Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Misyoner saldırıların etkileri (1 Kullanıcı)

HUSEYIN SASMAZ

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eyl 2009
Mesajlar
1,204
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
MİSYONER SALDIRILARIN ETKİLERİ

Bu saldırılar, İslâm alemini kültürel bakımdan istila ettikten sonra, bu sefer de siyasî bakımdan fethetmek maksadıyla batı sömürgeciliğin egemenliğini temin etmek için gerekli yolu hazırlayan önbirliklerden ibaret idi. Müslümanların İstanbul ve Balkanları fethedip İslâm'ın fikrî liderliğini yüklenerek İslâm'ı Avrupaya götürmesinden sonra İslâm beldeleri Batı için hedef oldu. Batı da kendi fikrini oralara götürerek, hayatla ilgili mefhum ve hadaretini oralarda sahneye koymaya başladı. Bu hususu çeşitli yol ve araçlarla yapmaya çalıştı. Meselâ; “ilim”, “insanlık” ve “dinî propaganda” gibi adlar altında bunları yaydı. Batı kendi hadaretini ve mefhumlarını taşımakla yetinmeyerek İslâm hadaretini, hayat hakkındaki İslâm'ın mefhumlarını da kötülemeye koyuldu. Böylece İslâm'a karşı saldırılara yöneldi. Bu bir çok okumuş insanı ve siyaset adamlarını, hatta İslâmî kültür almış insanları ve halkı etkiledi.

Okumuş kültürlü kesime gelince; sömürgeciler işgalden önce kendi özel misyonerlik propagandasını yürüten okullarında, işgalden sonra da bütün okullarda kendi felsefesine, hadaretine ve hayat hakkındaki özel mefhumlarına dayalı kültür ve eğitim programlarını bizzat kendileri hazırlayarak ortaya koydular.

Sonra Batı şahsiyeti, bizim kendisi ile kültürleneceğimiz kültürün kendisinden çıktığı esas kılındı. Batı tarihi, kalkınması ve sosyal yapısı, akıllarımızı çelen asıl kaynak kabul edildi. Bununla da yetinilmedi. Bilâkis Batının felsefe ve hadareti olan genel ideolojiden ayrı kalmamak üzere batı kültür eğitim programlarının tafsilatlarına hiç bir cüzü dışırda kalmayacak şekilde dahil edildi. Öyle ki, bu prensipler her yeri etkisi altına aldığı gibi, İslâm dini ve İslâm tarihi derslerine bile girdi. Zira, artık İslâm dini ve İslâm tarihi batının düşüncesi esasına dayandırıldığı gibi, batı mefhumlarına göre hazırlandı. Bundan dolayı artık İslâm dini, İslâmî okullarda batının din hakkındaki mefhumlarına göre ahlâkî ve ruhî bir madde olarak okutulmaya başlandı. Bu ise İslâm'ın hayatla ilgili mefhumunun gerçeğinden ve o hayattan büsbütün uzak idi. Nitekim Resul (u)'in hayatı, Peygamberlik ve onun risaletinden insanımızı koparmak için öğretilir oldu. Napolyon veya Bismark'ın hayatı nasıl okutuluyor ise Resulullah'ın hayatı Peygamberlikten ve risaletinden uzak olarak okutulmaya başlandı. Bundan dolayı onun hayatı okutulurken müslümanların akıllarında herhangi bir fikir ve anlayış meydana getirmediği gibi nefislerinde herhangi bir duygu da tahrik etmez oldu. Din programının kapsamına giren ibadet ve ahlâkla ilgili dersler bile, okullarda menfaat bakış açısından okutulur, böylece İslâm dininin eğitimi bile, batı mefhumlarına uygun biçimde verilir olmuştur. Yanlış anlayış ve kötü maksadın icadı olan bir çok eksiklikler İslâm tarihi dersinde öğretilir ve İslâm tarihi öyle gösterilir oldu.

“İlmî araştırma” ve “tarihi saygınlık” ismi altında simsiyah bir tablo ortaya konulmaktadır. Durum daha da kötüleşir ve müslümanların zihni bulandırılır oldu. Bunun neticesinde kültürlü ve tarih bilen bir çok müslüman, yazdıkları tarih kitablarını batı uslübu ve misyoner metodu içerisinde yazar oldular.

