici geliyor… Bu bağlamda kendi vasiyetimizi konuşmanın zor olacağını düşünerek söz Hz. Peygamber (sav)’in vasiyetine getirmek istiyorum…
Gerçekten O’nun ümmetine vasiyeti neydi?
Aslında O’nun hayatının tamamı bir vasiyet manzumesi idi…
Bu bakımdan O’nun vasiyetini hayatının bütünlüğü içinde okumak gerekiyor… O bütünlüğü bozmdan, bölmeden, bağlamından koparmadan almak zorundayız. Ancak bir makalenin hacmine bunu sığdırmak mümkün olmadığı için; O’nun dünya hayatındaki son günlerinde sunduğu vasiyet manifestosun bir demet seçtik onu paylaşacağız…
Kuşkusuz bu konuda ilk akla gelen, Veda Hutbesidir… Yüz bini aşkın bir kitleye irad edilen bu hutbe, çerçevesi, içeriği, üslubu itibarı ile gerçekten evrensel ve erişilmez bir vasiyettir. Bu vasiyet sadece iman edenlere değil tüm insanlara yönelik bir mahiyet arzediyor… Hutbede yedi defa vurgulanan “Ey insanlar!” hitabı bu gerçeği gözler önüne seriyor. Bu hutbeden üç ay sonra Efendimizin vefat ettiğini biliyoruz…
Ahlâk, adalet, vahdet, hakikat, hidayet içeren bu muhteşem metin adeta İslam’ın sonuç bildirgesiydi. Özellikle diyordu ki;
“Şunu iyi bilin ki, cahiliye dönemine ait her şey ayaklarımın altındadır. Artık hiç birinin gerliliği yoktur.”
Hiçbir cahili anlayış, kavrayış ve davranışa geçit yok… Şimdi O’nun ayak altı ettiğini kim el üstünde tutabilir di? Cahiliye çıkışlı tüm eylem, söylem, yöntem, kuram, durum, tutum merduddu…
“Benden sonra sakın cahiliye uygulamalarına dönüp birbirinizi boynunu vurmayın.”
Asabiyetlere, aşırılıklara, fanatizme, fırkacılığa, bağye yer yoktu… Müslümanların kardeşliği, birliği esastı…
Vefatına yakın toprağın altındaki dostlarını daha sık ziyaret ediyordu… Önce Uhud şehitlerine uğradı, gözyaşları içinde onları selamladı;
“Esselamu aleykum ey Uhud şehidleri! Siz bizden önce gittiniz. İnşaALLAH biz de size yetişeceğiz.” Hemen sonrasında Cennet’ül-Baki’de medfun olan ashabını ziyaret etti; artık yeni yurdu için gün sayıyordu. Zaten O ölümle hep barışık yaşadı… O sıra Mescid’de bekleşen ashabının yanına çıktı, özlemle cemaati süzdü, onlarla ilgili kaygılarını dile getirdi.
“Ben sizlerin benden sonra şirke döneceğinizden korkmuyorum. Fakat size dünyanın kapıları açılır ve dünyanın aldatıcılığına kapılıp birbirinizi kıskanırsınız. O kıskançlıkla birbirinizi öldürmeye kalkarsınız diye korkuyorum.” (Buhari)
Nitekim korkulan oldu. Çok geçmeden tüm zamanların en büyük bozucusu dünyevileşme bu ümmete sirayet edecekti… Bu tehlikenin farkında olan Rasulullah ölüm döşeğinde bile örnekliğini sürdürdü. Ümmetini dünyevileşme fitnesine karşı uyardı. Vefatından bir gün önce, baygınlık halinde kendine gelir-gelmez yanında bulunan yedi dinarı infak etmeden rahat etmedi… Kölelerini azad etti… Silahlarını Müslümanlara hibe etti… Son gece lambasına koyacağı yağı kalmadığı için Hz. Aiş’e, komşusundan ödünç almak zorunda kaldı... Zırhı da hâlâ borcuna karşılık bir Yahudide bulunuyordu…
Ondan geriye kalan ne malu mülk, ne servetü samandı, sadece birkaç kap, bir de Kitap’tı…
Tüm yaşamı boyunca kendisinden sonrası için şu üç cümleyi hep vasiyet etmişti:
“Size bir emanet bırakıyorum, siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet ALLAH’ın kitabı Kur’an’dır.” (Buhari)
“Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa düşmezseniz. Onlar ALLAH’ın Kitab’ı ve benim Ehl-i Beyt’imdir” (Müslim)
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe sapıtmayacaksınız. ALLAH’ın kitabı ve Rasulü’nün sünneti.” (Muavatta)
Evet, O’dan bize kalan düşünce dünyamızı inşa edecek, hayata bakışımızı netleştirecek Kur’andı..
