Genç adam karşılaştığı kişiyi çok sevmişti. Bir kitapçı dükkânında yapılan sohbete önce kulak misafiri olmuş, sonra da müsâade alarak açıktan dinleyici olarak katılmıştı.
O güne kadar, böyle güzel ve etkileyici bir sohbete çok az şahit olmuştu… O günkü programını unutacak derecede ağzından bal damlayan kişinin anlattıklarına daldı gitti...
Saatler sonra veda ederken, içinde biriken merakı yenmek maksadıyla bu bilgi, birikim ve anlatım sahibini tanımak istedi.
- Efendim, sizi tanıyabilir miyim? sorusuna aldığı cevapla dondu kaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Çareyi, apar topar kendini dışarı atmakta buldu. Çünkü sohbetine doyamadığı, sevecen tavırlarına hayran kaldığı kişi, onun yıllardır aleyhinde konuştuğu ve dolayısıyla da hiç sevmediği bir yazardı...
Genç adam o gece hiç uyuyamadı. Kendisine empoze edilen ön yargıların tesiriyle, yıllardır bu yazarı çekiştirip durmuştu. Belki yazdıklarını okusa, karşıtlığı sona erebilirdi. Ama o öylesine aleyhte fikirlerle doluydu ki, buna imkân yoktu. Böylece bilmeden, tanımadan, sadece kulaktan dolma dedikodularla günaha girmişti... Bu sebeple kaç kere kavga etmiş, nice kalpler kırmıştı.
Bütün mesele, metot meselesiydi. Hayata, insana ve olaylara bakışla, problemleri çözüşte bu yazar, kendisinden değişik düşünüyordu. Yoksa o da Müslüman’dı, çalışkandı ve üretici bir insandı...
Genç adam, bu yazar hakkında kendisini bilgilendiren kaynaklara çok kızıyordu. Ama iş işten geçmiş, yıllara yayılan bir gıybete boyunca batmıştı. Üzüntüsü sadece bu olayla da sınırlı kalmamıştı.
- Ya diğer şahsiyetler hakkındaki bilgileri de doğru değilse?
Genç adam, o günden sonra kimsenin gıybetini yapmamaya karar verdi.
Kur'ân-ı Kerîm gıybeti, ölmüş kardeşinin etini yemeye benzetiyor. Yüce Yaratıcı'nın bu ikazına rağmen, Müslümanlar bu büyük günaha ara vermeden devam ediyorlar.
Gıybet, hakkında konuştuğumuz kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı sözlerdir. Başkalarını, yanımızda bulunmayanları, gıyaplarında çekiştirmektir. Çoğu kişi söylenenler doğru olursa, gıybet sayılmayacağını sanıyor. Oysa söylenen doğruysa, gıybettir. Eğer söylenen doğru değilse, o zaman çifte günah imleniyor demektir. Çünkü birine yapmadığı bir kötülük isnat edilirse, bu işin adı iftiradır.
Benim başıma sıkça gelmektedir. Gıybete başlayan birini ikaz ettiğim zaman, çoğu defa feveran ediyor ve diyor ki:
- Yemin ederim anlattıklarım tamamen doğrudur. Gözlerimle gördüm!
İşte budur gıybet... Doğru da olsa, anlattığın yerde bulunmayan kişinin duyunca hoşlanmayacağı şeylerdir...
Beni bir demek lokalinde sohbet için davet etmişlerdi. Sohbetin konusunu gıybet olarak tespit etmiştik. Bir saatlik konuşmanın sonunda, dinleyicilerimden nüktedan bir zat dedi ki:
- İyi de efendi, biz şimdi burada sabah akşam ne konuşacağız?
Bu arif kişi çok doğru söylüyordu. Birçok sohbet mekânında, gerçekten gıybet yapılmasa, söz öylesine azalır ki... Bakıyorsunuz, kahvede, lokalde, çayhanede, ev toplantılarında hep gıybet var. Ya bir siyasînin, ya bir komşunun, ya bir sanatçının, ya bir akrabanın gıybeti yapılıyor. Yani Kur'ân'ın deyimiyle, ölmüşünün eti yeniliyor.
Oysa bu türlü konuşmaların hiçbir faydası yoktur. Üstelik insanın içini karartır, ümitsizleştirir ve toplumdaki güven duygularını yok eder. Hem zaman israf edilmiş, hem de durduk yere günaha girilmiş olur...