Böylece bütün programlar, batı felsefesi esasına ve batı metodlarına uygun bir şekilde ortaya konur. Bununla bir çok tahsilli insan, Batı kültürünün çömezi ve öğrencisi olurlar. Bu çömezler, Batı hadareti ve kültürüne övgüler dizip, ona ilânı aşk ederler. Batı hadaretinin kavramına uygun bir hayat yaşamaya çalışırlar. Hatta onlardan bir çoğu Batı kültürü ile çelişen İslâmî kültür ve kavramları bile kerih görüp inkâr ederler. Böylece Batının hayat anlayışının hakim olduğu Batı kültürü ile yoğrulmuş olurlar. Bunlar, bu Batı kültürüne ihlaslı bir şekilde bağlanıp, yabancıları kusursuz kabul etmeye ve onların hadaretini yaymaya çalışırlar. Bunların çoğu, bu kültür ve hadaretinin kalıbı ve potasında eridiler. Batılı bir kimsenin İslâm ve İslâmî kültüre beslediği insafsız düşmanlık gibi bunlar da İslâm ve kültürüne insafsız düşmanlık beslediler. Batılının İslâm'a karşı yaptığı haksız, çirkin düşmanlığı gibi bunlar da İslâm ve kültürüne düşmanlık ettiler. Batılıların kendilerine telkin ettikleri şekilde onlar da, müslümanların geri kalış sebebinin İslâm ve İslâm kültürü olduğuna inanmaya başladılar. İşte böylece misyoner saldırılar, müslümanlardan kültürlü bir gurubun kendilerine katılması ve kendi saflarında İslâm ve İslâmî kültüre karşı savaşmasıyla kesin olarak tam bir başarı elde etmiş oldular.

Durum sadece Batıda ve yabancı okullarda eğitim görmüş kültürlülerden İslâmî kültürü taşıyan kişilere de sıçradı. Batı sömürgeciliğinin İslâm dinine ve müslümanlara olan saldırıları, onları korkuttu. Bundan dolayı bu saldırıları red hususunda doğru yanlış ellerine geçen her türlü vasıtayı kullanarak onlara karşı koymaya koyuldular. Yabancılar bizzat İslâm'ın öğünülecek hususlarını kötüledikleri gibi, İslâm'a yalanlar isnat edip bu şekilde de İslâm'a saldırdılar. Ancak o kültürlü müslümanlar, İslâm'a yapılan ithamları reddetmeye ve cevaplar vermeye çalıştılar. Daha sonra İslâmî nassları batı mefhumlarıyla bağdaşacak şekilde te'vil etmeye yeltendiler. Böylece İslâm'a yapılan hücumlara karşı koymaları da, İslâm'ı müdafaadan fazla misyoner savaşına yardımcı oldu. Bundan daha kötüsü İslâm hadaretine ters düşen Batı hadaretinin zamanla kabullendikleri mefhumlar haline gelmesi oldu. Ayrıca bu mefhumları yalan ve iftira ile İslâm'a nisbet ettiler. Onlardan bir çoğuna Batının kendi hadaretini İslâm ve müslümanlardan aldığı vehmi galib geldi. Onlar batı hadareti ile İslâm hadareti arasındaki kesin çelişkiye rağmen, İslâm hükümlerini Batı hadaretine uyacak şekilde te'vil etmeye başladılar. Bundan dolayı Batı hadaretini tam olarak kabul ettiler ve akide ve hadaretlerinin Batı hadareti ile bağdaştığını ilân ederek buna rıza gösterdiler. Bu, onların İslâm hadaretinden vazgeçip Batı hadaretini kabul ettiklerini gösteriyordu. Zaten sömürgeciliğin ya da Batının seferber ettiği misyoner ve sömürgeci saldırılarında ulaşmak istediği hedef de budur. Yabancı kültürle kültürlenmiş kişilerin ve kötü anlayış içinde İslâm kültürü ile kültürlenmiş kişilerin varlığı ile artık Batının hayat anlayışı hakkındaki mefhumları, müslümanlarca da kabul edildi, müslümanların beldelerinde de mataryalist batı hadareti egemen oldu. Toplumda hayat Batı hadaretine, Batının mefhumlarına boyun eğer oldu. Müslüman halk, yönetimde demokrasi nizamı ile ekonomide kapitalizm nizamının küfür nizamları olduğunu anlamaz oldu. Yine müslüman halk, Allah'ın;