Nasıl yaşayacağımızın sade ve sahih adresi Sünnet’ti…
Yaşayan İslam’ın nezih ve necip model Ehl-i Beyt’ti…
Hayaın keşmekeşinden kurtuluşun pusulası ise Siyer-i Nebi idi…
O (sav) Refik’i alâya yürümeden önce ağır hastalık günlerinde vasiyetini sürdürmeye decam ediyordu, bir ara ev halkını topladı; mübarek dudaklarından şu cümleler terennüm etti:
“Ortalık kızıştı. Karanlık gece fırtınaları gibi fitneler geliyor. VALLAHi bana karşı ileri süreceğiniz hiçbir dayanağınız bulunmuyor. Ben ALLAH’ın kitabı Kur’an’ın helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kıldım. Ey kızım Fatıma! Ey halam Safiye! ALLAH katında makbul olarak amellerde bulununuz. Bana güvenmeyiniz. Çünkü ben sizi ALLAH’ın gazabından kurtaramam.” (İbn-i Sa-İbni Hişam)
Kulluk bilincini işliyordu… İmtiyaz yok… İltimas yok vele ki peygamber kızı olsa bile… Herkes kendi kesbi ile gidecekti… O halde herkes yarın için önceden ne gönderdiğine baksın…
Sonra Hz. Fadl ve Hz. Ali’den aldığı destek ile mescide geçti, hüzünlü ve meraklı bakışlar altında ashabına şöyle seslendi:
“Ey insanlar duydum ki, vefat edeceğimi düşünüp telaşlanıyormuşsunuz. Hangi peygamber, ümmeti içerisinde ebedi kaldı ki bende kalayım. Biliniz ki ben yakında Rabbime kavuşacağım. O’na siz de kavuşacaksınız… Ben size şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız… Buluşacağımız yer, kevser havuzu kenarıdır. Her kim Kevser havuzu kenarında buluşmak isterse elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.”
Sonra saflara döndü tekrar seslendi:
“Dikkat ediniz! Sizden önceki kimseler, peygamberlerinin ve Salih kişilerin kabirlerini ibadethane haline getirirlerdi. Sizler sakın kabirleri ibadethane haline getirmeyiniz. Sizi böyle yapmaktan men ederim.”
Sonra vasiyet ve nasihatın konusu ve tonu değişti:
“Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin vursun, hakkını alsın. Kimin malından almışsam, işte malım gelsin alsın! Sakın hakkı olan kişi “Ben kısas istersem ALLAH Rasulu bana darılır” diye düşünmesin. Biliniz ki benim yaradılışımda hakkını isteyene darılmam diye bir şey yok. En sevdiğim insan bende hakkı olup da isteyebilen veya helal eden insandır. Ben kimsenin hakkı boynumda olduğu halde ALLAH’ın huzuruna çıkmak istemiyorum.” (İbn’ül Esir)
Kul hakkına, emeğe, alın terine, insan onuruna saygı esastı… Bu esasın en üst düzeyde hassasiyetini taşıyan Hz. Muhamed’di… İnsanların kıl kadar haksızlığa uğramıyacakları bir güne giderken üzerinde kul hakkı olduğu halde gitmek istemiyordu… Yani kendi hakkını değil ötekinin hakkını önceliyordu…
O sözlü vasiyetinin yanı sıra fiili vasiyetini son anına kadar ısrarla sürdürdü…
Hastalık günlerinde Bizans üzerine yürüyecek Üsame ordusuna sürekli hareket emri veriyordu:
“Ey insanlar! Üsame ordusunu yola çıkarınız.”
