Mus'ab ruhlulara ihtiyacımız var
Dinimiz, Rabb’imiz tarafından teminat altına alınmıştır. O aslî duruluğunu kıyamete kadar devam ettirecektir. Çünkü bu mevzuda Cenab-ı Hakk’ın vaadi vardır. Ancak bu koruma ve muhafaza etme bizim dinimize sahip çıkmamız üzerine olacaktır. Rabb’imiz dinimize sahip çıkıp onu yaşamamızı adeta kendi koruma ve muhafazasına bir şart kılmıştır. Eğer dinimizin bize emrettiklerini yaşamazsak onun feyiz ve bereketinden mahrum kalırız. Sözün burasında bu hakikatin hakkını veren bir kametten bahsedelim: Mus’ab b. Umeyr. O, “medenilere galebe ikna iledir” prensibini kullanarak Kur’an’ın elmas mesajlarını anlatma işinin tam eriydi. Sahabi, Allah Rasulü’nden aldıkları mesajları sağa-sola ulaştırmak için adeta birbiriyle yarış yapıyordu. Belki bildikleri beş-on ayet, beş-on hadisti. Fakat onlar bildiklerini hem yaşıyor hem de bütün cihana yaymaya çalışıyorlardı. İşte Mus’ab ibni Umeyr’in Mekke’den kalkıp Medine’ye gidişi de bu gayenin gerçekleşmesi içindi. Yapayalnız gitmişti. Yanında başka hiç kimse yoktu. Medine’den gelip Allah Rasulü’ne biat eden Müslümanlar bir de kendilerine dini öğretecek bir öğretmen talebinde bulunmuşlar, Allah Rasulü de onlara Mus’ab b. Umeyr’i vermişti. Ve Mus’ab, hiç tanımadığı bu insanlarla Medine’ye gelmişti. Bir evde misafir olarak kalıyordu. Her gün yanına Medine’nin ileri gelenlerinden biri geliyor, Mus’ab da ona dini anlatıyordu.
Bir gün, Useyd b. Hudayr, diğer bir gün Sa’d b. Ubade, bir başka gün de Sa’d b. Muaz gelmiş ve Mus’ab’ı dinlemişti. Geldiklerinde ellerinde kılıç gelmişler, dönerken ise kalplerinde iman öyle dönmüşlerdi. Mus’ab, hışım içinde gelen bu istikbalin en büyük sahabilerine öyle güzel davranıyordu ki, en haşin insan bile onun bu yumuşak davranışlarına uzun süre dayanamıyordu. “Arkadaşım! Önce beni bir dinle, daha sonra istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim.” diyordu. Bu kadar hayatı küçümseyen, bütün derdi ve davası insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve her geçen gün Mus’ab b. Umeyr’in etrafındaki hale genişliyordu.
Uhud sonrası yüzünü saklıyordu
Hz. Mus’ab’ın hayatı hep dini tebliğ etmekle geçti. Bir dönem geldi ki, dini tamamıyla ortadan kaldırmak isteyen insanlar bir ordu toplayıp Müslümanların üzerlerine yürümüşlerdi. Burada da Mus’ab’a düşen dinini korumaktı. İşte Uhud’da sahabi bu mükellefiyeti yerine getirmek için bir araya geldi. Aralarında Mus’ab da vardı. O gün elinde kılıç akşama kadar savaştı. Öyle savaştı ki, melekler dahi onu gıpta ile seyrediyorlardı. Bir ara Mus’ab yediği son kılıç darbesiyle yüzüstü yere düştü. Hemen bir melek onun suretine girdi ve Mus’ab’ın kavgasını o devam ettirdi. Akşam üzeri Allah Rasulü ona hitaben “Mus’ab!” diye seslenince melek, “Ben Mus’ab değilim Ya Rasulallah!” dedi. Mesele anlaşılmıştı. Mus’ab çoktan şehit düşmüştü. Biraz sonra Allah Rasulü ve bir grup sahabi, Mus’ab’ın naaşının yanındadır. Her iki kolu da omuzdan kopmuştur. Mus’ab’ın başını gövdeye bağlayan sadece deridir. Ve o sanki yüzünü bir yerden saklar gibidir.
