Bu soru zaman zaman görsel ve yazılı basında, zaman zaman da dost meclislerinde gündeme geliyor. Art niyetli insanlar maalesef hiç araştırıp okumadan suçu dinimize yüklüyorlar. Gerçekten de suç yüce dinimizde mi yoksa o dinin mensupları bizlerde mi?
Hepimiz elhamdülillah mü’miniz. Ancak her mü’minin her sıfatı mü’min olmayabilir. Şunu unutmayalım ki Rabbimiz, sıfatlara göre hükmediyor. Mesela yalan söylemek, hileli yollara başvurmak, çalışmada metot bilmemek birer inkarcı sıfatıdır. İnkarcı sıfatları taşıyan bir mü’min, “Lâ ilâhe illallah Muhammedun rasulullah” dediği için cennete girebilir. Fakat Allah, kendisinde mü’min sıfatları bulunmadığı, metot bilmediği, metodolojiden haberi olmadığı ve tembel olduğundan bu dünyada onun hakkında mağlubiyet ve mahkumiyet verir. Bu, Allah’ın bir kanunudur.
İnkarcı bir kimsenin ahirette beklediği bir şey yoktur. Fakat onda bir kısım mü’min sıfatları varsa, Allah, o sıfatlara ikramda bulunur ve bu sıfatlar yüzü suyu hürmetine onu dünyada yükseltir. Burada bize düşen, her yönümüzle mü’min sıfatlarıyla donanmamız, doğru sözlü, doğru özlü, hak vesileyi kullanan, tembelliği arkasına atan, metot bilen, kâinatın sırlarını çözme noktasında azimli insan olmamızdır.
İkincisi; Rabbimizin, birisi Kur’ân-ı Kerim, diğeri kâinat kitabı olmak üzere iki kitabı vardır. Kur’ân-ı Kerim, bize hem bu, hem de öte dünya saadeti sunan bir ilahi kanunlar kitabıdır. Allah’ın bir diğer kitabı ise kâinat kitabıdır. Allah, bu kitabı kudret ve iradesiyle yazmıştır. Orada kanunlar, nizamlar ve pek çok sır dönüp durmaktadır. Kâinat bizim için bir kitaptır ve Kur’ân’ın haykırdığı bazı hakikatleri ifade eder.
İki kitabımızı da iyi anlamalıyız
İşte mü’minlerin daima başlarda taç olması, bu iki kitabı eşit mânâda anlayıp kavramalarına ve ikisine de derinlemesine dalmalarına bağlıdır. Bu iki kitabın emirlerine riayet etmenin mükafatı, etmemenin ise cezası vardır. Ekseriyet itibariyle kâinat kitabına riayet etmemenin cezası dünyada, Kur’ân’a riayet etmemenin cezası ise ahirette verilmektedir. Binaenaleyh bir zümre kâinat kitabının esaslarına vakıf ise, Allah dünyada onların mükâfatını vermektedir. Ahirette de imansızlıklarının cezasını çektirecektir. Allah’a inanan, ancak Kur’ân’ın sadece ibadete ait meseleleriyle meşgul olan, kâinat ve kâinatın sırları, fizik, kimya, astronomi ve tefekkürle alakası olmayan bir insan, dünyada cezasını görecektir. İmanın mükafaatını ise ahirette bulacaktır.
Şu hakikat asla gözden kaçırılmamalıdır ki Kur’ân, ihlas ve samimiyetle kendine yönelen aydınlık dimağların ellerinden tutmuş ve onları dünyanın en medeni insanları haline getirmiştir. Şanlı tarihimizin her sayfası bunun canlı misalleriyle doludur. Onlar, bir yandan, Kur’ân'ın tefekküre teşvik eden ayetlerini anlamaya yönelmiş, hususiyle de gökyüzünü keşfetmek için gözlemevleri tesis etmiş ve modern uzay araştırmacılarının öncüleri olmuşlardır. Kur’ân'ın, “Biz onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53) fermanıyla şahlanarak bir yandan insana yönelmiş ve onun maddî-manevî yapısını didik didik ederek ilk modern tıbba giden yolu açmışlar -ki bugünkü modern tıp, ulaştığı müthiş seviyeyi o dönemin müslüman ilim adamlarının geliştirdiği ilmî ve teknik altyapıya borçludur- diğer yandan da Kur’ân'ın uzayla alakalı ayetlerini birer emir telakki ederek bütün imkanlarıyla göklerin fethine yönelmişlerdir.