İstiyordu ki, kendisi Refik’i alâya yürürken ümmeti de ALLAH yolunda yürüsün… Yeryüzünün barışı, beşeriyetin kurtuluşu için hep hareket halinde olmayı vurguluyordu.
Nitekim bu vasiyetin bilincinde olan ilk halife Hz. Ebubekir Rasulullah’ın vefatından sonra seferin ertelenmesini isteyenlere karşı şöyle diyordu:
“Bilsem ki, Medine’de yırtıcı hayvanlar beni parçalayacak ve yeryüzünde tek başına kalacağım yine de hiçbr şey beni Rasulullah’ın harekete geçirdiği orduyu göndermekten alıkoyamaz.”
İşte bu vasiyet duyarlılığı ile oluşan sefer bilinci sayasindedir ki; yüz bini aşkın ashabdan bugün kabir Mekke ve Medine’de bulunanların sayısı on bini geçmiyor, geriye kalanı yeryüzünün dört bir yanına uzandı…
Bir Ebu Eyyüb el-Ensari’yi Konstantiniye surlarının dibine kadar getiren ruh bu vasiyette saklı idi…
O günün şartlarında Çin’e kadar yürüyüşünü sürdüren ve Çin’de vefat eden Vehb b. Kebşe’yi başka nasıl anlayacağız?
“Ya Rabbi karşıma şu uçsuz-bucaksız deryayı çıkarmamış olsaydın senin ismini daha ötelere götürürdüm” diyen ruhu nasıl yorumlayacağız?
Tek kelime ile nebevi vasiyet, rabbani talimaz sürüklüyordu…
O (sav)’nun kavli ve fiili vasiyetini izlemeye devam ediyoruz…
Ağır acılar içinde baygınlıklar geçirirken vasiyet ve nasihatlerini sıralıyordu… Başı Hz. Aişe (ra)’nin kucağında son anlarında tekrar uyarıyordu:
“Kölelerinize iyi davranın. Onlar hakkında ALLAH’tan korkun. Onları giydirin, doyurun. Sözlerinizi yumuşak söyleyin.” (İbni Sad, Ahmet –Müsned)
Dünya yaşamının son anında iniltiler içinde zayıfların hukukunu korumak için çırpınıyordu… Kölelerin kardeşliğine işaret buyururken sürekli onları vasiyet ve emanet ediyordu…
Bir diğer bir zayıfa da dikkat çekiyordu:
“Kadınlarınıza iyi davranın. Onların hakkında ALLAH’tan korkun.”
İslam’a saldırının “İslam’da kölelik” ve “İslam’da kadın” üzerinden geleceğini çok iyi bile ALLAH’ın Rasulü özellikle bu iki konuda Müslümanları uyarıyordu…
O’nun öğretisinde zayıflar ezilmeyecekti… Şefkat ve rahmet Peygamberi kendisinden sonrası içinde onları korumaya alıyordu…
E insanlar! Bana söylendiğine göre sizler peygamberinizin öleceğinden korkuyormuşsunuz. Benden önce gönderilip de kavmi içinde temelli kalmış bir peygamber var mı ki ben temelli kalayım. İyi bilin ki ben de Rabbime kavuşacağım; sizler de kavuşacaksınız. Sizlere ilk muhacirlere hayırlı olmanızı, onlardan da birbirlerine karşı hayırlı olmalarını istiyorum.
Sizlere Ensar’ı emanet ediyorum. ALLAH’tan sakınmanızı ve onlara karşı iyi davranmanızı istiyorum. Biliyorsunuz ki onlar mallarını bizimle paylaştılar. Sizlere darlıkta da, bollukta da yardım ettiler. Onlar bana sırdaş ve sığınak oldular.
Ey Muhacirler! Sizler çoğaldınız, başka insanlar da çoğalacaklar. Ensar ise azaldı. Git gide daha da alalacaklar. Gün gelecek yemeğin içindeki tuz gibi olacaklar. Onlar üzerlerine düşen sorumluluğu fazlasıyla yerine getirdiler. Kendilerine ancak mükafatlarının verilmesi kalmıştır. İçinizden birisi işin başına geçer de istediği bir kişiye fayda ve zarar verebilecek güze erişirse, Ensar’a iyilik etsin, kötülük edenlerin kötülüğünü affetsin.”
