Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Babaların çocuğuna güzel ahlâktan daha büyük bir hazineyi miras olarak bırakamayacağını ve ondan daha önemli bir hediye veremeyeceğini bildiriyor Peygamberimiz (a.s.m.).
Her baba, çocuğunun “iyi şartlarda” yetişmesini ve “güzel yerlere” gelmesini ister. Ama ne kadar da havada kalan, ezbere kelimelerdir bunlar. Oldukça “yoldan çıkarıcıdırlar” aynı zamanda. Birincisi; kulluk şartlara göre değişmez! İkincisi; kabir kapısı kapanamadığından, dünyada en güzel ve yüksek mevkilere de gelinse, gidilecek yer insanın karşısındadır!
İnsanlara zengin olunca, çok sağlıklı olunca, mutlu „olunca gibi elverişli dış şartlara göre kulluk yapmaları emredilmiş değildir. Çok büyük engeller olmadıkça; ağır hastalık, tehdit, tehlike vs. namaz ve oruç gibi belli ibadetlerde aksama ve kaza söz konusu olsa da şartlara göre değişmez.
Aksine; genel anlamda kulluk, aczini-fakrını bilip Mâlikini tanıma ve dua halinde olmanın, “elverişsiz şartlarla” yakından ilişkisi vardır. Elverişsiz şartlar insana acz ve fakrını sonuna kadar hissettirir, dua ve çalışmaya teşvik edip gayrete getirir. Tek problem, insanın acz ve fakrını sonuna kadar yaşayıp hissettiği çaresizlik noktasında, sonsuz kudret ve rahmet Sahibinden haberdar olmak ve Ona yönelmek hususundadır. Bu da, çocuğa verilen veya verilmesi gereken ahlâk ilminin ilk yapıtaşıdır.
Kendisine Allah’ın tanıtıldığı ve sevdirildiği bir çocuk, kazandığı bu ruhanî bağ sonucu ahlâken iyi yetişecektir.
Tüm dinlerle gelen ilimler daha çok âlimlerin işine yarar. Dinlerin asıl hedefi, ekserisi avam olan halkın ahlâkını düzeltmektir. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımaya başlamak, aynı zamanda güzel ahlâk derslerini almaktır. En güzel isimler kendisinin olan ve Mutlak iyi olan Rabbe ruhun yakınlığı ve manevî bağın kuvveti ölçüsünde, iman ve ahlâk kuvvetlenip güzelleşir.
İyi yerlere gelmek, ahlâkî açıdan bakıldığında her zaman mümkündür. İnsan bu açıdan gayret ederek “iyi yerlere” gelebilir. Ve insaniyet açısından gelinecek en iyi yer ahlâktır! Mal-makam gibi haricî şartlar her zaman değişir, dönüşür, inişli-çıkışlı olur ve insanın çok da kişisel etkisine endeksli değildir.
Çalışıp didinip bir şeyler elde etse de, kaybetmesi çok kolay olan maddî imkânlar konusunda, ne “kazandım”, ne de “kaybettim” sevinç ve kederine yer yoktur. Kazanma ve kaybetme, kendi içinde sürer gider. Ama insan ahlâkından bir şey yitirirse, dürüstlüğünden, doğruluğundan, güzel görme ve güzel düşünüşlerinden… İşte böylesi içsel kayıplar, her zaman ruhta ve kalpte büyük gedikler açar.
Çocuklara verilecek en büyük hediye, “Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim”den öte en önemli yardım, onların güzel ahlâk sahibi olmaları için emek vermektir. Bunu başarabilmek ise ebeveynin yaşayış biçimiyle doğrudan ilişkilidir.
Anne-baba nasıl yaşıyorsa çocuğun öğrendiği sadece odur! Ve ne söyledikleriyle değil, nasıl yaptıklarıyla ilgili olan çocuk, anne babanın birbirlerine ve başkalarına olan davranış, konuşma biçimi, yaklaşım tarzı doğrultusunda eğitimden geçerek şekillenirler.
Bu sebeple, çocuk eğitimiyle ilgili panel ve oturumlarda ebeveyn tarafından konuşmacıya illâ ki gelen o baş soru; “Çocuklarımızı nasıl eğitmeliyiz?” sorusunun cevabı kendi içinde gizlidir. “Sen yaşadıklarınla eğitiyorsun!”
