Mevlânâ'nın tevazuu birçok gayrimüslimin hidayetine vesile olmuştur
PROF. DR. EMİNE YENİTERZİ
Mevlânâ Hüdavendigar, Cenab-ı Hakk’la arasındaki perdeler ortadan kalkıp sevgilisine kavuştuğu zaman Konya’da kıyamet kopmuş, herkes gönülden feryat ederek, gözyaşlarıyla bu büyük velinin cenaze törenine katılmıştır. Eflaki, bu hüzünlü merasimi şu sözlerle anlatır:
“Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, Türklerden bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri hazır bulunuyorlardı. Her biri, kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde önden gidiyorlar, Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den ayetler okuyor ve hepsi feryat ediyordu. Müslümanlar, sopa ve kılıçla bunları savamıyorlardı! Fakat bu cemaat hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber sultana, Sahibe ve Pervane’ye erişti. Bunun üzerine onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara: ‘Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır? Bu din padişahı bizim reisimiz, imamımız ve muktedamızdır.’ dediler.
Onlar da, “Biz Mûsa’nın, İsâ’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz kâmil peygamberlerin tabiat ve hareketini onda gördük. Siz de onu zamanın Mûsâ’sı ve İsâ’sı olarak biliyorsunuz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuştur: “Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir nâyız.” Mevlânâ Hazretleri’nin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün evler, onun nuruyla aydınlanır.” dediler.
Bir Rum keşişi de “Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü? Siz, onun kim olduğunu nereden bileceksiniz?” dedi. Bunun üzerine büyükler susup hiçbir şey söylemediler.
Bu anlatılanlar Mevlânâ’nın fani âlemi terk ettiği zaman ardından Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan bir sevgi çemberi bıraktığını göstermektedir. Peygamber vârisi bir âlim, İslam din ve tasavvufunun tesiri çağları aşan bir rehberi olan Mevlânâ’nın geride bıraktığı bu sevgi selinde Müslüman unsurların olması tabiidir. Ancak diğer dinlerden insanların ona teveccühleri, din ve milliyet farkına rağmen bu insanların samimi üzüntüleri, önlenemez yakınlıkları enteresandır.
Anadolu Selçuklularının başkenti olan Konya’nın, 13’üncü yüzyılda bir tahmine göre on bin civarında nüfusu vardı. Şehirdeki gayrimüslim nüfusun da yaklaşık bin, bir başka ifadeyle toplam nüfusun onda biri kadar olduğu düşünülmektedir. Bu nüfusun büyük bir kısmını Frenkler, Rumlar, Ermeniler, bir kısmını da Yahudiler oluşturuyordu. Bu azınlık nüfusun, Bizans döneminden kalan yerli halk ve Konya’nın başkent olması hasebiyle şehirdeki işgücünün çektiği göçlerle oluştuğu düşünülmektedir.
Mevlânâ’nın bu azınlıklarla diyaloğuna dair ‘Menâkıbü’l-Ârifîn’de birçok örnek vermek mümkündür:
1- “Bir gün Taniel adında bir Ermeni kasabı Mevlânâ’ya rastladı, onun önünde yedi defa baş koydu. Mevlânâ da kasabın önünde baş koydu.” [Başkoymak: Selam için baş eğmek.]
2- “Yine nakledilmiştir ki: Konstantiniyye ülkesinde bir rahip vardı. Mevlânâ’nın ilmini ve alçak gönüllüğünü işitmiş, ona âşık olmuştu. Konya’ya geldi. Şehrin rahipleri onu ağırladılar. Bu doğru rahip, o hazretin ziyaretini rica etti. Tesadüfen yolda karşılaştılar. Rahip üç defa Hüdâvendigâr’a baş koydu. Başını kaldırınca Mevlânâ’nın da baş koyduğunu görüyordu. Derler ki, Mevlânâ Hazretleri rahibin önünde otuz üç defa baş koydu, rahip feryad edip elbiselerini yırttı ve ‘Ey dinin sultanı! Benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne alçak gönüllülük ve kendini hor görmektir?’ dedi. Mevlânâ “‘Rabbimin kullarına nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım?’ dedi. Bunun üzerine zavallı rahip derhâl arkadaşlarıyla birlikte iman getirerek mürit oldu.