Gıybet, yapanın içini karartır, kendine olan saygısını kaybettirir. Hep başkalarıyla uğraşan, kendisinin değersizliğini kabul ediyor demektir. Bahsedeceği şeyi bilmeyen, kültürsüz, fikirsiz insan hep konuşur. En kolay sohbet mevzuu olan gıybete kayar. Çünkü kendi değerleriyle kendini kabul ettiremeyenler, başkalarının eksikliklerini söyleyerek bir varlık göstermek isterler. Ötekini batırarak kendini yüceltmeyse şerefli insanlara yakışmayan kötü bir haslettir.
Gıybet, yapısını, fıtratını bozduğu insanların meydana getirdiği toplumları da zehirler. Kimse kimseden emin olamaz. El-Emîn adını daha peygamberliğinden önce hak eden Efendimiz (SAV) böyle Müslümanlar tarafından anlaşılamamış sayılmaz mı?
Gıybet, içinde taşıdığı sû-i zan, zarar verme, kıskançlık gibi birçok kötü duygular sebebiyle toplum hayatını çürütüyor. İnsan kendi nefsiyle kendi hata ve günahlarıyla uğraşacağı yerde hep başlarınınkiyle meşgul olmayı iş ediniyor. Başkalarının hatalarıyla uğraşansa, kendine dönüp bakma fırsatını bulamıyor.
Gıybet ağızdan ağza dolanırken şekil ve muhteva değiştiriyor. İşin içine yalanlar karışıyor. Yani günah adedi artıyor.
Zamanın birinde bir cahil kişi. kulaktan dolma bilgilerini şöyle aktarıyormuş:
- Eskiden bir kadın evliya varmış... Hocası, onun çok sevdiği kızını kurban etmesini istemiş... Tam kesecekken gökten bir keçi indirilmiş ve "Kızını değil, bunu kes!" denilmiş...
İşin aslını bilen adam dayanamamış ve cahil kişinin sözünü kesip demiş ki:
- Birader, o senin dediğin kadın değil, erkektir. Evliya değil, peygamberdir. Kızını değil, oğlunu kesecekti. Hocası dediği için değil, Allah emrettiğinden dolayı... Gökten keçi değil, koç indirilmiş...
Hani, deveye ''Boynun neden eğri?" diye sormuşlar da, "Nerem doğru ki?" demiş ya... Bazı gıybet konuları da ağızdan ağza eğrilerek dolaşıyor ve hakikatinden ayrılıyor.
Dostum inançlı bir Müslüman'dı. Hararetli hararetli anlatıyordu:
- Duydun mu, hayretler içinde kalacaksın...
Bak anlatayım... Hani şu ünlü …… var ya...
Meğer adam kaç yıllık kamından ayrılmış da sekreteriyle evlenmiş... Hâlbuki hanımı ne kibar, ne akıllı biriymiş... Bırak böyle bir kadını da cahil, yirmi yaş küçük sekreterinle evlen... Akıl kârımı bu? Ne günlere kaldık değil mi?..
Meselenin aslını öğreniyorum ki, bu olay dostumun heyecanını duyduğu gibi yeni değil. 10 yıllık bir geçmişte yaşanmış... Üstelik bu ünlü ve faziletli dostumuz sekreteriyle değil: çok kültürlü, irfanlı, iz'anlı bir hanımefendiyle evlenmiş... Dahası, eski hanımıyla, çocukları olmadığı için, anlaşarak ve gönül rızasıyla ayrılmışlar vs. vs.
Herhalde gıybeti seven tanıdığım, yeni bir malzeme bulamamış olacak ki, üzerinden 10 yıl geçmiş bir olayı şimdi gündeme getiriyordu. Böyle bir gıybetin kime, ne faydası vardır?
Ama zararı çoktur. Duyanların biraz da eklemelerle yaydığı bu gıybet, ilgili kimselerin kulağına gittiği zaman, onları nasıl yaralar, tahmin edebilirsiniz...
Bu türlü gıybetlerin ne dinleyicisi, ne de taşıyıcısı olalım. Çünkü hem insanlığa, hem de Müslümanlığa ters bir durumdur.
İmam-ı Şafii hâzretleri buyuruyor ki: “Süt dolu bir tasın etrafında dolaşan ağzı süt bulaşığı bir kedi görseniz, kedinin o tastan süt içtiğine şahitlik etmeyin…”
Çünkü kedinin o tastan süt içtiğini söyleyebilmeniz için, kediyi süt içerken bizzat görmeniz gerekir.