Meselenin bundan sonrasını zayıf bir rivayet bize şöyle anlatır: Mus’ab’ın yüzünü niçin sakladığını ancak Allah Rasulü anlayabilmişti. Gözyaşları içinde sahabiye bu durumu şöyle anlatmıştı: “Biliyor musunuz Mus’ab niçin yüzünü sakladı? Birinci sebep şuydu: Kolu kanadı koptu. Artık Rasulullah’ı koruyamayacaktı. Ya bu esnada biri Allah Rasulü’ne saldırır da ben O’nun yardımına koşamazsam, diye düşündü ve yüzünü onun için sakladı. İkinci sebep ise, ben şu anda Rabb’imin huzuruna gidiyorum. Halbuki şu anda Rasulullah’ı korumam lazım. Ya Allah Rasulü’ne bir şey yaparlarsa ben Rabb’imin huzuruna hangi yüzle varırım, diye düşünüyor ve yüzünü Rabb’inden saklamaya çalışıyordu..”
İşte Rasul-ü Ekrem bunu söylerken, hakikat karşısında fedai ve alabildiğine hasbi bir ruhun düşüncelerine tercüman oluyordu. O gün bu ruhu taşıyan sadece Mus’ab değildi. Bütün sahabi aynı ruh ve şuuru taşıyordu. Onun içindir ki Allah dinini korudu, muhafaza etti. Bu koruma belli bir devreye kadar devam etti; daha sonra yer yer sarsıntılar oldu. Bu sarsıntı devirlerinde, dine sahip çıkılmadığı için Cenab-ı Hak, dinin yümün ve bereketini kesiverdi. Çünkü bu din ancak biz ona sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimizdir. Biz sahip çıkmazsak, Allah o dinden bizi mahrum edecektir
Dinimiz, Rabb’imiz tarafından teminat altına alınmıştır. O aslî duruluğunu kıyamete kadar devam ettirecektir. Çünkü bu mevzuda Cenab-ı Hakk’ın vaadi vardır. Ancak bu koruma ve muhafaza etme bizim dinimize sahip çıkmamız üzerine olacaktır. Rabb’imiz dinimize sahip çıkıp onu yaşamamızı adeta kendi koruma ve muhafazasına bir şart kılmıştır. Eğer dinimizin bize emrettiklerini yaşamazsak onun feyiz ve bereketinden mahrum kalırız. Sözün burasında bu hakikatin hakkını veren bir kametten bahsedelim: Mus’ab b. Umeyr. O, “medenilere galebe ikna iledir” prensibini kullanarak Kur’an’ın elmas mesajlarını anlatma işinin tam eriydi. Sahabi, Allah Rasulü’nden aldıkları mesajları sağa-sola ulaştırmak için adeta birbiriyle yarış yapıyordu. Belki bildikleri beş-on ayet, beş-on hadisti. Fakat onlar bildiklerini hem yaşıyor hem de bütün cihana yaymaya çalışıyorlardı. İşte Mus’ab ibni Umeyr’in Mekke’den kalkıp Medine’ye gidişi de bu gayenin gerçekleşmesi içindi. Yapayalnız gitmişti. Yanında başka hiç kimse yoktu. Medine’den gelip Allah Rasulü’ne biat eden Müslümanlar bir de kendilerine dini öğretecek bir öğretmen talebinde bulunmuşlar, Allah Rasulü de onlara Mus’ab b. Umeyr’i vermişti. Ve Mus’ab, hiç tanımadığı bu insanlarla Medine’ye gelmişti. Bir evde misafir olarak kalıyordu. Her gün yanına Medine’nin ileri gelenlerinden biri geliyor, Mus’ab da ona dini anlatıyordu.