Vasiyetin ana teması; sadakat ve vefa idi… Çoğunluk azınlığa tahakküm etmeyecekti… Gücü elde edenler, güçsüzleri görmemezlikten gelmeyeceklerdi… Merhamet, adalet, sadakat, ihsan İslam’ın insanının temel vasıflarıydı…
Efendimiz (sav) sonsuz esenliğe yürürken sadece kendi cennetini düşünmüyor, geride köle, kadın, Ensar için güvenlikli bir dünyanın inşası için çırpınıyordu.
Daha sonra konuyu değiştirip;
“ALLAH bir kulunu dünya nimetleri ile kendi katındaki nimetler arasında tercihte bıraktı. O kulda ahireti, ALLAH katında onları tercih etii.” dedi. (Buhari)
Bu cümle ile birlikte Hz. Ebubekir (ra) ağlamaya başladı. Rasulullah’ın ne demek istediğini anlamıştı. Ama yababilecek bir şey yoktu…
Ümmü Eymen’de ağlıyordu. Yanındaki birisi:
“Ağlama o seçmini yaptı” dedi. Yaşlı gözlerle Rasulullah’a bakan ve Fatıma’yı teselli etmeye çalışna Ümmü Eymen:
“Biliyorum o seçimini yaptı. Anma nasıl ağlamam ki! Artık vahiy kesilecek, ona ağlıyorum.” dedi. Kur’an bilinci bu insanların iliklerine işlemişti… Gök sofrasından inen nimetlerin kesileceğine yanıyorlardı…
Hz. Peygamber (sav)’in vasiyetinin en çarpıcı sahnelerinden biri de, nama vurgusuydu:
“Namazlarınıza dikkat edin! Namazlarınıza devam edin!” (İbni Mace) diyerek adeta inliyordu… Ezan okunmuş, ashab Mescid’de toplanmış namaz için O’nu bekliyorlardı. Ama O baygın ve bitkin halde idi. Namaza çıkmak için üç defa çırpındı fakat takati yoktu, çaresiz şöyle seslendi:
“Ebubekr’e söyleyiniz namazı o kıldırsın!”
Aişe (ra):
“Ey ALLAH’ın Rasulü! O çok yufka yüreklidir. Ağlamaktan namazı kıldıramaz. Senin makamında durup namaz kıldırmak ona çok ağır gelir. İzin ver Ömer kıldırsın.” dedi. Efendimiz kararını değiştirmedi. İmam ve cemaat gözyaşları içinde namaza durdular… Hastalığın acısına mescide gidememenin acısı da eklenmişti… Kendini zorluyordu ama olmadı, Hz. Aişe (ra)’den kapının perdesini açmasını istedi, açık kapıdan namazda olan ashabını seyretmeye başladı. Cemaat kıyamda idi. Peygamberimiz gülümsedi, yüzü ışıl ışıldı. Ümmetin namazda görmek O’nu ferahlatmıştı. Bir ara vücudunda hafiflik hissetti. Hz. Ali ve Hz. Abbas’tan destek alarak Mescid’e kadar çıktı. Ayakta duracak mecali yoktu. Ebubekr’e tabi oldu, oturarak namaz kıldı.
Ölüm döşeğinde bile mescide sığınıyor… Namaz ve cemaat ikliminde inşirah ve itminan buluyordu. Ashab nereden bilecekti? Bu geliş Rasulullah’ın mescide son gelişiydi…
Evet, başta da ifade ettik, O’nun hayatının tamamı vasiyetti…
Sanki son günlerinde bu vasiyetini özetlemişti.. Hafızalara ve hayatlara işlenmesi için tüm hassasiyetini göstermişti…
Hülasa, işte nebebi vasiyet…
Peki, bizim vaziyet!?
Ramazan Kayan
Vasiyet; çoğunlukla ölümü ve sonrasını çağrıştıran bir kavram
Modern zamanlar için soğuk kavramlardan biridir de diyebiliriz
Öyle ki, inananların bile bunu fazlaca telaffuz ettiklerini söyleyemiyoruz...