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse/yönetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (Maide 44) sözünün cahili olmadıkları halde aralarında Allah'ın indirmediği hükümlerle hükmedildiğinde/yönetildiğinde etkilenmez oldular. Bütün bunların sebebi dini devletten ayırma esasına dayanan Batı hadaretinin onların toplumlarına hakim olmasıdır. Bir de onların çevre ve atmosferlerine hükmeden şeyin mataryalist batı mefhumları olmasıdır.

Bu atmosfer içinde yaşayanlar; kendilerini dünya işlerinin istek ve şehvetlerine uygun olarak sadece Allah'a inanıp namazlarını kılmakla dinî vecibelerini yerine getirmiş olarak hissetmeye başladılar. Çünkü onlar, "Kayser'in hakkını Kayser'e, Allah'ın hakknı Allah'a verin" diyen batı mefhumlarının tesirinde kalmışlardır. Onlar Kayser'i ve Kayser'e ait olanların hepsini Allah'a veren, namazı, alış-verişi, icare, havale, yönetim, ilim öğrenmek gibi bütün işleri Allah'ın emri ve nehiylerine göre olmasını isteyen İslâmî mefhumların etkisinde kalmamışlardır. Evet onlar, bu mefhumlardan etkilenmemişlerdir. Allahu Teâlâ'nın şu sözlerini okumalarına rağmen;

"Onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Maide 48)

"Belli bir zamana kadar borçlandığınız zaman onu yazınız." (Bakara 282)

"Kendisine doğru yol gösterildikten sonra Peygambere muhalefet edip, mü'minlerin yolundan başka yola tabi olan kimseyi yöneldiğine dönderir ve onu Cehennem'e koyarız. O ne kötü bir yerdir." (Nisa 115)

"Bütün mü'minler sefere çıkacak değiller, dinde fıkıh sahibi olmak, kendileri geri döndükleri zaman, belki çekinirler diye kavimlerini uyarmak için her fırkadan bir gurub sefere çıkmalı değil mi." (Tevbe 122)

Evet, onlar Kur'an ayetlerini okusalar da, onlardaki bu mefhumlardan etkilenmezler. Çünkü onları ancak Kur'an'dan ayetler olarak okurlar. Halbuki müslüman, Kur'an ayetlerini hayat mücadelesinde kendisiyle amel etmek için okurken onlar batı mefhumlarının kendilerine hakim olduğu bir ortam içerisinde okuyorlar. Bu ayetlerin ruhatiyetinden etkilenseler bile, zihinleri ile bu ayetlerin mefhum ve delaletleri arasında bir engel koyuyorlar. Çünkü Batı hadareti onlara hükmetmektedir. Çünkü Batının kavramları onlara ve onların hayatına egemendir. Bu izahat halkın çoğunluğu ve İslâm kültürü ile ve yabancı kültürlerle kültürlenenler bakımından idi.

Meseleyi siyaset adamlarına göre ele aldığımız zaman felâket daha büyük, belâ daha genel olarak karşımıza çıkıyor. Zira sömürgeciliğin onları bir araya getirip, Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmaları için teşvik ettiği, kendilerine çeşitli mevki ve makamı vaadederek kandırdığı gündem beri -halbuki şeytan onları kuruntular ve boş vaadlerle kandırır- o siyasîler, bu yabancı kervanın içerisinde yerlerini alıp onlarla beraber hareket etmişlerdir. Yabancıların programlarına göre icrayı faaliyette bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti zamanında yabancılarla bir olup, kendi devletleri aleyhine çalışmışlardır ki, bu İslâm'ın kesinlikle caiz görmediği bir husustur. Fakat onlar bu cinayeti işlediler. Bu yaptıklarını da her yıl bir bayram şeklinde kutlayıp anımsarlar.

