Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Heybet kelimesinin mânâ bulduğu Molla Gürani Hazretleri
1440’lar filandır. Hani II. Murat Hanın hüküm sürdüğü yıllar. Devrin alimlerinden Molla Yegân hacca gider. Dönüşünde Kahire’de mola verir. İlim meclislerine katılır. Üç beş gün de olsa, dağarcığını doldurmaya çalışır.
İşte bu sohbetlerden birinde, genç ama heybetli bir âlim dikkatini çeker. Az konuşur, öz konuşur. İfadeleri sade, ama sağlamdır. İnsanların zor kavrayacağı mevzulardan konuşur, ama onu çocuklar bile anlar. Tek cümleye ciltleri sığdırır sonra. Söz ona geldiğinde cemaat taş kesilir, nefesini tutar. Edeple hisse kapmaya bakarlar.
Molla Yegân bu vakara, bu heybete aşık olur. Çıkışta cesaretini toplayıp yaklaşır, “Senin” der, “Buralarda zayi olmana dayanamam. Eğer ilminin kıtalar ötesinde yankılanmasını istiyorsan, hiç düşünme, gel benimle!”
Genç âlimin dünyalıkta gözü yoktur. Ancak “hizmet!” denilince akan sular durur. Hem böylesine samimi bir teklife nasıl “hayır” denir ki?
Molla Yegân İstanbul’a varınca sultanı ziyaret eder. Murat Han lâtifeyle takılır: “Bize oralardan ne getirdin?”
Molla Yegân “Öyle bir âlim getirdim ki sultanım.” der, “Tarifi gayri kâbil, meğer ki tanışsanız gerek!” Padişah merakla sorar:
-Nerede?
-Dışarıda efendim.
-Aman ha, bekletmek ne haddimize.
Ve buyur ederler. Mübareğin önce gölgesi düşer eşiğe. Sonra dağ gibi bir adam girer. Başı adeta tavana değer, esmerdir. Sarığından taşan saçları heybet verir ona. Sakalı simsiyahtır, hatta siyah ötesi. Ama dişleri inci incidir ve gözleri ateş gibi. Mütebessimdir, lâkin düğme ilikletir insana. O koca koca ağalar, vezirler toparlanma ihtiyacı hissederler. Sükûtu Molla Yegân bozar. “İsmi Ahmed bin İsmail efendim” der. “Ama Araplar onu Molla Gürani diye tanırlar. Suriyelidir.” Murat hanın içi ılıcık olur, bu âlime kanı kaynar. Önce Hüdavendigar medresesine tayin eder, ardından Yıldırım Medreselerini de ona bağlar. Zaman Molla Yegân’ı haklı çıkarır. Bu kutlu ocaklardan pırıl pırıl âlimler yetişir ve diğerlerine fark atarlar. Öyle ya Molla Gürani’de okumak bir ayrıcalıktır.
ZOR ŞEHZADE
Şehzade Mehmet (Fatih) çok zekidir, ancak ele avuca sığmaz. Derslerini bellemekte zorlanmaz, ama hiç çalışmaz. Hele ezberle işi olmaz. Çok hocada okur, ama tamamını yıldırır. Zaman zaman öğretmenlerini makaraya alır.
Hatta bir keresinde hocasını durdurur:
-Aman efendim, ne yapıyorsunuz? der.
-Anlayamadım?
-Mermere basıyorsunuz!
-Eee ne var bunda?
-Az evvel okuttunuz ya hocam. Meryem Validemiz İsa Aleyhisselam’ı taş üstünde getirmedi mi dünyaya. Öyleyse mermere hürmet gerek.
-Ya... Öyleyse çıkar bakayım çorabını.
-Niye hocam?
-Bilmiyor musun aynı Meryem validemiz. İsa Aleyhisselamın beşiğini de yün ile örttü. Öyleyse örgüye hürmet gerek.
Ama bütün hocalar böyle hazır cevap olamazlar. Mehmed bir padişah oğludur ve kendisi istemedikten sonra kimse diz çöktüremez ona.