Artık ölümü çağrıştırıcı her şey insanlara ürkütücü ve sıkıntı verici geliyor… Bu bağlamda kendi vasiyetimizi konuşmanın zor olacağını düşünerek söz Hz. Peygamber (sav)’in vasiyetine getirmek istiyorum…
Gerçekten O’nun ümmetine vasiyeti neydi?
Aslında O’nun hayatının tamamı bir vasiyet manzumesi idi…
Bu bakımdan O’nun vasiyetini hayatının bütünlüğü içinde okumak gerekiyor… O bütünlüğü bozmdan, bölmeden, bağlamından koparmadan almak zorundayız. Ancak bir makalenin hacmine bunu sığdırmak mümkün olmadığı için; O’nun dünya hayatındaki son günlerinde sunduğu vasiyet manifestosun bir demet seçtik onu paylaşacağız…
Kuşkusuz bu konuda ilk akla gelen, Veda Hutbesidir… Yüz bini aşkın bir kitleye irad edilen bu hutbe, çerçevesi, içeriği, üslubu itibarı ile gerçekten evrensel ve erişilmez bir vasiyettir. Bu vasiyet sadece iman edenlere değil tüm insanlara yönelik bir mahiyet arzediyor… Hutbede yedi defa vurgulanan “Ey insanlar!” hitabı bu gerçeği gözler önüne seriyor. Bu hutbeden üç ay sonra Efendimizin vefat ettiğini biliyoruz…
Ahlâk, adalet, vahdet, hakikat, hidayet içeren bu muhteşem metin adeta İslam’ın sonuç bildirgesiydi. Özellikle diyordu ki;
“Şunu iyi bilin ki, cahiliye dönemine ait her şey ayaklarımın altındadır. Artık hiç birinin gerliliği yoktur.”
Hiçbir cahili anlayış, kavrayış ve davranışa geçit yok… Şimdi O’nun ayak altı ettiğini kim el üstünde tutabilir di? Cahiliye çıkışlı tüm eylem, söylem, yöntem, kuram, durum, tutum merduddu…
“Benden sonra sakın cahiliye uygulamalarına dönüp birbirinizi boynunu vurmayın.”
Asabiyetlere, aşırılıklara, fanatizme, fırkacılığa, bağye yer yoktu… Müslümanların kardeşliği, birliği esastı…
Vefatına yakın toprağın altındaki dostlarını daha sık ziyaret ediyordu… Önce Uhud şehitlerine uğradı, gözyaşları içinde onları selamladı;
“Esselamu aleykum ey Uhud şehidleri! Siz bizden önce gittiniz. İnşaALLAH biz de size yetişeceğiz.” Hemen sonrasında Cennet’ül-Baki’de medfun olan ashabını ziyaret etti; artık yeni yurdu için gün sayıyordu. Zaten O ölümle hep barışık yaşadı… O sıra Mescid’de bekleşen ashabının yanına çıktı, özlemle cemaati süzdü, onlarla ilgili kaygılarını dile getirdi.
“Ben sizlerin benden sonra şirke döneceğinizden korkmuyorum. Fakat size dünyanın kapıları açılır ve dünyanın aldatıcılığına kapılıp birbirinizi kıskanırsınız. O kıskançlıkla birbirinizi öldürmeye kalkarsınız diye korkuyorum.” (Buhari)
Nitekim korkulan oldu. Çok geçmeden tüm zamanların en büyük bozucusu dünyevileşme bu ümmete sirayet edecekti… Bu tehlikenin farkında olan Rasulullah ölüm döşeğinde bile örnekliğini sürdürdü. Ümmetini dünyevileşme fitnesine karşı uyardı. Vefatından bir gün önce, baygınlık halinde kendine gelir-gelmez yanında bulunan yedi dinarı infak etmeden rahat etmedi… Kölelerini azad etti… Silahlarını Müslümanlara hibe etti… Son gece lambasına koyacağı yağı kalmadığı için Hz. Aiş’e, komşusundan ödünç almak zorunda kaldı... Zırhı da hâlâ borcuna karşılık bir Yahudide bulunuyordu…
Ondan geriye kalan ne malu mülk, ne servetü samandı, sadece birkaç kap, bir de Kitap’tı…
Tüm yaşamı boyunca kendisinden sonrası için şu üç cümleyi hep vasiyet etmişti:
“Size bir emanet bırakıyorum, siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet ALLAH’ın kitabı Kur’an’dır.” (Buhari)
“Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa düşmezseniz. Onlar ALLAH’ın Kitab’ı ve benim Ehl-i Beyt’imdir” (Müslim)
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe sapıtmayacaksınız. ALLAH’ın kitabı ve Rasulü’nün sünneti.” (Muavatta)
Evet, O’dan bize kalan düşünce dünyamızı inşa edecek, hayata bakışımızı netleştirecek Kur’andı..