Böylece “Ben nasılım ve ne durumdayım?” nefis muhasebesiyle, kişi ömrünün sonuna kadar baş başadır. Çocuklara o en büyük hazine olan güzel ahlâkı verebilmek, o hazineyi yanında barındırmaktan geçer. Elma tohumu ekip portakal ağacına niyet ve hayal edilmez, ne verilirse o beklenir. Ve bu, onlardan beklentinin ne adına olduğuyla da yakından ilgilidir:
“İyi şartlarda ve güzel yerlerde olması maddî beklentisi!”
Bir insandan maddî beklenti içinde olmak, başta o insanın manevîyatına ve kemal yürüyüşüne büyük darbedir! O insana yüksek gayesinden ve insan-ı kâmil olma gayretinden elini çektirip, bir nevî hedef saptırması yaptırarak, ondan maddî ve parasal beklentilere girmekle, o kişi kendini buna mecbur bilip, gayesine maddî şeyleri oturtabilir.
Ve ne yazık ki, bunun sonu asla gelmez. Çünkü insan doyumsuzdur. Çok kazansa daha çoğu her zaman olacaktır ve en çoğuna gözler dikilecektir. Ve insanlar geçen sene, geçen ay, geçen hafta kendilerine verilen banknotları kolaylıkla unutur, bitirir ve yenisini beklerler. Belki bu yüzden Efendimiz (a.s.m.) başka bir hadis-i şerifte bunu vurgulamıştır. İnsanları maddî hiçbir şeyle mutlu edemeyeceğimizi, ancak gönül alıcı hoş bir söz, güzel davranış ve tebessümle mutlu edeceğimizi belirtmiştir.
Etrafınıza bir bakın! “Haydi çalış ve bize para getir, iyi makamlara gelerek bizi honore et!” gizli veya açık emrinin tezahürleri okunur insan hayatında, çocuğundan yetişkinine tüm insanlarda! Herkes çok kazanarak birilerini memnun etmenin terini dökmeye gitmiştir ve maneviyatlar boğazlanmıştır bu sebepten! İnsanın güzel ahlâklı kemal yürüyüşünün yolu, yine en yakınındaki insanlarca eşkıya gibi kesilmiştir. Ve hiç mutlu olmayan, maddî doyumu olmayan, azalmak yerine buldukça açlığı artan o insanlarca!
“İyi yerlere gelmek” adı altında kudsî değerlerini soyunmuş ve ömür sermayesini orada burada telef etmiş, iki dünyasını imha suretinde yaşamaklar!
“İyi yer”, dış şartlar ne olursa olsun ahlâkından, inancından ve değerlerinden yitirişlere düşmemektir.
Ve İlâhî rıza gayesiyle yaşamaktan başka gelinecek ve durulacak daha iyi bir yer olamayacağının idrakiyle yaşayabilmektir. Ve çocuklara verilecek, yaşayarak gösterilecek, onlardan hayatlarında göstermeleri beklenecek yegâne şeydir bu…
Tüm sözler uçar gider, yaşananlar hatırlarda kalır. Hayatlarda yaşanarak canlandırılmış tüm hakikatler, içindeki tüm manalarıyla diğerlerine akseder ve kucaklar. Nasıl yaşanıyorsa diğerlerini kuşatan, manasını sunan ve ders olan odur sadece…
İyi şartlara kavuşmak arzusu elbette reddedilemez. Rabbimiz bunu dua olarak öğretmiştir bize. “Rabbena Âtina fiddünya…” duasıyla, dünyada da ahirette de iyilikler istemeyi Allah’tır bize öğreten. İki dünyanın da iyileştirilmesi, iyi kılınması insanın fiilî duasıyla alâkalıdır. Ve dünyadaki iyilikleri, uhrevî iyiliklere kavuşabilmek ve vesile yapabilmek, İlâhî rızayı elde edebilmek için istemek, bunu Allah’tan isteyerek yaşayabilmektir önemli olan.
Bu sebeple, çocukluktan itibaren Allah ve ahiret inancıyla büyüyebilmek “iyi şartlar”dan çok daha önemlidir. Zira hiçbir insan dış şartları değiştirmekte çok da etkili değildir. Ne yaparsa yapsın hastalık, yaşlılık ve ölümün kolları insanın yakasından elini çekmez.