Murat Han sıkıntının farkındadır. Evet Molla Yegân, Molla Fenâri, Molla Ayas muhteşem âlimlerdir. Ancak bu haşarı şehzadeyle uğraşmak, on medrese yönetmekten zor olmalıdır. “Acaba onu kim yola getirebilir?” diye düşünürken Molla Gürani’nin siması belirir gözünde. O ana kadar nasıl da aklına getiremediğine şaşar. Tabii, öyle ya. Dudaklarına alaycı bir tebessüm yayılır. “Hadi bakalım” diye mırıldanır, “Şimdi derslerini kır da, göreyim seni”
SENİ ÖYLE BİR DÖVERİM Kİ!
Padişah Molla Gürani hazretlerini yollarken “Eti de senin” der, “kemiği de. O bundan böyle senin oğlun. Var bildiğin gibi işle!”
Mübarek Manisa’ya vardığı saat, şehzadeyi derse çağırır. Uşaklara bile itibar eder, ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve “Otur!” der, “Hayır oraya değil, şuraya!” O güne kadar emretmeye alışan şehzade şaşakalır. Belki de hayatında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder: “Darabe (Dövmek) fiilini çek bakayım!” Fatih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler işte. Molla Gürani’nin kaşları yıkılır, kafasını “olmadı” gibilerden sallar, bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misallendirir: “Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki!...”
Fatih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklaya yazar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrar eder. “Darabtühü cidden şediden.” İnanın döver mi döver. Bundan böyle saray halkına rezil olmak da vardır işin içinde.
Şehzade artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürani hazretleri “Arabi ve Farisi bilmek yetmez” der, “Düşmanlarının da lisanını öğrenmelisin!” Nitekim Fatih Latince, Sırpça ve Rumca öğrenir. Hem konuşur hem yazar.
Ardından “kafirdir” demez, Şehzadeyi İtalyan asıllı Anconal Giriaco’nun önüne oturtur, Avrupa tarihini okutturur. Dahası neme gerek dedirtmez, aritmetiğe, geometriye, astronomiye zorlar. Hepsi bir yana ufkunu açar. İnanç aşılar. Eğer istenirse gemilerin karadan, kağnıların sudan yürüyebileceğine inandırır.
Bir ara Manisa’ya gelen Sultan Murat, oğlunu tanıyamaz. Fatih görünüşte çocuktur, ama çok olgundur. Ufku geniştir sonra. Hedefleri, ideâlleri vardır. Ki İstanbul bunlardan biridir sadece. İşte belki de bu yüzden tahtını düşünmeden bırakır ona.
Sultan Murat Molla Gürani’ye şükranlarını sunarken kelime seçmekte zorlanır. Hatta gözü kapalı vezirlik teklif eder. Mübarek boş versene gibilerden omuzunu silker. “Onu isteyene verin Sultanım” der, “Yıllardır bu makama ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra!”
Ancak kadılığı reddetmek gibi bir şansı olmaz. Nitekim bir müddet devlet erkânıyla çalışır. Ancak fırsatını bulduğu an ayrılır, apar topar Kahire’ye döner. Belki de vebâlden kaçar.
HASRET
Mısır Sultanı Kayıtbay Molla Gürani hazretlerinin kıymetini iyi bilir. Kahire ne zamandır bu gür sese hasrettir ve Mısırlılar onu ne kadar özlediklerini anlarlar.
Fatih hocasının Mısır’a döndüğünü duyunca yıkılır. İşte tam o günlerde de koca devlet kalmaz mı eline. Şimdi kolu bacağı kesilmiş gibidir. Ona öyle çok, ama öyle çok ihtiyacı vardır ki. Bu güçlü ses yanında olmadan ideâllerine kim inanır? Hem ne kadarını gerçekleştirebilir ki?
Hemen alır eline diviti, Kayıtbay’a bir mektup yazar. Ağlamaklı bir üslupla hocasını ister.
Kayıtbay Molla Gürani Hazretlerine hem haberi iletir, hem de “Gitmeyin hocam!” der, “size ne vâad ediyorsa, fazlasını vereyim!”
Molla Gürani acı acı güler, zor duyulan bir sesle “Sizin veremiyeceğinizi vâad ediyor” der, “Evlatlık!” Ardından “ Müsaade edin gideyim” der, “Benim yüzümden aranıza husumet girmesin.” Fatih Molla Gürani Hazretlerini görünce çocuklar gibi sevinir. Hocasına eserlerini rahatlıkla yazabileceği mekânlar sağlar, ardından Şeyh-ül islamlık makamına getirir.