Onlar, iki kitabı müşterek mütalaa ederek dünya ve ahiret saadetine nail olmuşlar ve bizlere de hangi yolu takip edeceğimizin dersini vermişlerdir.
Hepimiz elhamdülillah mü’miniz. Ancak her mü’minin her sıfatı mü’min olmayabilir. Şunu unutmayalım ki Rabbimiz, sıfatlara göre hükmediyor. Mesela yalan söylemek, hileli yollara başvurmak, çalışmada metot bilmemek birer inkarcı sıfatıdır. İnkarcı sıfatları taşıyan bir mü’min, “Lâ ilâhe illallah Muhammedun rasulullah” dediği için cennete girebilir. Fakat Allah, kendisinde mü’min sıfatları bulunmadığı, metot bilmediği, metodolojiden haberi olmadığı ve tembel olduğundan bu dünyada onun hakkında mağlubiyet ve mahkumiyet verir. Bu, Allah’ın bir kanunudur.
İnkarcı bir kimsenin ahirette beklediği bir şey yoktur. Fakat onda bir kısım mü’min sıfatları varsa, Allah, o sıfatlara ikramda bulunur ve bu sıfatlar yüzü suyu hürmetine onu dünyada yükseltir. Burada bize düşen, her yönümüzle mü’min sıfatlarıyla donanmamız, doğru sözlü, doğru özlü, hak vesileyi kullanan, tembelliği arkasına atan, metot bilen, kâinatın sırlarını çözme noktasında azimli insan olmamızdır.
İkincisi; Rabbimizin, birisi Kur’ân-ı Kerim, diğeri kâinat kitabı olmak üzere iki kitabı vardır. Kur’ân-ı Kerim, bize hem bu, hem de öte dünya saadeti sunan bir ilahi kanunlar kitabıdır. Allah’ın bir diğer kitabı ise kâinat kitabıdır. Allah, bu kitabı kudret ve iradesiyle yazmıştır. Orada kanunlar, nizamlar ve pek çok sır dönüp durmaktadır. Kâinat bizim için bir kitaptır ve Kur’ân’ın haykırdığı bazı hakikatleri ifade eder.
İki kitabımızı da iyi anlamalıyız
İşte mü’minlerin daima başlarda taç olması, bu iki kitabı eşit mânâda anlayıp kavramalarına ve ikisine de derinlemesine dalmalarına bağlıdır. Bu iki kitabın emirlerine riayet etmenin mükafatı, etmemenin ise cezası vardır. Ekseriyet itibariyle kâinat kitabına riayet etmemenin cezası dünyada, Kur’ân’a riayet etmemenin cezası ise ahirette verilmektedir. Binaenaleyh bir zümre kâinat kitabının esaslarına vakıf ise, Allah dünyada onların mükâfatını vermektedir. Ahirette de imansızlıklarının cezasını çektirecektir. Allah’a inanan, ancak Kur’ân’ın sadece ibadete ait meseleleriyle meşgul olan, kâinat ve kâinatın sırları, fizik, kimya, astronomi ve tefekkürle alakası olmayan bir insan, dünyada cezasını görecektir. İmanın mükafaatını ise ahirette bulacaktır.
Şu hakikat asla gözden kaçırılmamalıdır ki Kur’ân, ihlas ve samimiyetle kendine yönelen aydınlık dimağların ellerinden tutmuş ve onları dünyanın en medeni insanları haline getirmiştir. Şanlı tarihimizin her sayfası bunun canlı misalleriyle doludur. Onlar, bir yandan, Kur’ân'ın tefekküre teşvik eden ayetlerini anlamaya yönelmiş, hususiyle de gökyüzünü keşfetmek için gözlemevleri tesis etmiş ve modern uzay araştırmacılarının öncüleri olmuşlardır. Kur’ân'ın, “Biz onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53) fermanıyla şahlanarak bir yandan insana yönelmiş ve onun maddî-manevî yapısını didik didik ederek ilk modern tıbba giden yolu açmışlar -ki bugünkü modern tıp, ulaştığı müthiş seviyeyi o dönemin müslüman ilim adamlarının geliştirdiği ilmî ve teknik altyapıya borçludur- diğer yandan da Kur’ân'ın uzayla alakalı ayetlerini birer emir telakki ederek bütün imkanlarıyla göklerin fethine yönelmişlerdir.
Onlar, iki kitabı müşterek mütalaa ederek dünya ve ahiret saadetine nail olmuşlar ve bizlere de hangi yolu takip edeceğimizin dersini vermişlerdir.