3- Mevlânâ ve dostları, rahip ve papazlardan oluşan bir toplulukla karşılaşır. Mevlânâ’nın yanındakiler tiksinti ile “Ne kadar gönülleri kara ve nahoş insanlar!” derler. Mevlânâ: “Bütün dünyada onlardan daha cömert insan yoktur; çünkü onlar hem bu dünyada İslam dinini, temizliği ve her türlü ibadetleri bize vermişler, hem de öteki dünyada ebedî cennetten, hurilerden, köşklerden ve temiz cennet şarabından bağışlayıcı Rabb’imiz’in Cemal’inden mahrum edilmişlerdir. Çünkü; “Rabbimiz dünya ve ahireti kâfirlere haram etmiştir.” Bu kadar nankörlüğü, karanlıkları ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler. Rabb’imizin inayet güneşi birdenbire onların üzerinde parlayınca onlar derhâl nurlanacak, yüzleri ak olacaktır.” buyurdu. Rahipler ve papazlar yaklaşınca baş koydular ve iman getirerek Müslüman oldular.
4- Bir defasında hararetler ve aşkla sema ederken, bir sarhoş sema’a katılır, sık sık Mevlânâ’ya çarpmaya başlar. Dostları sarhoşu oradan uzaklaştırmak ister; fakat sarhoş direnince de incitirler. Mevlânâ bu durumu görünce dostlarına; “Şarabı o içmiştir, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz.” der. Onlar da “Bu tersâ (Hıristiyan’dır) deyince; “O tersâ ise, siz niye tersâ (bir diğer anlamı ‘korkan’) değilsiniz?” cevabını verir.
5- “Başka bir gün Rum usta, Hüdavendigâr’ın evinde ocak yapıyordu. Dostlar şaka yolu ile ona, ‘Niçin Müslüman olmuyorsun? dediler. O; ‘Elli seneye yakındır ki Îsâ dinindeyim. Dinimi terk etmek için ondan korkuyor ve utanıyorum.’ dedi. Birdenbire Mevlânâ kapıdan içeri girdi ve ‘İmanın sırrı korkudur. Her kim Allah’tan korksa, o Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir’ buyurup dışarı çıktı. Hıristiyan mimar derhâl iman getirip Müslüman oldu.”
6- Mevlânâ, idamı istenen bir Rum gencini himayesi altına alır, genç bağışlanır. Müslüman olur. Adı Siryanus’tur, Mevlânâ ona Alâeddin adını verir. Alâeddin Siryanus, Mevlânâ’nın müritlerinden olur. Katil ve hırsız iken Mevlânâ’nın irşadı ile ilim ve irfan sahibi bir insan olur.
7- Eflatun Manastırı’ndan bir rahip Mevlânâ’ya sorar: “Yüce Allah Kur’an-ı Mecid’de ‘Sonra onlardan cehenneme girmeye layık olanları biz daha iyi biliriz’ buyurmuştur. Madem hepsinin vücudu ateş olacak, o halde İslam dininin bizim dinden üstünlüğü nedir ve bu nasıl olacak?” Mevlânâ hiçbir şey söylemez. Rahibi işaret edip şehre doğru yürümeye başlar. Şehrin kenarında bir fırına girer. Fırıncılar fırını kızdırmıştır. Mevlânâ rahibin siyah cübbesini alır, kendi cübbesine sarıp fırına atar. Bir müddet bekler. Fırından büyük bir duman çıkar. Sonra fırıncı cübbeyi çıkarır ve Mevlânâ’ya giydirir. Cübbe tertemiz olmuştur. Rahibin cübbesi ise yanmış kül olmuştur. Mevlânâ, ‘Biz böyle giyeriz, siz de böyle giyersiniz’ deyince rahip hemen Müslüman ve Mevlânâ’nın müridi olur.