Aradan yıllar geçer. Fatih her sultana nasip olmayan zaferler kazanır. Çağlar açar çağlar kapar. Şimdi ayakları yere sağlam basan bir imparatorluğu vardır. Etrafında usta askerler, bilge vezirler ve güçlü sanatkarlar dolanır. Dahası bütün dizginler elindedir artık. Ama en şaşaalı günlerinde bile Molla Gürani hazretleriyle karşılaşınca dizlerinin bağı çözülür. Adımlarını şaşırır. Zira mübarek ona cihan padişahı gibi değil Manisa’da ders okuyan haylaz şehzade gibi davranır. Yanlışlarını evirip çevirmeden söyler yüzüne.
SARAYDA İŞİM NE?
Osmanlı sarayında sıradan hadiseler bile birer törendir. Bırakın divan ve elçi karşılama faslını, padişahın oturması kalkması, yemesi içmesi dahi merasimdir. Ancak Molla Gürani Hazretleri kurallara itibar etmez, ama mevcut düzeni çiğnemek de istemez. Sırf bu yüzden ayağını atmaz saraya. Ama bir arefe günü Fatih “Sizinle bayram başka güzel. Teşrif ederseniz bu fakiri sevindirirsiniz” diye haber yollar. Molla Gürani hazretleri saray ulağına garip talebeleri gösterir.
“Biz bayramı bunlarla birlikte yapmayı düşünüyoruz” der, sonra elini umursamaz tavırlarla sallayıp “Hem bu yağmurda çamurda sarayda işim ne?”
Fatih mâhzun olur. Çocuk gibi içini çeker, “Hâlbuki” der, “biz onların gelmesiyle bayram yapardık, bilmezler mi?”
Mübârek bunu hissetmiş olmalı, ansızın çıkagelir. Ancak alkış, şiir, methiye, mehter, nevbet fasıllarına aldırmaz bile, bahçeyi atıyla geçerek bütün kaideleri alt üst eder. Belki de lisan-ı hal le “Gururlanma padişahım” der, “senden büyük Allah var!”
HAYIRLI SON
Molla Gürani Hazretleri dünya makamlarına rağbet etmez, ancak gençleri yükselmeye teşvik eder. Nitekim gün gelir müderrisliği de bırakır ve mütevazı dergahında bildiği usullerle talebe yetiştirir. Özellikle kıraat (Kur’an-ı Kerim’i doğru okuma) üzerinde çok durur.
Büyük Veli gecelerini ibadetle geçirir ve gündüzleri daima oruçludur. Döner dolaşır ölümü anlatır ve ona hazırlanır. Nitekim bir gün talebelerini toplar. “Şimdi!” der, “üzerinizde olan hakkımı ödeme zamanıdır. Açın bakayım Yasin-i Şerifi!” Genç mollalar onun son yolculuğa çıkacağını anlar ve çok ağlarlar. Molla Gürani her zamanki gibi sakin ve mütebessimdir ama bir başka heybettir belirir yüzünde. “Beyazıd’a söyleyin âdalet üzere olsun, insanları himaye, beldeleri muhafaza etsin!” buyurur. “Namazımı bizzat o kıldırsın ve borçlarımı (aslında borcu yoktur) sahiplensin. Size vasiyetim şudur ki: Beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!”
Beyazıd Han hem vasiyyete, hem de edebe riayet etmek ister. Onu yine çeke çeke sürüklerler, ama zarif bir hasır üstünde.
Millet caddesinden gün boyu otobüsler tramvaylar geçiyor. Topkapı’ya, Eminönü’ne milyonlar akıyor. Ama Molla Gürani hazretlerinin kabrini bilen o kadar az ki. “Hani” diyorum Fındıkzade yolumuzun üstü. Hiç değilse geçerken bir fatiha okusak. İnanın buna ondan ziyade bizim ihtiyacımız var. Allah-u teala böylesi bir gönül ehline nice şefaat izni verir bilemeyiz. Ama olur ya, belki o dehşet gününde bizi de hatırlar... Kim bilir?