Âciz, zayıf ve fakir olan insanın ruhu ancak merhametli yaratıcısını bilmek ve tanımakla genişleyip kabiliyetleri inkişaf eder. Çocuklar ileride büyüdüklerinde, “dünyanın bin bir türlü haline” dehşetli hadise ve hallerine karşı dayanabilecek gücü ve manevî kuvveti, imanî tevekkül ve İslâmî teslimiyetle elde edebilir ve “elverişsiz şartlarda” kolay pes etmeyip sarsılmazlar.
“Madem ki, o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, madem ki, insandırlar; elbette küçük kalplerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüt edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı (dayanak noktası) ve tükenmez bir nokta-i istimdadı (yardım noktasını) kalplerinde iman-ı billâh ve iman-ı bilahiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır.” (29. Mektup, s. 409.)
Allah’a ve ahirete inanan çocuklar yetiştirmek, inandığı gibi yaşamaktan geçer. Bu büyük hazine kimin yanında varsa, çocuklarına da onu verebilecektir. Şefkat ve korumanın küçük ayna ve yansıtıcıları olan ebeveynlerin “Ben bir gün ölsem de Allah bakî” fikriyle “Allah’a emanet ederek’” Allah’ın sevilip yaşandığı, ok işaretlerinin daima Allah’ı gösterdiği, vurgunun her zaman Allah’a yapıldığı, gayenin sadece Allah’ın rızası olduğu bir emanet edişle çocuğu iki cihan saadetine hazırlayabilmek, onu “hazinesiz, hediyesiz ve mirassız bırakmamak” hayatımızdaki en önemli hedef olmalı…
Ne Nisan’daki Çocuk Bayramı, ne Mayıs’taki Anneler Günü, ne Haziran’daki Babalar Günü… Çocuklar Rabbini tanıyıp sevdikçe ruhen bayramdadır. Anne ve babalar ancak o “büyük hazine ve hediyeyi” çocuklarına verdikleri sürece anne ve baba olmanın şükrünü eda edebilirler. Ancak o zaman “Gün bizim günümüz” diyebiliriz hep bir ağızdan; geçip giden hayat günlerinden öte…
Selam ve dua ile
Her baba, çocuğunun “iyi şartlarda” yetişmesini ve “güzel yerlere” gelmesini ister. Ama ne kadar da havada kalan, ezbere kelimelerdir bunlar. Oldukça “yoldan çıkarıcıdırlar” aynı zamanda. Birincisi; kulluk şartlara göre değişmez! İkincisi; kabir kapısı kapanamadığından, dünyada en güzel ve yüksek mevkilere de gelinse, gidilecek yer insanın karşısındadır!
İnsanlara zengin olunca, çok sağlıklı olunca, mutlu „olunca gibi elverişli dış şartlara göre kulluk yapmaları emredilmiş değildir. Çok büyük engeller olmadıkça; ağır hastalık, tehdit, tehlike vs. namaz ve oruç gibi belli ibadetlerde aksama ve kaza söz konusu olsa da şartlara göre değişmez.
Aksine; genel anlamda kulluk, aczini-fakrını bilip Mâlikini tanıma ve dua halinde olmanın, “elverişsiz şartlarla” yakından ilişkisi vardır. Elverişsiz şartlar insana acz ve fakrını sonuna kadar hissettirir, dua ve çalışmaya teşvik edip gayrete getirir. Tek problem, insanın acz ve fakrını sonuna kadar yaşayıp hissettiği çaresizlik noktasında, sonsuz kudret ve rahmet Sahibinden haberdar olmak ve Ona yönelmek hususundadır. Bu da, çocuğa verilen veya verilmesi gereken ahlâk ilminin ilk yapıtaşıdır.
Kendisine Allah’ın tanıtıldığı ve sevdirildiği bir çocuk, kazandığı bu ruhanî bağ sonucu ahlâken iyi yetişecektir.
Tüm dinlerle gelen ilimler daha çok âlimlerin işine yarar. Dinlerin asıl hedefi, ekserisi avam olan halkın ahlâkını düzeltmektir. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımaya başlamak, aynı zamanda güzel ahlâk derslerini almaktır. En güzel isimler kendisinin olan ve Mutlak iyi olan Rabbe ruhun yakınlığı ve manevî bağın kuvveti ölçüsünde, iman ve ahlâk kuvvetlenip güzelleşir.
