Günlük yaşamımızda her an ailemizle, eşimizle, çocuklarımızla ve başkaları ile ilişki içinde bulunuruz. Bu ilişkilerimizi etkileyen pek çok etken vardır. Bunların en önemlisi dinlemektir. Eşlerin birbirlerini iyice dinlemesi, aralarındaki güveni arttırtır.
Kadınlarımızda bir kabullenme olayı var. Her şeyi kabullenip davranışlarımızı ona göre ayarlıyoruz. Halbuki kendimizi eşimize en iyi şekilde ifade edersek, eşimiz de bizim ne isteyeceğimizi anlayacak ve bize ona göre davranacaktır. Bir kadın olarak kendimize şunu demeliyiz: "Ben ne istiyorum? Ne yaparsam daha çok mutlu olurum?" Sizce de öyle değil mi?
Bizi mutlu eden neyse eşimizi de o mutlu edecektir. Çünkü mutluluk bulaşıcıdır ve biz mutlu olduğumuz zaman eşimize, ailemize çocuklarımıza da mutluluk vereceğiz. Yani ne alırsan, ne kadar alırsan o kadar da verirsin. Benim için, çok değerli bir hocamın sözüdür bu. Ne kadar alırsan o kadar verirsin. Doğanın kanunu bu…
Genelde hep yaşamdan bir şeyler beklenir. Olaylar kötüye gittiği zaman suçlanacak birileri ya da bir şeyler aranır. İnsanlar niçin başkalarını suçlama gereğini duyarlar diye düşündüğümde aklıma gelen ilk şey; “kendini suçlamak daha zordur” gerçeği. Yani başkasını suçlamak daha kolay olduğu için, kendimizi suçlu görmek istemeyiz. Oysa hatayı önce kendimizde aramalı, karşımızdakini de incitmemeliyiz. Aramızdaki o köprüleri yıkmadan karşılıklı konuşmak, anlayışlı davranmak en iyi davranış şeklidir. İkili ilişkilerde, her iki tarafın da birbirini yüceltmesi, ilişkilerini sağlamlaştırmada büyük bir rol oynar.
Nasıl ki organlarımız birbirine bağlıdır ve birbirleriyle olan irtibatları sayesinde olağanüstü bir mekanizma ortaya koyarlar. Aynen öyle de kadın – erkek, varoluşundan bu yana birbirine muhtaçtır ve birbirine bağımlıdır. (Mesela; kalp akciğere bağlıdır.) Kadın olmadan erkek olmaz. Erkek de kadın olmadan olmaz. Bu iki öğe de tamamen birbirine bağlıdır. “Peki o zaman karı-koca her şeyi birlikte mi yapmalı?” dediğinizi duyar gibiyim. Bağımlılıktan ziyade bağlılığı ön plana çıkarmalıyız; bağımlılık sonuçları itibariyle pek de sağlıklı bir tutum olmasa gerek.
Eş seçimi yapılırken, kimileri alt benliklerini ortaya çıkarır ve cinsel çekiciliği ön planda tutarlar. Kimileri de üst benliklerini ortaya çıkarır; birlikte olacağı insanın toplumsal konumu, ahlaki tutumu, sosyal ortamlardaki konumunu önemserler. Bazıları da benliklerini önemser, bencil davranırlar. Beraber olacakları insan zengin mi, olanakları olan biri insan mı? Bunlara daha fazla yoğunlaşırlar. Hangi doğrultunun hayatımızı anlamlı hale getireceği deneyimlerimiz ve gözlemlerimizle sabittir.
Nitekim; F. Scott Fitzgerald (Muhteşem Gatsby’nin yazarı) bir öyküsünde farklı seçim yapan iki çifti karşılaştırmıştır:
Birinci çift, sosyal konumları ve beklentileri birbirine uyduğu için birbirlerini seçmişler. Kadın da adam da spor kulüplerine üyedir. Şehrin seçkin çevrelerine birlikte girip çıkarlar.
İkinci çiftteki adam ise entelektüel biri ve müzisyen olmasına rağmen işlerini yaptıracağı ve kültürel paylaşımının az olduğu bir kadını tercih etmiştir. Eve gelenler adamın karısını “temizlikçi kadın” zannederler.
Fitzgerald bu ilişkileri ilginç bir şekilde irdeler. Birinci çiftin ilişkisi giderek anlaşmazlıklar ve tartışmalarla bozulurken, ikinci çiftin ilişkisi uyum içinde devam eder.
Birinci ilişkideki erkeğin yaşadıkları ile Fitzgerald’ın hayatı arasında ilginç benzerlikler bulabilirsiniz. Sevgilisi (daha sonra karısı olacak Zelda) ile insanların ilgi odağı haline gelmişlerdir (popüler bir çift). Daha sonra ise ilişkilerinde tartışmalar olmaya başlamıştır. Fitzgerald’ın karısı Zelda psikiyatri hastanesine yatacaktır. Fitzgerald karısı ölünceye kadar ondan ilgisini geri çekmeyecektir.
Bu kayıp kuşağın seçkin temsilcisi, karısı psikiyatri servisinde yatarken, kendisi de Holywood’da eski başarılarını tekrarlayamayan alkolik bir senaryo yazarına dönüşür.
(Fitzgerald’ın ve Zelda’nın tek çocuğu olan biricik kızları anne ve babasının ayrı olan mezarlarını uzun bir süre sonra bir araya getirir.)