1440’lar filandır. Hani II. Murat Hanın hüküm sürdüğü yıllar. Devrin alimlerinden Molla Yegân hacca gider. Dönüşünde Kahire’de mola verir. İlim meclislerine katılır. Üç beş gün de olsa, dağarcığını doldurmaya çalışır.
İşte bu sohbetlerden birinde, genç ama heybetli bir âlim dikkatini çeker. Az konuşur, öz konuşur. İfadeleri sade, ama sağlamdır. İnsanların zor kavrayacağı mevzulardan konuşur, ama onu çocuklar bile anlar. Tek cümleye ciltleri sığdırır sonra. Söz ona geldiğinde cemaat taş kesilir, nefesini tutar. Edeple hisse kapmaya bakarlar.
Molla Yegân bu vakara, bu heybete aşık olur. Çıkışta cesaretini toplayıp yaklaşır, “Senin” der, “Buralarda zayi olmana dayanamam. Eğer ilminin kıtalar ötesinde yankılanmasını istiyorsan, hiç düşünme, gel benimle!”
Genç âlimin dünyalıkta gözü yoktur. Ancak “hizmet!” denilince akan sular durur. Hem böylesine samimi bir teklife nasıl “hayır” denir ki?
Molla Yegân İstanbul’a varınca sultanı ziyaret eder. Murat Han lâtifeyle takılır: “Bize oralardan ne getirdin?”
Molla Yegân “Öyle bir âlim getirdim ki sultanım.” der, “Tarifi gayri kâbil, meğer ki tanışsanız gerek!” Padişah merakla sorar:
-Nerede?
-Dışarıda efendim.
-Aman ha, bekletmek ne haddimize.
Ve buyur ederler. Mübareğin önce gölgesi düşer eşiğe. Sonra dağ gibi bir adam girer. Başı adeta tavana değer, esmerdir. Sarığından taşan saçları heybet verir ona. Sakalı simsiyahtır, hatta siyah ötesi. Ama dişleri inci incidir ve gözleri ateş gibi. Mütebessimdir, lâkin düğme ilikletir insana. O koca koca ağalar, vezirler toparlanma ihtiyacı hissederler. Sükûtu Molla Yegân bozar. “İsmi Ahmed bin İsmail efendim” der. “Ama Araplar onu Molla Gürani diye tanırlar. Suriyelidir.” Murat hanın içi ılıcık olur, bu âlime kanı kaynar. Önce Hüdavendigar medresesine tayin eder, ardından Yıldırım Medreselerini de ona bağlar. Zaman Molla Yegân’ı haklı çıkarır. Bu kutlu ocaklardan pırıl pırıl âlimler yetişir ve diğerlerine fark atarlar. Öyle ya Molla Gürani’de okumak bir ayrıcalıktır.
ZOR ŞEHZADE
Şehzade Mehmet (Fatih) çok zekidir, ancak ele avuca sığmaz. Derslerini bellemekte zorlanmaz, ama hiç çalışmaz. Hele ezberle işi olmaz. Çok hocada okur, ama tamamını yıldırır. Zaman zaman öğretmenlerini makaraya alır.
Hatta bir keresinde hocasını durdurur:
-Aman efendim, ne yapıyorsunuz? der.
-Anlayamadım?
-Mermere basıyorsunuz!
-Eee ne var bunda?
-Az evvel okuttunuz ya hocam. Meryem Validemiz İsa Aleyhisselam’ı taş üstünde getirmedi mi dünyaya. Öyleyse mermere hürmet gerek.
-Ya... Öyleyse çıkar bakayım çorabını.
-Niye hocam?
-Bilmiyor musun aynı Meryem validemiz. İsa Aleyhisselamın beşiğini de yün ile örttü. Öyleyse örgüye hürmet gerek.
Ama bütün hocalar böyle hazır cevap olamazlar. Mehmed bir padişah oğludur ve kendisi istemedikten sonra kimse diz çöktüremez ona.