İyi yerlere gelmek, ahlâkî açıdan bakıldığında her zaman mümkündür. İnsan bu açıdan gayret ederek “iyi yerlere” gelebilir. Ve insaniyet açısından gelinecek en iyi yer ahlâktır! Mal-makam gibi haricî şartlar her zaman değişir, dönüşür, inişli-çıkışlı olur ve insanın çok da kişisel etkisine endeksli değildir.
Çalışıp didinip bir şeyler elde etse de, kaybetmesi çok kolay olan maddî imkânlar konusunda, ne “kazandım”, ne de “kaybettim” sevinç ve kederine yer yoktur. Kazanma ve kaybetme, kendi içinde sürer gider. Ama insan ahlâkından bir şey yitirirse, dürüstlüğünden, doğruluğundan, güzel görme ve güzel düşünüşlerinden… İşte böylesi içsel kayıplar, her zaman ruhta ve kalpte büyük gedikler açar.
Çocuklara verilecek en büyük hediye, “Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim”den öte en önemli yardım, onların güzel ahlâk sahibi olmaları için emek vermektir. Bunu başarabilmek ise ebeveynin yaşayış biçimiyle doğrudan ilişkilidir.
Anne-baba nasıl yaşıyorsa çocuğun öğrendiği sadece odur! Ve ne söyledikleriyle değil, nasıl yaptıklarıyla ilgili olan çocuk, anne babanın birbirlerine ve başkalarına olan davranış, konuşma biçimi, yaklaşım tarzı doğrultusunda eğitimden geçerek şekillenirler.
Bu sebeple, çocuk eğitimiyle ilgili panel ve oturumlarda ebeveyn tarafından konuşmacıya illâ ki gelen o baş soru; “Çocuklarımızı nasıl eğitmeliyiz?” sorusunun cevabı kendi içinde gizlidir. “Sen yaşadıklarınla eğitiyorsun!”
Böylece “Ben nasılım ve ne durumdayım?” nefis muhasebesiyle, kişi ömrünün sonuna kadar baş başadır. Çocuklara o en büyük hazine olan güzel ahlâkı verebilmek, o hazineyi yanında barındırmaktan geçer. Elma tohumu ekip portakal ağacına niyet ve hayal edilmez, ne verilirse o beklenir. Ve bu, onlardan beklentinin ne adına olduğuyla da yakından ilgilidir:
“İyi şartlarda ve güzel yerlerde olması maddî beklentisi!”
Bir insandan maddî beklenti içinde olmak, başta o insanın manevîyatına ve kemal yürüyüşüne büyük darbedir! O insana yüksek gayesinden ve insan-ı kâmil olma gayretinden elini çektirip, bir nevî hedef saptırması yaptırarak, ondan maddî ve parasal beklentilere girmekle, o kişi kendini buna mecbur bilip, gayesine maddî şeyleri oturtabilir.
Ve ne yazık ki, bunun sonu asla gelmez. Çünkü insan doyumsuzdur. Çok kazansa daha çoğu her zaman olacaktır ve en çoğuna gözler dikilecektir. Ve insanlar geçen sene, geçen ay, geçen hafta kendilerine verilen banknotları kolaylıkla unutur, bitirir ve yenisini beklerler. Belki bu yüzden Efendimiz (a.s.m.) başka bir hadis-i şerifte bunu vurgulamıştır. İnsanları maddî hiçbir şeyle mutlu edemeyeceğimizi, ancak gönül alıcı hoş bir söz, güzel davranış ve tebessümle mutlu edeceğimizi belirtmiştir.
Etrafınıza bir bakın! “Haydi çalış ve bize para getir, iyi makamlara gelerek bizi honore et!” gizli veya açık emrinin tezahürleri okunur insan hayatında, çocuğundan yetişkinine tüm insanlarda! Herkes çok kazanarak birilerini memnun etmenin terini dökmeye gitmiştir ve maneviyatlar boğazlanmıştır bu sebepten! İnsanın güzel ahlâklı kemal yürüyüşünün yolu, yine en yakınındaki insanlarca eşkıya gibi kesilmiştir. Ve hiç mutlu olmayan, maddî doyumu olmayan, azalmak yerine buldukça açlığı artan o insanlarca!
