HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
Yaşamış olduğumuz bu ve geçmiş asırda, yani İslami ifadeyle ahir zamanda, karşılaştığımız en büyük sıkıntılardan bir tanesi de, kime nasıl güveneceğimizi bilmiyor olmamızdır. Neredeyse her geçen gün bir kaç insanın kalkıp kendisini alim, şeyh ilan etmiş olması, veya bu özellikler kendisinde bulunup ta bunu Allah (c.c.)'nun rızası doğrultusunda Müslümanların hayrına değil de, mevki makam için kullanan alimlerin, türemesi sözkonusu olmaktadır.
Müslüman kime güvenebilir ve özellikle örneğimiz olması gereken alimlerimizden hangisine güvenebiliriz sorusu, gayet ciddi ve önemli bir konuyu teşkil etmektedir. Çünkü Ümmeti Muhammed halen en başta alimlere güvenmektedir ve onların söylediği her sözüde kabul etmektedir. Dolayısıyla ümmetin gerçekleri görüp bir fiil hak davayı ifa edebilmesi için, önlerinde adeta bir engel olarak duran alim ve onların cemaatlerini iyi tanıyıp, ayırt edebilmesi gerekmektedir. Bundan dolayı, Müslümanların elinde bir yol göstericisi olacak bir kıstasın ve ölçünün ne olduğu sorusuna cevap bulmamız gerekiyor.
Müslümanların sözde alimlere güvenme konusundaki davranışları, yani onları adeta sorgusuz sualsiz bir şekilde söz sahibi kabul etmiş olmaları, bir kaç sebebe dayanmaktadır.
1- Günümüzün insanı cehalete alıştırılmış, adeta ona mahkum edilmiş bir durumdadır. Cehalet derken kişinin tahsilini kastetmiyorum. Yani kişi tahsilli olur, mühendis hatta doktorasını yapmış olabilir. Fakat sahip olmuş olduğu aklı kişiliğini, malını ve din kardeşliğini bir hiç pahasına gayri müslimlerin hizmetine sunabiliyorsa, o Müslüman isterse profesör olsun, kesinlikle cahildir ve sömürülmeye müsaittir. Hâlbuki Müslüman sahip olmuş olduğu akıl nimetini, insanlık içerisinde kullanan yegane insandır. Ve bu nimeti devre dışı bıraktığı taktirde onu yani akıl nimetinin en büyük özelliği olan doğru ile yanlışı ayırt etme, gerçeğinden mahrum kalmış olur. Dolayısıyla Müslüman kesinlikle koyun sürüsü gibi güdülen birer hayvan değil, bilakis gerektiğinde çok sert eleştiri yapabilen ve kesinlikle muhasebe eden bir kişiliğe sahip olmalı. Bundan dolayı Müslüman'ın kişiliği, yani duruşu çok net olmalı ve kanat getirdiği duruşundan her ne olursa vazgeçmemeli ve Muhammed (s.a.v.) ‘min en zor anında sarf etmiş olduğu şu kavli hiçbir zaman aklından çıkarmamalı. Resulullah'ı koruyan ve himaye eden amcası Ebu Talib'in çok ciddi bir şekilde Dar'un Nedvede sıkıştırıldıktan ve tehdit edildikten sonra bir başka çaresi olmadığı kanaatini gelerek, Resulullahın huzuruna gidip, adeta yırtıcı hayvanlarca kuşatılmış bir durumda tek tutanağı olduğu zanedilen elindeki silahı, yani üzerinde bulunduran himayeyi alacağı tehdidi karşısında, bakınız Muhammed (s.a.v.) amcası Ebu Talib'e sarfetmiş olduğu o tarihi sözler:
"Ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, ALLAH onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!" dedi. Gözleri yaşardı ve ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib:"Gel ey kardeşimin oğlu!" diye seslendi. Muhammed (sav) dönüp gelince, Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman onlara teslim edici değilim!" dedi. (Siret-i İbn-i Hişam)