Murat Han sıkıntının farkındadır. Evet Molla Yegân, Molla Fenâri, Molla Ayas muhteşem âlimlerdir. Ancak bu haşarı şehzadeyle uğraşmak, on medrese yönetmekten zor olmalıdır. “Acaba onu kim yola getirebilir?” diye düşünürken Molla Gürani’nin siması belirir gözünde. O ana kadar nasıl da aklına getiremediğine şaşar. Tabii, öyle ya. Dudaklarına alaycı bir tebessüm yayılır. “Hadi bakalım” diye mırıldanır, “Şimdi derslerini kır da, göreyim seni”
SENİ ÖYLE BİR DÖVERİM Kİ!
Padişah Molla Gürani hazretlerini yollarken “Eti de senin” der, “kemiği de. O bundan böyle senin oğlun. Var bildiğin gibi işle!”
Mübarek Manisa’ya vardığı saat, şehzadeyi derse çağırır. Uşaklara bile itibar eder, ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve “Otur!” der, “Hayır oraya değil, şuraya!” O güne kadar emretmeye alışan şehzade şaşakalır. Belki de hayatında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder: “Darabe (Dövmek) fiilini çek bakayım!” Fatih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler işte. Molla Gürani’nin kaşları yıkılır, kafasını “olmadı” gibilerden sallar, bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misallendirir: “Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki!...”
Fatih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklaya yazar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrar eder. “Darabtühü cidden şediden.” İnanın döver mi döver. Bundan böyle saray halkına rezil olmak da vardır işin içinde.
Şehzade artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürani hazretleri “Arabi ve Farisi bilmek yetmez” der, “Düşmanlarının da lisanını öğrenmelisin!” Nitekim Fatih Latince, Sırpça ve Rumca öğrenir. Hem konuşur hem yazar.
Ardından “kafirdir” demez, Şehzadeyi İtalyan asıllı Anconal Giriaco’nun önüne oturtur, Avrupa tarihini okutturur. Dahası neme gerek dedirtmez, aritmetiğe, geometriye, astronomiye zorlar. Hepsi bir yana ufkunu açar. İnanç aşılar. Eğer istenirse gemilerin karadan, kağnıların sudan yürüyebileceğine inandırır.
Bir ara Manisa’ya gelen Sultan Murat, oğlunu tanıyamaz. Fatih görünüşte çocuktur, ama çok olgundur. Ufku geniştir sonra. Hedefleri, ideâlleri vardır. Ki İstanbul bunlardan biridir sadece. İşte belki de bu yüzden tahtını düşünmeden bırakır ona.
Sultan Murat Molla Gürani’ye şükranlarını sunarken kelime seçmekte zorlanır. Hatta gözü kapalı vezirlik teklif eder. Mübarek boş versene gibilerden omuzunu silker. “Onu isteyene verin Sultanım” der, “Yıllardır bu makama ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra!”
Ancak kadılığı reddetmek gibi bir şansı olmaz. Nitekim bir müddet devlet erkânıyla çalışır. Ancak fırsatını bulduğu an ayrılır, apar topar Kahire’ye döner. Belki de vebâlden kaçar.
HASRET
Mısır Sultanı Kayıtbay Molla Gürani hazretlerinin kıymetini iyi bilir. Kahire ne zamandır bu gür sese hasrettir ve Mısırlılar onu ne kadar özlediklerini anlarlar.
Fatih hocasının Mısır’a döndüğünü duyunca yıkılır. İşte tam o günlerde de koca devlet kalmaz mı eline. Şimdi kolu bacağı kesilmiş gibidir. Ona öyle çok, ama öyle çok ihtiyacı vardır ki. Bu güçlü ses yanında olmadan ideâllerine kim inanır? Hem ne kadarını gerçekleştirebilir ki?
Hemen alır eline diviti, Kayıtbay’a bir mektup yazar. Ağlamaklı bir üslupla hocasını ister.
Kayıtbay Molla Gürani Hazretlerine hem haberi iletir, hem de “Gitmeyin hocam!” der, “size ne vâad ediyorsa, fazlasını vereyim!”
Molla Gürani acı acı güler, zor duyulan bir sesle “Sizin veremiyeceğinizi vâad ediyor” der, “Evlatlık!” Ardından “ Müsaade edin gideyim” der, “Benim yüzümden aranıza husumet girmesin.” Fatih Molla Gürani Hazretlerini görünce çocuklar gibi sevinir. Hocasına eserlerini rahatlıkla yazabileceği mekânlar sağlar, ardından Şeyh-ül islamlık makamına getirir.