“İyi yerlere gelmek” adı altında kudsî değerlerini soyunmuş ve ömür sermayesini orada burada telef etmiş, iki dünyasını imha suretinde yaşamaklar!
“İyi yer”, dış şartlar ne olursa olsun ahlâkından, inancından ve değerlerinden yitirişlere düşmemektir.
Ve İlâhî rıza gayesiyle yaşamaktan başka gelinecek ve durulacak daha iyi bir yer olamayacağının idrakiyle yaşayabilmektir. Ve çocuklara verilecek, yaşayarak gösterilecek, onlardan hayatlarında göstermeleri beklenecek yegâne şeydir bu…
Tüm sözler uçar gider, yaşananlar hatırlarda kalır. Hayatlarda yaşanarak canlandırılmış tüm hakikatler, içindeki tüm manalarıyla diğerlerine akseder ve kucaklar. Nasıl yaşanıyorsa diğerlerini kuşatan, manasını sunan ve ders olan odur sadece…
İyi şartlara kavuşmak arzusu elbette reddedilemez. Rabbimiz bunu dua olarak öğretmiştir bize. “Rabbena Âtina fiddünya…” duasıyla, dünyada da ahirette de iyilikler istemeyi Allah’tır bize öğreten. İki dünyanın da iyileştirilmesi, iyi kılınması insanın fiilî duasıyla alâkalıdır. Ve dünyadaki iyilikleri, uhrevî iyiliklere kavuşabilmek ve vesile yapabilmek, İlâhî rızayı elde edebilmek için istemek, bunu Allah’tan isteyerek yaşayabilmektir önemli olan.
Bu sebeple, çocukluktan itibaren Allah ve ahiret inancıyla büyüyebilmek “iyi şartlar”dan çok daha önemlidir. Zira hiçbir insan dış şartları değiştirmekte çok da etkili değildir. Ne yaparsa yapsın hastalık, yaşlılık ve ölümün kolları insanın yakasından elini çekmez.
Âciz, zayıf ve fakir olan insanın ruhu ancak merhametli yaratıcısını bilmek ve tanımakla genişleyip kabiliyetleri inkişaf eder. Çocuklar ileride büyüdüklerinde, “dünyanın bin bir türlü haline” dehşetli hadise ve hallerine karşı dayanabilecek gücü ve manevî kuvveti, imanî tevekkül ve İslâmî teslimiyetle elde edebilir ve “elverişsiz şartlarda” kolay pes etmeyip sarsılmazlar.
“Madem ki, o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, madem ki, insandırlar; elbette küçük kalplerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüt edecek. Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı (dayanak noktası) ve tükenmez bir nokta-i istimdadı (yardım noktasını) kalplerinde iman-ı billâh ve iman-ı bilahiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır.” (29. Mektup, s. 409.)
Allah’a ve ahirete inanan çocuklar yetiştirmek, inandığı gibi yaşamaktan geçer. Bu büyük hazine kimin yanında varsa, çocuklarına da onu verebilecektir. Şefkat ve korumanın küçük ayna ve yansıtıcıları olan ebeveynlerin “Ben bir gün ölsem de Allah bakî” fikriyle “Allah’a emanet ederek’” Allah’ın sevilip yaşandığı, ok işaretlerinin daima Allah’ı gösterdiği, vurgunun her zaman Allah’a yapıldığı, gayenin sadece Allah’ın rızası olduğu bir emanet edişle çocuğu iki cihan saadetine hazırlayabilmek, onu “hazinesiz, hediyesiz ve mirassız bırakmamak” hayatımızdaki en önemli hedef olmalı…
Ne Nisan’daki Çocuk Bayramı, ne Mayıs’taki Anneler Günü, ne Haziran’daki Babalar Günü… Çocuklar Rabbini tanıyıp sevdikçe ruhen bayramdadır. Anne ve babalar ancak o “büyük hazine ve hediyeyi” çocuklarına verdikleri sürece anne ve baba olmanın şükrünü eda edebilirler. Ancak o zaman “Gün bizim günümüz” diyebiliriz hep bir ağızdan; geçip giden hayat günlerinden öte…
Selam ve dua ile