2- Neyin doğru neyin doğru olmadığı konusunda, elinde kıstas niteliğinde olması gereken, dini hakikatları ve onun esaslarını (imani konuları), etraflıca bilmesi gerekiyor. Maalesef bu kıstasdan mahrum olduğumuz gibi, birde bu özelliğe sahip olmamamız için bizlere dikta edilen din adamı düşüncesi ve dolayısıyla bu senin işin değildir mantığı, Müslümanlara sirayet etmiştir. Ve yine tarikatlar vasıtası ile bizlere empoze edilen, körü körüne tam bir taassup ile bağlanma ve tamamen ilmi esaslardan yoksun olma ve sadece günün büyük bir kısmını zikir ile geçirme düşüncesi egemen oldu. Dini hakikatler derken, bu konu ile alakalı Müslümanların Allah (c.c.)'dan başka hiçbir kimseyi, hüküm koyucu kabul etmememiz gerektiğini ve yine onun emir ve yasaklarına uyma konusunda kesinlikle taviz vermememiz gerektiği, inancını kastediyorum. Halbuki sahiplenmiş olduğumuz ve desteklediğimiz alimlerin ve şeyhlerin bir çoğu öyle veya böyle taviz vermektedir. Bu nasıl olurda güvenebileceğimiz, sözünü dinleyebileceğimiz bir alim veya şeyh olabilir. Bir Müslüman için bu tür alimler desteklenmesi gereken birer kişilik olmaktan daha ziyade, kesinlikle muhasebe edilen ve maskeleri alaşağı edilen ve gerektiğinde onları toplum içerisinde rezil edilmesi gereken birer kişilik olarak görmemiz gerekmektedir. Öyleyse Müslüman imanı gereği kesinlikle Rabbimize güvenip, sadece ona tevekkül etmesi ve hiçbir zaman taviz vermemesi gerekiyor. Bakınız taviz verip de fasıklar zümresine giren insanlar için Rabbimiz ne buyurmaktadır:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurat:6)
Bu ayeti celilede de ifade edildiği üzere kesinlikle haramı açık olan, ki taviz vermek, yani haram olduğunu bildiği halde onları ikaz etmemek ve yine üzerimize farz olduğu halde, kesinlikle korku, endişe her ne sebepten dolayı olursa olsun, üzerimize düşen Raşid-i Hilafet Devletini kurma farzından geri durmak tavizdir. Her kim bu hasleti üzerinde bulunduruyorsa, alim olsun Müslüman olsun, kesinlikle güvenilmeyen ve kesinlikle ikaz edilmesi gereken kişiler olur.
3- Birinci ve ikinci konuya bağlı olarak, korku konusu, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslümanlar sözde alim veya şeyhlere güvenmeme konusunda şu iki acıdan korkmaktadır:
a. Toplumun değer verdiği hocalara güvenmeyip, bilakis onları tenkid edersem, toplum içerisinde tutunamam, barınamam ve toplumdan dışlanırım korkusu.
b. Diğer korku olgusu ise ruhani korkuyu teşkil etmektedir. Kişi sözde alimlere veya daha doğrusu şeyhleri tenkitvari sözler sarf ederse, işinin rast gitmeyeceği endişesini taşımaktadır. Bir diğer ruhani korku ise özellikle tasavvuf erbabında ve onun taraftarlarında egemen olan çarpılma korkusudur.
Ümmete sirayet etmiş olan ve fıtri olan bu korku olgusu hakkında bakınız )
Müslüman kime güvenebilir ve özellikle örneğimiz olması gereken alimlerimizden hangisine güvenebiliriz sorusu, gayet ciddi ve önemli bir konuyu teşkil etmektedir. Çünkü Ümmeti Muhammed halen en başta alimlere güvenmektedir ve onların söylediği her sözüde kabul etmektedir. Dolayısıyla ümmetin gerçekleri görüp bir fiil hak davayı ifa edebilmesi için, önlerinde adeta bir engel olarak duran alim ve onların cemaatlerini iyi tanıyıp, ayırt edebilmesi gerekmektedir. Bundan dolayı, Müslümanların elinde bir yol göstericisi olacak bir kıstasın ve ölçünün ne olduğu sorusuna cevap bulmamız gerekiyor.
Müslümanların sözde alimlere güvenme konusundaki davranışları, yani onları adeta sorgusuz sualsiz bir şekilde söz sahibi kabul etmiş olmaları, bir kaç sebebe dayanmaktadır.