Aradan yıllar geçer. Fatih her sultana nasip olmayan zaferler kazanır. Çağlar açar çağlar kapar. Şimdi ayakları yere sağlam basan bir imparatorluğu vardır. Etrafında usta askerler, bilge vezirler ve güçlü sanatkarlar dolanır. Dahası bütün dizginler elindedir artık. Ama en şaşaalı günlerinde bile Molla Gürani hazretleriyle karşılaşınca dizlerinin bağı çözülür. Adımlarını şaşırır. Zira mübarek ona cihan padişahı gibi değil Manisa’da ders okuyan haylaz şehzade gibi davranır. Yanlışlarını evirip çevirmeden söyler yüzüne.
SARAYDA İŞİM NE?
Osmanlı sarayında sıradan hadiseler bile birer törendir. Bırakın divan ve elçi karşılama faslını, padişahın oturması kalkması, yemesi içmesi dahi merasimdir. Ancak Molla Gürani Hazretleri kurallara itibar etmez, ama mevcut düzeni çiğnemek de istemez. Sırf bu yüzden ayağını atmaz saraya. Ama bir arefe günü Fatih “Sizinle bayram başka güzel. Teşrif ederseniz bu fakiri sevindirirsiniz” diye haber yollar. Molla Gürani hazretleri saray ulağına garip talebeleri gösterir.
“Biz bayramı bunlarla birlikte yapmayı düşünüyoruz” der, sonra elini umursamaz tavırlarla sallayıp “Hem bu yağmurda çamurda sarayda işim ne?”
Fatih mâhzun olur. Çocuk gibi içini çeker, “Hâlbuki” der, “biz onların gelmesiyle bayram yapardık, bilmezler mi?”
Mübârek bunu hissetmiş olmalı, ansızın çıkagelir. Ancak alkış, şiir, methiye, mehter, nevbet fasıllarına aldırmaz bile, bahçeyi atıyla geçerek bütün kaideleri alt üst eder. Belki de lisan-ı hal le “Gururlanma padişahım” der, “senden büyük Allah var!”
HAYIRLI SON
Molla Gürani Hazretleri dünya makamlarına rağbet etmez, ancak gençleri yükselmeye teşvik eder. Nitekim gün gelir müderrisliği de bırakır ve mütevazı dergahında bildiği usullerle talebe yetiştirir. Özellikle kıraat (Kur’an-ı Kerim’i doğru okuma) üzerinde çok durur.
Büyük Veli gecelerini ibadetle geçirir ve gündüzleri daima oruçludur. Döner dolaşır ölümü anlatır ve ona hazırlanır. Nitekim bir gün talebelerini toplar. “Şimdi!” der, “üzerinizde olan hakkımı ödeme zamanıdır. Açın bakayım Yasin-i Şerifi!” Genç mollalar onun son yolculuğa çıkacağını anlar ve çok ağlarlar. Molla Gürani her zamanki gibi sakin ve mütebessimdir ama bir başka heybettir belirir yüzünde. “Beyazıd’a söyleyin âdalet üzere olsun, insanları himaye, beldeleri muhafaza etsin!” buyurur. “Namazımı bizzat o kıldırsın ve borçlarımı (aslında borcu yoktur) sahiplensin. Size vasiyetim şudur ki: Beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!”
Beyazıd Han hem vasiyyete, hem de edebe riayet etmek ister. Onu yine çeke çeke sürüklerler, ama zarif bir hasır üstünde.
Millet caddesinden gün boyu otobüsler tramvaylar geçiyor. Topkapı’ya, Eminönü’ne milyonlar akıyor. Ama Molla Gürani hazretlerinin kabrini bilen o kadar az ki. “Hani” diyorum Fındıkzade yolumuzun üstü. Hiç değilse geçerken bir fatiha okusak. İnanın buna ondan ziyade bizim ihtiyacımız var. Allah-u teala böylesi bir gönül ehline nice şefaat izni verir bilemeyiz. Ama olur ya, belki o dehşet gününde bizi de hatırlar... Kim bilir?