Nasıl yaşayacağımızın sade ve sahih adresi Sünnet’ti…
Yaşayan İslam’ın nezih ve necip model Ehl-i Beyt’ti…
Hayaın keşmekeşinden kurtuluşun pusulası ise Siyer-i Nebi idi…
O (sav) Refik’i alâya yürümeden önce ağır hastalık günlerinde vasiyetini sürdürmeye decam ediyordu, bir ara ev halkını topladı; mübarek dudaklarından şu cümleler terennüm etti:
“Ortalık kızıştı. Karanlık gece fırtınaları gibi fitneler geliyor. VALLAHi bana karşı ileri süreceğiniz hiçbir dayanağınız bulunmuyor. Ben ALLAH’ın kitabı Kur’an’ın helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kıldım. Ey kızım Fatıma! Ey halam Safiye! ALLAH katında makbul olarak amellerde bulununuz. Bana güvenmeyiniz. Çünkü ben sizi ALLAH’ın gazabından kurtaramam.” (İbn-i Sa-İbni Hişam)
Kulluk bilincini işliyordu… İmtiyaz yok… İltimas yok vele ki peygamber kızı olsa bile… Herkes kendi kesbi ile gidecekti… O halde herkes yarın için önceden ne gönderdiğine baksın…
Sonra Hz. Fadl ve Hz. Ali’den aldığı destek ile mescide geçti, hüzünlü ve meraklı bakışlar altında ashabına şöyle seslendi:
“Ey insanlar duydum ki, vefat edeceğimi düşünüp telaşlanıyormuşsunuz. Hangi peygamber, ümmeti içerisinde ebedi kaldı ki bende kalayım. Biliniz ki ben yakında Rabbime kavuşacağım. O’na siz de kavuşacaksınız… Ben size şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız… Buluşacağımız yer, kevser havuzu kenarıdır. Her kim Kevser havuzu kenarında buluşmak isterse elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.”
Sonra saflara döndü tekrar seslendi:
“Dikkat ediniz! Sizden önceki kimseler, peygamberlerinin ve Salih kişilerin kabirlerini ibadethane haline getirirlerdi. Sizler sakın kabirleri ibadethane haline getirmeyiniz. Sizi böyle yapmaktan men ederim.”
Sonra vasiyet ve nasihatın konusu ve tonu değişti:
“Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin vursun, hakkını alsın. Kimin malından almışsam, işte malım gelsin alsın! Sakın hakkı olan kişi “Ben kısas istersem ALLAH Rasulu bana darılır” diye düşünmesin. Biliniz ki benim yaradılışımda hakkını isteyene darılmam diye bir şey yok. En sevdiğim insan bende hakkı olup da isteyebilen veya helal eden insandır. Ben kimsenin hakkı boynumda olduğu halde ALLAH’ın huzuruna çıkmak istemiyorum.” (İbn’ül Esir)
Kul hakkına, emeğe, alın terine, insan onuruna saygı esastı… Bu esasın en üst düzeyde hassasiyetini taşıyan Hz. Muhamed’di… İnsanların kıl kadar haksızlığa uğramıyacakları bir güne giderken üzerinde kul hakkı olduğu halde gitmek istemiyordu… Yani kendi hakkını değil ötekinin hakkını önceliyordu…
O sözlü vasiyetinin yanı sıra fiili vasiyetini son anına kadar ısrarla sürdürdü…
Hastalık günlerinde Bizans üzerine yürüyecek Üsame ordusuna sürekli hareket emri veriyordu:
“Ey insanlar! Üsame ordusunu yola çıkarınız.”