Bir gün, Useyd b. Hudayr, diğer bir gün Sa’d b. Ubade, bir başka gün de Sa’d b. Muaz gelmiş ve Mus’ab’ı dinlemişti. Geldiklerinde ellerinde kılıç gelmişler, dönerken ise kalplerinde iman öyle dönmüşlerdi. Mus’ab, hışım içinde gelen bu istikbalin en büyük sahabilerine öyle güzel davranıyordu ki, en haşin insan bile onun bu yumuşak davranışlarına uzun süre dayanamıyordu. “Arkadaşım! Önce beni bir dinle, daha sonra istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim.” diyordu. Bu kadar hayatı küçümseyen, bütün derdi ve davası insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve her geçen gün Mus’ab b. Umeyr’in etrafındaki hale genişliyordu.
Uhud sonrası yüzünü saklıyordu
Hz. Mus’ab’ın hayatı hep dini tebliğ etmekle geçti. Bir dönem geldi ki, dini tamamıyla ortadan kaldırmak isteyen insanlar bir ordu toplayıp Müslümanların üzerlerine yürümüşlerdi. Burada da Mus’ab’a düşen dinini korumaktı. İşte Uhud’da sahabi bu mükellefiyeti yerine getirmek için bir araya geldi. Aralarında Mus’ab da vardı. O gün elinde kılıç akşama kadar savaştı. Öyle savaştı ki, melekler dahi onu gıpta ile seyrediyorlardı. Bir ara Mus’ab yediği son kılıç darbesiyle yüzüstü yere düştü. Hemen bir melek onun suretine girdi ve Mus’ab’ın kavgasını o devam ettirdi. Akşam üzeri Allah Rasulü ona hitaben “Mus’ab!” diye seslenince melek, “Ben Mus’ab değilim Ya Rasulallah!” dedi. Mesele anlaşılmıştı. Mus’ab çoktan şehit düşmüştü. Biraz sonra Allah Rasulü ve bir grup sahabi, Mus’ab’ın naaşının yanındadır. Her iki kolu da omuzdan kopmuştur. Mus’ab’ın başını gövdeye bağlayan sadece deridir. Ve o sanki yüzünü bir yerden saklar gibidir.
Meselenin bundan sonrasını zayıf bir rivayet bize şöyle anlatır: Mus’ab’ın yüzünü niçin sakladığını ancak Allah Rasulü anlayabilmişti. Gözyaşları içinde sahabiye bu durumu şöyle anlatmıştı: “Biliyor musunuz Mus’ab niçin yüzünü sakladı? Birinci sebep şuydu: Kolu kanadı koptu. Artık Rasulullah’ı koruyamayacaktı. Ya bu esnada biri Allah Rasulü’ne saldırır da ben O’nun yardımına koşamazsam, diye düşündü ve yüzünü onun için sakladı. İkinci sebep ise, ben şu anda Rabb’imin huzuruna gidiyorum. Halbuki şu anda Rasulullah’ı korumam lazım. Ya Allah Rasulü’ne bir şey yaparlarsa ben Rabb’imin huzuruna hangi yüzle varırım, diye düşünüyor ve yüzünü Rabb’inden saklamaya çalışıyordu..”
İşte Rasul-ü Ekrem bunu söylerken, hakikat karşısında fedai ve alabildiğine hasbi bir ruhun düşüncelerine tercüman oluyordu. O gün bu ruhu taşıyan sadece Mus’ab değildi. Bütün sahabi aynı ruh ve şuuru taşıyordu. Onun içindir ki Allah dinini korudu, muhafaza etti. Bu koruma belli bir devreye kadar devam etti; daha sonra yer yer sarsıntılar oldu. Bu sarsıntı devirlerinde, dine sahip çıkılmadığı için Cenab-ı Hak, dinin yümün ve bereketini kesiverdi. Çünkü bu din ancak biz ona sahip çıktığımız ölçüde bizim dinimizdir. Biz sahip çıkmazsak, Allah o dinden bizi mahrum edecektir