O güne kadar, böyle güzel ve etkileyici bir sohbete çok az şahit olmuştu… O günkü programını unutacak derecede ağzından bal damlayan kişinin anlattıklarına daldı gitti...
Saatler sonra veda ederken, içinde biriken merakı yenmek maksadıyla bu bilgi, birikim ve anlatım sahibini tanımak istedi.
- Efendim, sizi tanıyabilir miyim? sorusuna aldığı cevapla dondu kaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Çareyi, apar topar kendini dışarı atmakta buldu. Çünkü sohbetine doyamadığı, sevecen tavırlarına hayran kaldığı kişi, onun yıllardır aleyhinde konuştuğu ve dolayısıyla da hiç sevmediği bir yazardı...
Genç adam o gece hiç uyuyamadı. Kendisine empoze edilen ön yargıların tesiriyle, yıllardır bu yazarı çekiştirip durmuştu. Belki yazdıklarını okusa, karşıtlığı sona erebilirdi. Ama o öylesine aleyhte fikirlerle doluydu ki, buna imkân yoktu. Böylece bilmeden, tanımadan, sadece kulaktan dolma dedikodularla günaha girmişti... Bu sebeple kaç kere kavga etmiş, nice kalpler kırmıştı.
Bütün mesele, metot meselesiydi. Hayata, insana ve olaylara bakışla, problemleri çözüşte bu yazar, kendisinden değişik düşünüyordu. Yoksa o da Müslüman’dı, çalışkandı ve üretici bir insandı...
Genç adam, bu yazar hakkında kendisini bilgilendiren kaynaklara çok kızıyordu. Ama iş işten geçmiş, yıllara yayılan bir gıybete boyunca batmıştı. Üzüntüsü sadece bu olayla da sınırlı kalmamıştı.
- Ya diğer şahsiyetler hakkındaki bilgileri de doğru değilse?
Genç adam, o günden sonra kimsenin gıybetini yapmamaya karar verdi.
Kur'ân-ı Kerîm gıybeti, ölmüş kardeşinin etini yemeye benzetiyor. Yüce Yaratıcı'nın bu ikazına rağmen, Müslümanlar bu büyük günaha ara vermeden devam ediyorlar.
Gıybet, hakkında konuştuğumuz kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı sözlerdir. Başkalarını, yanımızda bulunmayanları, gıyaplarında çekiştirmektir. Çoğu kişi söylenenler doğru olursa, gıybet sayılmayacağını sanıyor. Oysa söylenen doğruysa, gıybettir. Eğer söylenen doğru değilse, o zaman çifte günah imleniyor demektir. Çünkü birine yapmadığı bir kötülük isnat edilirse, bu işin adı iftiradır.
Benim başıma sıkça gelmektedir. Gıybete başlayan birini ikaz ettiğim zaman, çoğu defa feveran ediyor ve diyor ki:
- Yemin ederim anlattıklarım tamamen doğrudur. Gözlerimle gördüm!
İşte budur gıybet... Doğru da olsa, anlattığın yerde bulunmayan kişinin duyunca hoşlanmayacağı şeylerdir...
Beni bir demek lokalinde sohbet için davet etmişlerdi. Sohbetin konusunu gıybet olarak tespit etmiştik. Bir saatlik konuşmanın sonunda, dinleyicilerimden nüktedan bir zat dedi ki:
- İyi de efendi, biz şimdi burada sabah akşam ne konuşacağız?
Bu arif kişi çok doğru söylüyordu. Birçok sohbet mekânında, gerçekten gıybet yapılmasa, söz öylesine azalır ki... Bakıyorsunuz, kahvede, lokalde, çayhanede, ev toplantılarında hep gıybet var. Ya bir siyasînin, ya bir komşunun, ya bir sanatçının, ya bir akrabanın gıybeti yapılıyor. Yani Kur'ân'ın deyimiyle, ölmüşünün eti yeniliyor.
Oysa bu türlü konuşmaların hiçbir faydası yoktur. Üstelik insanın içini karartır, ümitsizleştirir ve toplumdaki güven duygularını yok eder. Hem zaman israf edilmiş, hem de durduk yere günaha girilmiş olur...