İstiyordu ki, kendisi Refik’i alâya yürürken ümmeti de ALLAH yolunda yürüsün… Yeryüzünün barışı, beşeriyetin kurtuluşu için hep hareket halinde olmayı vurguluyordu.
Nitekim bu vasiyetin bilincinde olan ilk halife Hz. Ebubekir Rasulullah’ın vefatından sonra seferin ertelenmesini isteyenlere karşı şöyle diyordu:
“Bilsem ki, Medine’de yırtıcı hayvanlar beni parçalayacak ve yeryüzünde tek başına kalacağım yine de hiçbr şey beni Rasulullah’ın harekete geçirdiği orduyu göndermekten alıkoyamaz.”
İşte bu vasiyet duyarlılığı ile oluşan sefer bilinci sayasindedir ki; yüz bini aşkın ashabdan bugün kabir Mekke ve Medine’de bulunanların sayısı on bini geçmiyor, geriye kalanı yeryüzünün dört bir yanına uzandı…
Bir Ebu Eyyüb el-Ensari’yi Konstantiniye surlarının dibine kadar getiren ruh bu vasiyette saklı idi…
O günün şartlarında Çin’e kadar yürüyüşünü sürdüren ve Çin’de vefat eden Vehb b. Kebşe’yi başka nasıl anlayacağız?
“Ya Rabbi karşıma şu uçsuz-bucaksız deryayı çıkarmamış olsaydın senin ismini daha ötelere götürürdüm” diyen ruhu nasıl yorumlayacağız?
Tek kelime ile nebevi vasiyet, rabbani talimaz sürüklüyordu…
O (sav)’nun kavli ve fiili vasiyetini izlemeye devam ediyoruz…
Ağır acılar içinde baygınlıklar geçirirken vasiyet ve nasihatlerini sıralıyordu… Başı Hz. Aişe (ra)’nin kucağında son anlarında tekrar uyarıyordu:
“Kölelerinize iyi davranın. Onlar hakkında ALLAH’tan korkun. Onları giydirin, doyurun. Sözlerinizi yumuşak söyleyin.” (İbni Sad, Ahmet –Müsned)
Dünya yaşamının son anında iniltiler içinde zayıfların hukukunu korumak için çırpınıyordu… Kölelerin kardeşliğine işaret buyururken sürekli onları vasiyet ve emanet ediyordu…
Bir diğer bir zayıfa da dikkat çekiyordu:
“Kadınlarınıza iyi davranın. Onların hakkında ALLAH’tan korkun.”
İslam’a saldırının “İslam’da kölelik” ve “İslam’da kadın” üzerinden geleceğini çok iyi bile ALLAH’ın Rasulü özellikle bu iki konuda Müslümanları uyarıyordu…
O’nun öğretisinde zayıflar ezilmeyecekti… Şefkat ve rahmet Peygamberi kendisinden sonrası içinde onları korumaya alıyordu…
E insanlar! Bana söylendiğine göre sizler peygamberinizin öleceğinden korkuyormuşsunuz. Benden önce gönderilip de kavmi içinde temelli kalmış bir peygamber var mı ki ben temelli kalayım. İyi bilin ki ben de Rabbime kavuşacağım; sizler de kavuşacaksınız. Sizlere ilk muhacirlere hayırlı olmanızı, onlardan da birbirlerine karşı hayırlı olmalarını istiyorum.
Sizlere Ensar’ı emanet ediyorum. ALLAH’tan sakınmanızı ve onlara karşı iyi davranmanızı istiyorum. Biliyorsunuz ki onlar mallarını bizimle paylaştılar. Sizlere darlıkta da, bollukta da yardım ettiler. Onlar bana sırdaş ve sığınak oldular.