8- Ressam Kaluyan ve Aynüddevle, Rum’dur. İkisi de o dönemin en iyi ressamlarıdır. Kaluyan, İstanbul’da Hz. İsa ve Meryem’in bir tasvirini görür. Bu tasvir fevkalade güzeldir. Aynüddevle de resmi görme arzusuyla İstanbul’a gider, resmin bulunduğu manastırda bir yıl kalır, hizmet eder ve bir gece tabloyu yanına alıp kaçar. Konya’ya gelince Mevlânâ’ya resmin hikâyesini anlatır. Mevlânâ tabloyu görmek ister. Bir süre resme bakar ve; “Bu iki güzel resim, ‘Aynüddevle’nin bize olan sevgisi samimi değildir, o yalancı bir âşıktır’, diyorlar der. Aynüddevle “Onların dilleri ve konuşmaları yoktur. Onlar cansız resimlerdir.” deyince Mevlânâ; “Bu kadar sanatlı ve canlı bir resim olan sen, dünya, insan, yerdeki ve gökteki her şey kendi mahsulü olan bir Büyük Ressam’ın eserisin. Senin, yaratıcını bırakıp cansız ve mânâsız bir resme âşık olman doğru mudur? O habersiz şekillerden ne elde edilir?” buyurur. Aynüddevle derhâl tövbe edip baş koyar ve Müslüman olur.
Burada anlatılan hadiselerin tümü Ahmet Eflakin’in Menâkibü’l Ârif’in adlı eserinden alınmıştır. Bu eser Mevlânâ’nın eserleri ve yakın çevresinin menkıbelerine dâirdir. Belli zümreleri konu edinen eserlerde müellifler, tarikat ve cemaat gayretiyle çoğu zaman sübjektif davranırlar. Menâkibü’l Ârifin’de yer alan ve burada örnek olarak dile getirdiğimiz olayların ne derecede gerçek olduğunu veya aşırı övgü gayretinden kaynaklanan hayal gücüyle mi böyle aksettirildiğini bilmemiz mümkün değildir. Ancak bugün araştırma imkânından uzak olduğumuz bu olaylar en azından o dönemin inanç dünyası ve insanların düşünce yapıları hakkında fikir vermektedir.
Dine davetteki üslubu, Yunus’un diliyle, “Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü” anlayışına dayanan Mevlânâ; Ermeni, Rum, Yahudi gibi farklı din ve milletlerden; Rahip, papaz, haham, tabip, ressam, mimar gibi mesleklerden; katil, hırsız, sarhoş ve ayak takımı gibi meşreplerden insanlarla muhatap olmuş, ancak her defasında muhatabının anlayış seviyesine, akıl ve gönlüne hitap etmeyi bilmiştir.
PROF. DR. EMİNE YENİTERZİ
Mevlânâ Hüdavendigar, Cenab-ı Hakk’la arasındaki perdeler ortadan kalkıp sevgilisine kavuştuğu zaman Konya’da kıyamet kopmuş, herkes gönülden feryat ederek, gözyaşlarıyla bu büyük velinin cenaze törenine katılmıştır. Eflaki, bu hüzünlü merasimi şu sözlerle anlatır:
“Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, Türklerden bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri hazır bulunuyorlardı. Her biri, kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde önden gidiyorlar, Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den ayetler okuyor ve hepsi feryat ediyordu. Müslümanlar, sopa ve kılıçla bunları savamıyorlardı! Fakat bu cemaat hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber sultana, Sahibe ve Pervane’ye erişti. Bunun üzerine onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara: ‘Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır? Bu din padişahı bizim reisimiz, imamımız ve muktedamızdır.’ dediler.
Onlar da, “Biz Mûsa’nın, İsâ’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz kâmil peygamberlerin tabiat ve hareketini onda gördük. Siz de onu zamanın Mûsâ’sı ve İsâ’sı olarak biliyorsunuz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuştur: “Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir nâyız.” Mevlânâ Hazretleri’nin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün evler, onun nuruyla aydınlanır.” dediler.
Bir Rum keşişi de “Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü? Siz, onun kim olduğunu nereden bileceksiniz?” dedi. Bunun üzerine büyükler susup hiçbir şey söylemediler.
Bu anlatılanlar Mevlânâ’nın fani âlemi terk ettiği zaman ardından Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan bir sevgi çemberi bıraktığını göstermektedir. Peygamber vârisi bir âlim, İslam din ve tasavvufunun tesiri çağları aşan bir rehberi olan Mevlânâ’nın geride bıraktığı bu sevgi selinde Müslüman unsurların olması tabiidir. Ancak diğer dinlerden insanların ona teveccühleri, din ve milliyet farkına rağmen bu insanların samimi üzüntüleri, önlenemez yakınlıkları enteresandır.
Anadolu Selçuklularının başkenti olan Konya’nın, 13’üncü yüzyılda bir tahmine göre on bin civarında nüfusu vardı. Şehirdeki gayrimüslim nüfusun da yaklaşık bin, bir başka ifadeyle toplam nüfusun onda biri kadar olduğu düşünülmektedir. Bu nüfusun büyük bir kısmını Frenkler, Rumlar, Ermeniler, bir kısmını da Yahudiler oluşturuyordu. Bu azınlık nüfusun, Bizans döneminden kalan yerli halk ve Konya’nın başkent olması hasebiyle şehirdeki işgücünün çektiği göçlerle oluştuğu düşünülmektedir.
Mevlânâ’nın bu azınlıklarla diyaloğuna dair ‘Menâkıbü’l-Ârifîn’de birçok örnek vermek mümkündür:
1- “Bir gün Taniel adında bir Ermeni kasabı Mevlânâ’ya rastladı, onun önünde yedi defa baş koydu. Mevlânâ da kasabın önünde baş koydu.” [Başkoymak: Selam için baş eğmek.]
2- “Yine nakledilmiştir ki: Konstantiniyye ülkesinde bir rahip vardı. Mevlânâ’nın ilmini ve alçak gönüllüğünü işitmiş, ona âşık olmuştu. Konya’ya geldi. Şehrin rahipleri onu ağırladılar. Bu doğru rahip, o hazretin ziyaretini rica etti. Tesadüfen yolda karşılaştılar. Rahip üç defa Hüdâvendigâr’a baş koydu. Başını kaldırınca Mevlânâ’nın da baş koyduğunu görüyordu. Derler ki, Mevlânâ Hazretleri rahibin önünde otuz üç defa baş koydu, rahip feryad edip elbiselerini yırttı ve ‘Ey dinin sultanı! Benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne alçak gönüllülük ve kendini hor görmektir?’ dedi. Mevlânâ “‘Rabbimin kullarına nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım?’ dedi. Bunun üzerine zavallı rahip derhâl arkadaşlarıyla birlikte iman getirerek mürit oldu.
3- Mevlânâ ve dostları, rahip ve papazlardan oluşan bir toplulukla karşılaşır. Mevlânâ’nın yanındakiler tiksinti ile “Ne kadar gönülleri kara ve nahoş insanlar!” derler. Mevlânâ: “Bütün dünyada onlardan daha cömert insan yoktur; çünkü onlar hem bu dünyada İslam dinini, temizliği ve her türlü ibadetleri bize vermişler, hem de öteki dünyada ebedî cennetten, hurilerden, köşklerden ve temiz cennet şarabından bağışlayıcı Rabb’imiz’in Cemal’inden mahrum edilmişlerdir. Çünkü; “Rabbimiz dünya ve ahireti kâfirlere haram etmiştir.” Bu kadar nankörlüğü, karanlıkları ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler. Rabb’imizin inayet güneşi birdenbire onların üzerinde parlayınca onlar derhâl nurlanacak, yüzleri ak olacaktır.” buyurdu. Rahipler ve papazlar yaklaşınca baş koydular ve iman getirerek Müslüman oldular.
4- Bir defasında hararetler ve aşkla sema ederken, bir sarhoş sema’a katılır, sık sık Mevlânâ’ya çarpmaya başlar. Dostları sarhoşu oradan uzaklaştırmak ister; fakat sarhoş direnince de incitirler. Mevlânâ bu durumu görünce dostlarına; “Şarabı o içmiştir, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz.” der. Onlar da “Bu tersâ (Hıristiyan’dır) deyince; “O tersâ ise, siz niye tersâ (bir diğer anlamı ‘korkan’) değilsiniz?” cevabını verir.
5- “Başka bir gün Rum usta, Hüdavendigâr’ın evinde ocak yapıyordu. Dostlar şaka yolu ile ona, ‘Niçin Müslüman olmuyorsun? dediler. O; ‘Elli seneye yakındır ki Îsâ dinindeyim. Dinimi terk etmek için ondan korkuyor ve utanıyorum.’ dedi. Birdenbire Mevlânâ kapıdan içeri girdi ve ‘İmanın sırrı korkudur. Her kim Allah’tan korksa, o Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir’ buyurup dışarı çıktı. Hıristiyan mimar derhâl iman getirip Müslüman oldu.”
6- Mevlânâ, idamı istenen bir Rum gencini himayesi altına alır, genç bağışlanır. Müslüman olur. Adı Siryanus’tur, Mevlânâ ona Alâeddin adını verir. Alâeddin Siryanus, Mevlânâ’nın müritlerinden olur. Katil ve hırsız iken Mevlânâ’nın irşadı ile ilim ve irfan sahibi bir insan olur.
7- Eflatun Manastırı’ndan bir rahip Mevlânâ’ya sorar: “Yüce Allah Kur’an-ı Mecid’de ‘Sonra onlardan cehenneme girmeye layık olanları biz daha iyi biliriz’ buyurmuştur. Madem hepsinin vücudu ateş olacak, o halde İslam dininin bizim dinden üstünlüğü nedir ve bu nasıl olacak?” Mevlânâ hiçbir şey söylemez. Rahibi işaret edip şehre doğru yürümeye başlar. Şehrin kenarında bir fırına girer. Fırıncılar fırını kızdırmıştır. Mevlânâ rahibin siyah cübbesini alır, kendi cübbesine sarıp fırına atar. Bir müddet bekler. Fırından büyük bir duman çıkar. Sonra fırıncı cübbeyi çıkarır ve Mevlânâ’ya giydirir. Cübbe tertemiz olmuştur. Rahibin cübbesi ise yanmış kül olmuştur. Mevlânâ, ‘Biz böyle giyeriz, siz de böyle giyersiniz’ deyince rahip hemen Müslüman ve Mevlânâ’nın müridi olur.
8- Ressam Kaluyan ve Aynüddevle, Rum’dur. İkisi de o dönemin en iyi ressamlarıdır. Kaluyan, İstanbul’da Hz. İsa ve Meryem’in bir tasvirini görür. Bu tasvir fevkalade güzeldir. Aynüddevle de resmi görme arzusuyla İstanbul’a gider, resmin bulunduğu manastırda bir yıl kalır, hizmet eder ve bir gece tabloyu yanına alıp kaçar. Konya’ya gelince Mevlânâ’ya resmin hikâyesini anlatır. Mevlânâ tabloyu görmek ister. Bir süre resme bakar ve; “Bu iki güzel resim, ‘Aynüddevle’nin bize olan sevgisi samimi değildir, o yalancı bir âşıktır’, diyorlar der. Aynüddevle “Onların dilleri ve konuşmaları yoktur. Onlar cansız resimlerdir.” deyince Mevlânâ; “Bu kadar sanatlı ve canlı bir resim olan sen, dünya, insan, yerdeki ve gökteki her şey kendi mahsulü olan bir Büyük Ressam’ın eserisin. Senin, yaratıcını bırakıp cansız ve mânâsız bir resme âşık olman doğru mudur? O habersiz şekillerden ne elde edilir?” buyurur. Aynüddevle derhâl tövbe edip baş koyar ve Müslüman olur.
Burada anlatılan hadiselerin tümü Ahmet Eflakin’in Menâkibü’l Ârif’in adlı eserinden alınmıştır. Bu eser Mevlânâ’nın eserleri ve yakın çevresinin menkıbelerine dâirdir. Belli zümreleri konu edinen eserlerde müellifler, tarikat ve cemaat gayretiyle çoğu zaman sübjektif davranırlar. Menâkibü’l Ârifin’de yer alan ve burada örnek olarak dile getirdiğimiz olayların ne derecede gerçek olduğunu veya aşırı övgü gayretinden kaynaklanan hayal gücüyle mi böyle aksettirildiğini bilmemiz mümkün değildir. Ancak bugün araştırma imkânından uzak olduğumuz bu olaylar en azından o dönemin inanç dünyası ve insanların düşünce yapıları hakkında fikir vermektedir.
Dine davetteki üslubu, Yunus’un diliyle, “Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü” anlayışına dayanan Mevlânâ; Ermeni, Rum, Yahudi gibi farklı din ve milletlerden; Rahip, papaz, haham, tabip, ressam, mimar gibi mesleklerden; katil, hırsız, sarhoş ve ayak takımı gibi meşreplerden insanlarla muhatap olmuş, ancak her defasında muhatabının anlayış seviyesine, akıl ve gönlüne hitap etmeyi bilmiştir.