Gıybet, yapanın içini karartır, kendine olan saygısını kaybettirir. Hep başkalarıyla uğraşan, kendisinin değersizliğini kabul ediyor demektir. Bahsedeceği şeyi bilmeyen, kültürsüz, fikirsiz insan hep konuşur. En kolay sohbet mevzuu olan gıybete kayar. Çünkü kendi değerleriyle kendini kabul ettiremeyenler, başkalarının eksikliklerini söyleyerek bir varlık göstermek isterler. Ötekini batırarak kendini yüceltmeyse şerefli insanlara yakışmayan kötü bir haslettir.
Gıybet, yapısını, fıtratını bozduğu insanların meydana getirdiği toplumları da zehirler. Kimse kimseden emin olamaz. El-Emîn adını daha peygamberliğinden önce hak eden Efendimiz (SAV) böyle Müslümanlar tarafından anlaşılamamış sayılmaz mı?
Gıybet, içinde taşıdığı sû-i zan, zarar verme, kıskançlık gibi birçok kötü duygular sebebiyle toplum hayatını çürütüyor. İnsan kendi nefsiyle kendi hata ve günahlarıyla uğraşacağı yerde hep başlarınınkiyle meşgul olmayı iş ediniyor. Başkalarının hatalarıyla uğraşansa, kendine dönüp bakma fırsatını bulamıyor.
Gıybet ağızdan ağza dolanırken şekil ve muhteva değiştiriyor. İşin içine yalanlar karışıyor. Yani günah adedi artıyor.
Zamanın birinde bir cahil kişi. kulaktan dolma bilgilerini şöyle aktarıyormuş:
- Eskiden bir kadın evliya varmış... Hocası, onun çok sevdiği kızını kurban etmesini istemiş... Tam kesecekken gökten bir keçi indirilmiş ve "Kızını değil, bunu kes!" denilmiş...
İşin aslını bilen adam dayanamamış ve cahil kişinin sözünü kesip demiş ki:
- Birader, o senin dediğin kadın değil, erkektir. Evliya değil, peygamberdir. Kızını değil, oğlunu kesecekti. Hocası dediği için değil, Allah emrettiğinden dolayı... Gökten keçi değil, koç indirilmiş...
Hani, deveye ''Boynun neden eğri?" diye sormuşlar da, "Nerem doğru ki?" demiş ya... Bazı gıybet konuları da ağızdan ağza eğrilerek dolaşıyor ve hakikatinden ayrılıyor.
Dostum inançlı bir Müslüman'dı. Hararetli hararetli anlatıyordu:
- Duydun mu, hayretler içinde kalacaksın...
Bak anlatayım... Hani şu ünlü …… var ya...
Meğer adam kaç yıllık kamından ayrılmış da sekreteriyle evlenmiş... Hâlbuki hanımı ne kibar, ne akıllı biriymiş... Bırak böyle bir kadını da cahil, yirmi yaş küçük sekreterinle evlen... Akıl kârımı bu? Ne günlere kaldık değil mi?..
Meselenin aslını öğreniyorum ki, bu olay dostumun heyecanını duyduğu gibi yeni değil. 10 yıllık bir geçmişte yaşanmış... Üstelik bu ünlü ve faziletli dostumuz sekreteriyle değil: çok kültürlü, irfanlı, iz'anlı bir hanımefendiyle evlenmiş... Dahası, eski hanımıyla, çocukları olmadığı için, anlaşarak ve gönül rızasıyla ayrılmışlar vs. vs.
Herhalde gıybeti seven tanıdığım, yeni bir malzeme bulamamış olacak ki, üzerinden 10 yıl geçmiş bir olayı şimdi gündeme getiriyordu. Böyle bir gıybetin kime, ne faydası vardır?
Ama zararı çoktur. Duyanların biraz da eklemelerle yaydığı bu gıybet, ilgili kimselerin kulağına gittiği zaman, onları nasıl yaralar, tahmin edebilirsiniz...
Bu türlü gıybetlerin ne dinleyicisi, ne de taşıyıcısı olalım. Çünkü hem insanlığa, hem de Müslümanlığa ters bir durumdur.
İmam-ı Şafii hâzretleri buyuruyor ki: “Süt dolu bir tasın etrafında dolaşan ağzı süt bulaşığı bir kedi görseniz, kedinin o tastan süt içtiğine şahitlik etmeyin…”
Çünkü kedinin o tastan süt içtiğini söyleyebilmeniz için, kediyi süt içerken bizzat görmeniz gerekir.