Ey Muhacirler! Sizler çoğaldınız, başka insanlar da çoğalacaklar. Ensar ise azaldı. Git gide daha da alalacaklar. Gün gelecek yemeğin içindeki tuz gibi olacaklar. Onlar üzerlerine düşen sorumluluğu fazlasıyla yerine getirdiler. Kendilerine ancak mükafatlarının verilmesi kalmıştır. İçinizden birisi işin başına geçer de istediği bir kişiye fayda ve zarar verebilecek güze erişirse, Ensar’a iyilik etsin, kötülük edenlerin kötülüğünü affetsin.”
Vasiyetin ana teması; sadakat ve vefa idi… Çoğunluk azınlığa tahakküm etmeyecekti… Gücü elde edenler, güçsüzleri görmemezlikten gelmeyeceklerdi… Merhamet, adalet, sadakat, ihsan İslam’ın insanının temel vasıflarıydı…
Efendimiz (sav) sonsuz esenliğe yürürken sadece kendi cennetini düşünmüyor, geride köle, kadın, Ensar için güvenlikli bir dünyanın inşası için çırpınıyordu.
Daha sonra konuyu değiştirip;
“ALLAH bir kulunu dünya nimetleri ile kendi katındaki nimetler arasında tercihte bıraktı. O kulda ahireti, ALLAH katında onları tercih etii.” dedi. (Buhari)
Bu cümle ile birlikte Hz. Ebubekir (ra) ağlamaya başladı. Rasulullah’ın ne demek istediğini anlamıştı. Ama yababilecek bir şey yoktu…
Ümmü Eymen’de ağlıyordu. Yanındaki birisi:
“Ağlama o seçmini yaptı” dedi. Yaşlı gözlerle Rasulullah’a bakan ve Fatıma’yı teselli etmeye çalışna Ümmü Eymen:
“Biliyorum o seçimini yaptı. Anma nasıl ağlamam ki! Artık vahiy kesilecek, ona ağlıyorum.” dedi. Kur’an bilinci bu insanların iliklerine işlemişti… Gök sofrasından inen nimetlerin kesileceğine yanıyorlardı…
Hz. Peygamber (sav)’in vasiyetinin en çarpıcı sahnelerinden biri de, nama vurgusuydu:
“Namazlarınıza dikkat edin! Namazlarınıza devam edin!” (İbni Mace) diyerek adeta inliyordu… Ezan okunmuş, ashab Mescid’de toplanmış namaz için O’nu bekliyorlardı. Ama O baygın ve bitkin halde idi. Namaza çıkmak için üç defa çırpındı fakat takati yoktu, çaresiz şöyle seslendi:
“Ebubekr’e söyleyiniz namazı o kıldırsın!”
Aişe (ra):
“Ey ALLAH’ın Rasulü! O çok yufka yüreklidir. Ağlamaktan namazı kıldıramaz. Senin makamında durup namaz kıldırmak ona çok ağır gelir. İzin ver Ömer kıldırsın.” dedi. Efendimiz kararını değiştirmedi. İmam ve cemaat gözyaşları içinde namaza durdular… Hastalığın acısına mescide gidememenin acısı da eklenmişti… Kendini zorluyordu ama olmadı, Hz. Aişe (ra)’den kapının perdesini açmasını istedi, açık kapıdan namazda olan ashabını seyretmeye başladı. Cemaat kıyamda idi. Peygamberimiz gülümsedi, yüzü ışıl ışıldı. Ümmetin namazda görmek O’nu ferahlatmıştı. Bir ara vücudunda hafiflik hissetti. Hz. Ali ve Hz. Abbas’tan destek alarak Mescid’e kadar çıktı. Ayakta duracak mecali yoktu. Ebubekr’e tabi oldu, oturarak namaz kıldı.
Ölüm döşeğinde bile mescide sığınıyor… Namaz ve cemaat ikliminde inşirah ve itminan buluyordu. Ashab nereden bilecekti? Bu geliş Rasulullah’ın mescide son gelişiydi…
Evet, başta da ifade ettik, O’nun hayatının tamamı vasiyetti…
Sanki son günlerinde bu vasiyetini özetlemişti.. Hafızalara ve hayatlara işlenmesi için tüm hassasiyetini göstermişti…
Hülasa, işte nebebi vasiyet…
Peki, bizim vaziyet!?
Ramazan Kayan