1- Günümüzün insanı cehalete alıştırılmış, adeta ona mahkum edilmiş bir durumdadır. Cehalet derken kişinin tahsilini kastetmiyorum. Yani kişi tahsilli olur, mühendis hatta doktorasını yapmış olabilir. Fakat sahip olmuş olduğu aklı kişiliğini, malını ve din kardeşliğini bir hiç pahasına gayri müslimlerin hizmetine sunabiliyorsa, o Müslüman isterse profesör olsun, kesinlikle cahildir ve sömürülmeye müsaittir. Hâlbuki Müslüman sahip olmuş olduğu akıl nimetini, insanlık içerisinde kullanan yegane insandır. Ve bu nimeti devre dışı bıraktığı taktirde onu yani akıl nimetinin en büyük özelliği olan doğru ile yanlışı ayırt etme, gerçeğinden mahrum kalmış olur. Dolayısıyla Müslüman kesinlikle koyun sürüsü gibi güdülen birer hayvan değil, bilakis gerektiğinde çok sert eleştiri yapabilen ve kesinlikle muhasebe eden bir kişiliğe sahip olmalı. Bundan dolayı Müslüman'ın kişiliği, yani duruşu çok net olmalı ve kanat getirdiği duruşundan her ne olursa vazgeçmemeli ve Muhammed (s.a.v.) ‘min en zor anında sarf etmiş olduğu şu kavli hiçbir zaman aklından çıkarmamalı. Resulullah'ı koruyan ve himaye eden amcası Ebu Talib'in çok ciddi bir şekilde Dar'un Nedvede sıkıştırıldıktan ve tehdit edildikten sonra bir başka çaresi olmadığı kanaatini gelerek, Resulullahın huzuruna gidip, adeta yırtıcı hayvanlarca kuşatılmış bir durumda tek tutanağı olduğu zanedilen elindeki silahı, yani üzerinde bulunduran himayeyi alacağı tehdidi karşısında, bakınız Muhammed (s.a.v.) amcası Ebu Talib'e sarfetmiş olduğu o tarihi sözler:
"Ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, ALLAH onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!" dedi. Gözleri yaşardı ve ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib:"Gel ey kardeşimin oğlu!" diye seslendi. Muhammed (sav) dönüp gelince, Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman onlara teslim edici değilim!" dedi. (Siret-i İbn-i Hişam)
2- Neyin doğru neyin doğru olmadığı konusunda, elinde kıstas niteliğinde olması gereken, dini hakikatları ve onun esaslarını (imani konuları), etraflıca bilmesi gerekiyor. Maalesef bu kıstasdan mahrum olduğumuz gibi, birde bu özelliğe sahip olmamamız için bizlere dikta edilen din adamı düşüncesi ve dolayısıyla bu senin işin değildir mantığı, Müslümanlara sirayet etmiştir. Ve yine tarikatlar vasıtası ile bizlere empoze edilen, körü körüne tam bir taassup ile bağlanma ve tamamen ilmi esaslardan yoksun olma ve sadece günün büyük bir kısmını zikir ile geçirme düşüncesi egemen oldu. Dini hakikatler derken, bu konu ile alakalı Müslümanların Allah (c.c.)'dan başka hiçbir kimseyi, hüküm koyucu kabul etmememiz gerektiğini ve yine onun emir ve yasaklarına uyma konusunda kesinlikle taviz vermememiz gerektiği, inancını kastediyorum. Halbuki sahiplenmiş olduğumuz ve desteklediğimiz alimlerin ve şeyhlerin bir çoğu öyle veya böyle taviz vermektedir. Bu nasıl olurda güvenebileceğimiz, sözünü dinleyebileceğimiz bir alim veya şeyh olabilir. Bir Müslüman için bu tür alimler desteklenmesi gereken birer kişilik olmaktan daha ziyade, kesinlikle muhasebe edilen ve maskeleri alaşağı edilen ve gerektiğinde onları toplum içerisinde rezil edilmesi gereken birer kişilik olarak görmemiz gerekmektedir. Öyleyse Müslüman imanı gereği kesinlikle Rabbimize güvenip, sadece ona tevekkül etmesi ve hiçbir zaman taviz vermemesi gerekiyor. Bakınız taviz verip de fasıklar zümresine giren insanlar için Rabbimiz ne buyurmaktadır:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurat:6)
Bu ayeti celilede de ifade edildiği üzere kesinlikle haramı açık olan, ki taviz vermek, yani haram olduğunu bildiği halde onları ikaz etmemek ve yine üzerimize farz olduğu halde, kesinlikle korku, endişe her ne sebepten dolayı olursa olsun, üzerimize düşen Raşid-i Hilafet Devletini kurma farzından geri durmak tavizdir. Her kim bu hasleti üzerinde bulunduruyorsa, alim olsun Müslüman olsun, kesinlikle güvenilmeyen ve kesinlikle ikaz edilmesi gereken kişiler olur.
3- Birinci ve ikinci konuya bağlı olarak, korku konusu, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslümanlar sözde alim veya şeyhlere güvenmeme konusunda şu iki acıdan korkmaktadır:
a. Toplumun değer verdiği hocalara güvenmeyip, bilakis onları tenkid edersem, toplum içerisinde tutunamam, barınamam ve toplumdan dışlanırım korkusu.
b. Diğer korku olgusu ise ruhani korkuyu teşkil etmektedir. Kişi sözde alimlere veya daha doğrusu şeyhleri tenkitvari sözler sarf ederse, işinin rast gitmeyeceği endişesini taşımaktadır. Bir diğer ruhani korku ise özellikle tasavvuf erbabında ve onun taraftarlarında egemen olan çarpılma korkusudur.
Ümmete sirayet etmiş olan ve fıtri olan bu korku olgusu hakkında bakınız )