Onlar böyle bir zamanda devleti ıslah etmek için hakim guruba karşı savaş vereceğine, devletin düşmanı olan kâfirlerin safına geçip devletin tamamına karşı savaştılar. Ta ki kendi ülke ve beldelerini sömürgeci kâfirin istilasıyla acı neticeler ortaya çıkıncaya kadar. Daha sonra da bu siyasîler (yöneticiler) sömürgeci kâfire karşı savaşmak için halk ile birleşip, ondan yardım isteyecekleri yerde, halka karşı kâfir sömürgecilerden yardım istemeye başladılar. Onların emperyalist kâfirden etkilenmeleri öyle bir hadde vardı ki, onlara İslâmî şahsiyetlerini kaybettirdi. Onların siyasî ve felsefî görüşleri de zehirlendi. Hayata ve cihada bakışları fesada uğradı. Bunun neticesinde İslâmî ortam büsbütün bozulduğu gibi, hayatın değişik sahaları hakkında fikrî kargaşa meydana geldi. Cihad yerine anlaşmayı uygun gördüler. Ülkede yığın yığın ordulardan daha fazla sömürgeciliğe yararlı olan "al ve iste" prensibine inanarak, gözlerini sömürgeci kâfirlerin yapacağı yardıma diktiler ve ona dayandılar. Sömürgeci kâfirden istenecek her yardımın büyük bir günah olduğunu, aynı zamanda siyasî bir intihar olduğunu anlamadılar. Dar bir bölge için çalışmaya razı oldular. O dar bölgeyi siyasî çalışmalarının sahası kıldılar. Bölge beldeleri ne kadar geniş olursa olsun bölgeciliğin imkânsızlıklardan dolayı, bu bölgecilğin siyasî çalışmayı sahih hayatın gerektirdiği, siyasî ve siyasî olmayan yükleri kaldırmak bakımından verimsiz kılacağını anlayamadılar.

Bütün bu şeylerle yetinmediler. Bilâkis onlar ferdî uyanışlarının merkezini ferdî maslahatları olarak, umumi uyanışlarının merkezini de yabancı devletler olarak kabul ettiler. Bundan dolayı -ideolojileri olan- tabiî uyanış merkezini kaybettiler. Tabiî uyanış merkezini kaybetmeleriyle ne kadar ihlaslı olurlarsa olsunlar, çaba sarfederlerse etsinler çalışmalarının başarıya ulaşması imkanını da kaybetmiş oldular. Bunun için bütün siyasî hareketler kısır kaldıkları gibi ümmet içerisindeki her uyanış; sessiz, umutsuz ve teslim olmakla sona eren bıçak altında can veren bir hayvanın çelişkili, sıkıntılı çabalarına benzer oldu. Çünkü siyasî haraketlerin liderleri tabiî uyanışlarının merkezini kaybetmiş bulunuyorlardı. Ümmet de doğal olarak kendisi için tabiî olan bu merkezi kaybetmiş oluyordu.

İşte böylece siyasî düşünceler hatalı görüşlerle ve yabancı ideolojilerle zehirlenmiş oldu. Çünkü İslâm ülkelerinde milliyetçilik ve sosyalizm, vatancılık ve komünizm isimleri altında bir takım hareketler başladığı gibi ruhî din ve ahlâk adıyla, irşad ve öğretim isimleri ile bazı hareketler de cereyan etmeye başlamıştır. Bu hareketlerde toplumun kötü durumunu daha da kötüleştirdiği gibi toplumun altında kaldığı ağır sorunların düğümlerine eklenmiş bir düğüm oldular. Bu hareketlerin neticesi; boşa çırpınış ve kendi mihveri etrafında dönüp dolaşmak oldu. Çünkü, bu hareketler misyoner savaşının etkisinde kalarak Batı hadaretinin mefhumlarına uygun şekilde seyrettiler. Ümmet onların ipiyle Batının hayat hakkındaki mefhumlarını kabule yöneltildi. Bir faydası olmayan ve hayır getirmeyen hususlarda ümmetin alevlenmiş duygularını söndürdüler. Sömürgecilik, ümmetin hayatî noktalarına yerleşip orada kalma imkânını elde etti. Böylece misyoner savaşının başarısı kesinlik kazanmış oldu.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt