Siyasi boğuşmalardan televizyon dizilerindeki maceralara kadar, merakımızı çeken meseleleri alt alta toplarsak, her gün ne kadar vaktimizi, her yıl kaç yüz saatimizi heba ettiğimizi ve bu heba olan saatlerin arkalarında neler bırakarak gittiğini açıkça göreceğiz.
Hiçbir insan, alın teri dökerek kazandığı parayı, tekrar kazanma imkanı elinde olduğu halde sokağa dökmez, çöpe atmaz, yakıp külünü savurmaz.
Fakat bir daha hiç elimize geçmeyecek olan ömür sermayesini saçıp savurma adeti öylesine yaygındır ki, her gün belki her saat işlediğimiz bu cinayetlerin artık suçluluğunu bile hissetmez hale gelmişiz.
Daha da dehşetlisi asrımızda insanın merakını tahrik ederek, ömürleri bir hiç uğruna heba eden meşgalelerin şeytanî birer desiseden başka bir şey olmadıklarını düşünmek, pek nadir şekilde aklımıza gelir.
Oysa âyet-i kerime, insana verilen sermayenin Allah yolunda ve Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde zaruri vazifelere sarf edilmesi üzerinde dehşetli tehditler ihtiva etmektedir:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, halkı fark ettirmeden ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. İşte onlar için hor ve hakir edici bir azap vardır.” (Lokman Sûresi, 6)
Sadece televizyon başında geçen saatlerimizi şu âyet-i kerimenin ışığında bir değerlendirecek olsak, meselenin vehameti kolayca ortaya çıkacaktır.
Yerinde kullanılmayan bir merakın insanı Allah yolundan saptıracağına dair deliller hesaba gelmez. Çünkü merakın arkasından zevk ve şevk unsurları gelmektedir.
Şimdi zamanın bütün harikalarından istifade ederek yapılmış bir otomobil düşünelim: İçinde telefonundan televizyonuna en ince ayrıntısına kadar herşey düşünülmüş, her türlü yolda en emniyetli ve süratli bir şekilde hareket etmek üzere planlanmış, paha biçilmez bir otomobil.
Onu gören herkes anlar ki; bu araba, mahalle arasında çöp toplamak yahut iskeleden kum çekmek için yapılmış bir vasıta değildir.
Fakat bu muhakemeyi kolayca yapan insanların çoğu, nedense insan kalbinin bu dünyanın fani ve kısır boğuşmalarıyla öldürülmeyecek kadar değerli bir eser olduğunu aynı kolaylıkla idrak edememektedir.
Oysa kâinat dolusu şahitler vardır ki, “Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 126)
İşte merak duygusunu takip eden zevk ve şevk işleye işleye, kalbin batınına kadar ulaşır ve zamanla orayı tamamen istila edecek bir muhabbete döner. Neyin muhabbeti olduğu hususu ise, merak duygusunun nereye sarf edildiğine bağlıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bir mektubunda su-i istimal edilmiş bir merakın elinde kalp ve aklın, kumandanlığı muhafaza edemeyerek nefs-i emmâreye esir düşeceğini haber vermektedir.
“Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.” (Kastamonu Lahikası, s. 69)
Kendine doğrudan hiçbir fayda veya zararı olmadığı halde, uzak gezegenlerde ve yıldızlarda hayat bulunup bulunmadığını merak eden, bu mevzudaki araştırmalar için büyük masrafların yapılmasını makul karşılayan insanın, kendisini mutlak surette bekleyen bir akıbete karşı kayıtsız kalması ve cennet gibi bir mükafat ile cehennem gibi bir cezayı önemsememesi elbette düşünülemez.
Kur’ân baştan sona kadar muazzam teşvik ve tehditlerle bu hakikati insanlara hatırlatmakta, ebedi bir saadetin fırsatını kaçırmamak için bizi uyarmaktadır.
Ne var ki, bir taraftan Âlemlerin Rabbi, “Ey kullarım, sizin için gözlerin görmediği nimetler hazırladım. Onu kazanmaya bakın” diye bizi cennete çağırırken, sanki bu sıradan, basit, ehemmiyetsiz bir hadiseymiş gibi, dünyaca ünlü birisinin yemek davetine verdiğimiz ehemmiyeti dahi bu muazzam davete vermeksizin dünyanın fani boğuşmalarıyla ömür tüketmeye devam ediyoruz.
Halbuki işin hiç şakası yok. Cennet ve ebedi saadet gibi bir mükafatı, belki dünya kadar mülkü kazanmak veya kaybetmek gibi bir tercihle karşı karşıyayız.
Piyangoda büyük ikramiyeyi bir numara farkla kaybettiği için buhranlara düşen insanlar, elini uzatabileceği kadar yakınına gelmiş böyle bir mükafatı tam yakalayacağı sırada kaçırma endişesiyle kim bilir ne hallere düşmesi gerekirdi?
Dünyada başını sokacak ufacık bir eve kavuşabilmek için gece gündüz çalışarak bir ömür tükettikten sonra ancak birkaç sene o küçük evin sefasını sürmeyi kâr sayanların, beş yüz sene genişliğinde bağlar, bahçeler ve muhteşem sarayları kazanmak için en az o kadar gayret göstermesi gerekmez mi?
Böyle bir gayeye müteveccih olan insanın merakını dünyanın hangi hadisesi, hangi boğuşması, hangi gürültüsü kendine çekebilir?
“İns ve cin şeytanları, bu yaldızlı sözleri, âhirete inanmayanların gönülleri ona meyletsin, ondan hoşlansınlar ve işlemekte oldukları kötülükleri işlemeye devam etsinler diye telkin ederler.” (En’am Suresi, 113)
“Biz dünyada onlara insanlardan ve şeytanlardan birtakım kötü arkadaşları musallat ettik ki, onlara dünyayı hoş gösterip âhireti unutturdular. Böylece kendilerinden evvel gelip geçmiş cin ve insan toplulukları hakkındaki azap vaadimiz onlar için de hak oldu. Muhakkak ki onların hepsi de hüsrana düşmüşlerdir.
“Kafirler, ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, onun ikazlarını tesirsiz bırakmak için mânâsız şeylerle dikkatleri dağıtın. Belki böylece ona üstün gelirsiniz’ derler. Biz o kafirlere pek şiddetli bir azabı tattıracak ve yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.” (Fussilet Suresi, 25-27)
---HASAN DURSUN---
Hiçbir insan, alın teri dökerek kazandığı parayı, tekrar kazanma imkanı elinde olduğu halde sokağa dökmez, çöpe atmaz, yakıp külünü savurmaz.
Fakat bir daha hiç elimize geçmeyecek olan ömür sermayesini saçıp savurma adeti öylesine yaygındır ki, her gün belki her saat işlediğimiz bu cinayetlerin artık suçluluğunu bile hissetmez hale gelmişiz.
Daha da dehşetlisi asrımızda insanın merakını tahrik ederek, ömürleri bir hiç uğruna heba eden meşgalelerin şeytanî birer desiseden başka bir şey olmadıklarını düşünmek, pek nadir şekilde aklımıza gelir.
Oysa âyet-i kerime, insana verilen sermayenin Allah yolunda ve Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde zaruri vazifelere sarf edilmesi üzerinde dehşetli tehditler ihtiva etmektedir:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, halkı fark ettirmeden ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. İşte onlar için hor ve hakir edici bir azap vardır.” (Lokman Sûresi, 6)
Sadece televizyon başında geçen saatlerimizi şu âyet-i kerimenin ışığında bir değerlendirecek olsak, meselenin vehameti kolayca ortaya çıkacaktır.
Yerinde kullanılmayan bir merakın insanı Allah yolundan saptıracağına dair deliller hesaba gelmez. Çünkü merakın arkasından zevk ve şevk unsurları gelmektedir.
Şimdi zamanın bütün harikalarından istifade ederek yapılmış bir otomobil düşünelim: İçinde telefonundan televizyonuna en ince ayrıntısına kadar herşey düşünülmüş, her türlü yolda en emniyetli ve süratli bir şekilde hareket etmek üzere planlanmış, paha biçilmez bir otomobil.
Onu gören herkes anlar ki; bu araba, mahalle arasında çöp toplamak yahut iskeleden kum çekmek için yapılmış bir vasıta değildir.
Fakat bu muhakemeyi kolayca yapan insanların çoğu, nedense insan kalbinin bu dünyanın fani ve kısır boğuşmalarıyla öldürülmeyecek kadar değerli bir eser olduğunu aynı kolaylıkla idrak edememektedir.
Oysa kâinat dolusu şahitler vardır ki, “Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 126)
İşte merak duygusunu takip eden zevk ve şevk işleye işleye, kalbin batınına kadar ulaşır ve zamanla orayı tamamen istila edecek bir muhabbete döner. Neyin muhabbeti olduğu hususu ise, merak duygusunun nereye sarf edildiğine bağlıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bir mektubunda su-i istimal edilmiş bir merakın elinde kalp ve aklın, kumandanlığı muhafaza edemeyerek nefs-i emmâreye esir düşeceğini haber vermektedir.
“Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.” (Kastamonu Lahikası, s. 69)
Kendine doğrudan hiçbir fayda veya zararı olmadığı halde, uzak gezegenlerde ve yıldızlarda hayat bulunup bulunmadığını merak eden, bu mevzudaki araştırmalar için büyük masrafların yapılmasını makul karşılayan insanın, kendisini mutlak surette bekleyen bir akıbete karşı kayıtsız kalması ve cennet gibi bir mükafat ile cehennem gibi bir cezayı önemsememesi elbette düşünülemez.
Kur’ân baştan sona kadar muazzam teşvik ve tehditlerle bu hakikati insanlara hatırlatmakta, ebedi bir saadetin fırsatını kaçırmamak için bizi uyarmaktadır.
Ne var ki, bir taraftan Âlemlerin Rabbi, “Ey kullarım, sizin için gözlerin görmediği nimetler hazırladım. Onu kazanmaya bakın” diye bizi cennete çağırırken, sanki bu sıradan, basit, ehemmiyetsiz bir hadiseymiş gibi, dünyaca ünlü birisinin yemek davetine verdiğimiz ehemmiyeti dahi bu muazzam davete vermeksizin dünyanın fani boğuşmalarıyla ömür tüketmeye devam ediyoruz.
Halbuki işin hiç şakası yok. Cennet ve ebedi saadet gibi bir mükafatı, belki dünya kadar mülkü kazanmak veya kaybetmek gibi bir tercihle karşı karşıyayız.
Piyangoda büyük ikramiyeyi bir numara farkla kaybettiği için buhranlara düşen insanlar, elini uzatabileceği kadar yakınına gelmiş böyle bir mükafatı tam yakalayacağı sırada kaçırma endişesiyle kim bilir ne hallere düşmesi gerekirdi?
Dünyada başını sokacak ufacık bir eve kavuşabilmek için gece gündüz çalışarak bir ömür tükettikten sonra ancak birkaç sene o küçük evin sefasını sürmeyi kâr sayanların, beş yüz sene genişliğinde bağlar, bahçeler ve muhteşem sarayları kazanmak için en az o kadar gayret göstermesi gerekmez mi?
Böyle bir gayeye müteveccih olan insanın merakını dünyanın hangi hadisesi, hangi boğuşması, hangi gürültüsü kendine çekebilir?
“İns ve cin şeytanları, bu yaldızlı sözleri, âhirete inanmayanların gönülleri ona meyletsin, ondan hoşlansınlar ve işlemekte oldukları kötülükleri işlemeye devam etsinler diye telkin ederler.” (En’am Suresi, 113)
“Biz dünyada onlara insanlardan ve şeytanlardan birtakım kötü arkadaşları musallat ettik ki, onlara dünyayı hoş gösterip âhireti unutturdular. Böylece kendilerinden evvel gelip geçmiş cin ve insan toplulukları hakkındaki azap vaadimiz onlar için de hak oldu. Muhakkak ki onların hepsi de hüsrana düşmüşlerdir.
“Kafirler, ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, onun ikazlarını tesirsiz bırakmak için mânâsız şeylerle dikkatleri dağıtın. Belki böylece ona üstün gelirsiniz’ derler. Biz o kafirlere pek şiddetli bir azabı tattıracak ve yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.” (Fussilet Suresi, 25-27)
---HASAN DURSUN---