Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı
Milli marşlar bir milletin varlığını, ulusal bağımsızlığını simgeler. Bu nedenledir ki ülkelerin en zor zamanlarında, ya da bağımsızlık mücadeleleri sürecinde veya sonrasında ortaya çıkarlar. En azından büyük çoğunluğu bu özellikleri taşır. İstiklâl Marşımız da bir var oluş-yok oluş savaşının verildiği zor günlerde kaleme alınmıştır. Hâliyle sözlerindeki duygu yoğunluğu ileri düzeydedir. İstiklâl Marşımızı elinize alıp şöyle bir dikkatlice okursanız, vatan, millet, hürriyet, bağımsızlık, Allah, iman, şehit, mabet, ümit, halk iradesi, sömürgeci karşıtlığı (antiemperyalizm ) Allah’a duyulan sarsılmaz iman… diye giden millî ve manevî değerlerimize yoğun biçimde vurgu yapıldığını görürsünüz. Çünkü Anadolu adı verilen kavimler mezarlığında, varlığımızı sürdürebilmemiz için, bu mukaddes değerlerin korunması ve yaşatılması gerekiyordu. Haliyle Âkif de bunu en iyi bilenlerdendi.
İstiklâl Marşımızın yazıldığı dönemde Ankara’da bulunan ve millî şairimizi görüp tanıyanların ittifakla üzerinde durdukları bir başka husus ise Âkif’in bu şiiri yazarken neredeyse inzivaya çekilmesi, bir nevi şaman ayinine benzer bir halet-i ruhiye (ruh hâli) içinde, kimi zaman bir kâğıt parçasına bir şeyler karalayarak; kimi zaman kendi kendine mırıldanarak, Ankara sokaklarında dolaşması idi. Koca Âkif’in, yeni bir dönemin doğum sancılarını çekmekte olan Ankara tepelerinde, doğacak çocuğu kutsamak; ona ad koymak için sabırsızlanan Korkut Ata gibi dolaşması, kimilerinin tuhafına gitmiş midir, bunu bilemeyiz. Ama bilinen bir şey vardır ki şiirin birkaç gün içinde tamamlanarak, yarışmayı düzenleyen tertip heyetine (komite) teslim edilmesi bile ne büyük bir ilhamla, duygu yoğunluğuyla karşı karşıya olduğumuzu göstermesi açısından takdire şayandır.
Âkif, babasından aldığı derslerle başladığı tedrisat (eğitim-öğretim) hayatını, Âli Osmanî (Osmanlı) okullarında sürdürmüş; ailesinin parasal sorunları olduğu için, diğer okullara nazaran iş imkânları daha çok olan baytar (veteriner) mektebine yazılmış ve buradan üstün başarı ile mezun olmuştur. Âkif Arapça, Farsça, Fransızca bilen; devrine göre âlim bir kişidir. Şeyh Sadi-i Şirazî’den etkilenmiş; onun yergili (hiciv) şiirlerinden esinlenerek, şiirlerini bu minval üzere yazmıştır. Şiirlerinde, İslâm dünyasının tembelliğini, miskinliğini yerden yere vurmuş; hatta alay etmekten bile çekinmemiştir. Ayrıca o bir Türkçe sevdalısıdır da. Bildiğiniz gibi Osmanlı dönemi (Divan Edebiyatı) şairleri saf ve duru Türkçeyi aruza uyarlamakta zorluk çekince, çareyi Arapça, Farsça sözcüklere yönelmede bulmuşlardır. Bu durum ise Türkçenin ağdalı, karma (kozmopolit) bir dil olmasına yol açmıştır. Oysa Âkif, halkın konuştuğu saf ve duru Türkçeyi aruza öyle ustalıkla uyarlamıştır ki, aruz neredeyse milli hece ölçümüz kadar yerelleşmiştir. Yine şiirlerindeki tema o kadar zengindir ki, milliyetçi, muhafazakâr, sosyal adaletçi, devrimci, demokrat, derviş, sanatkâr, aile babası, dindar… diye giden ve saymakla bitmeyecek kadar çok kişilikle karşı karşıya kalır insan. Üstelik de sanatı ‘sanat için’ yapanlardan da , ‘toplum için’ yapanlardan da daha mükemmel icra etmeyi başarmıştır.
Birkaç yıl önce Sezai Karakoç’un, Mehmet Âkif’in şiirlerini günlüğe benzettiğine; bu günlüğün ise bir kişinin değil de, bütün bir milletin hayatını konu aldığına dair görüşler ortaya koyan bir deneme yazısını okumuştum. Gerçekten de sıradan insanların, olayların, nesnelerin, konuşmaların (diyalog) şiire ustalıkla girmesi; bunun da Türk halkının milli bünyesini yansıtıyor olması Karakoç’un haklılığını ortaya koymaktadır. Onu karalamaya; halkın gözünde itibarını, etkisini zayıflatmaya çalışanların göremediği yahut görmek istemediği nokta da budur aslında. Onun ruhaniyetini Arabistan çöllerine layık görenlerin; Âkif’in de bu milletin, bu toprakların bir ulu çınarı olduğunu idrak etmeleri niye bu kadar zordur ki. Üstelik de Nazım Hikmet Efendi gibi ‘bilmem ne girmiş, bilmem neyin donuna’ gibilerinden şiirler yaza yaza kaçıp gitmemişken; Tevfik Fikret Efendi gibi ‘papaz’ babası olmamışken…
Ha, yeri gelmişken aslının Arnavut olduğu meselesine de değinelim. Doğrudur; babası Arnavut’tur. Ama annesi de -sıkı durun- Buhara’dan (Türkistan) göçüp gelmiş bir Türk ailesine mensuptur. Yani Türk değilse bile Türk’ün öz yeğenidir cancağızlar. Üstelik de Âkif gibi bir dava adamından bahsederken, sonu ‘-cı’ ile biten tanımlamalar kullanmak suretiyle mahalle pazarı esnafı mertebesinde telaffuz ederek, onun değerini zaten düşüremezsiniz. Zira O, hiçbir zaman İslam’ın pazarlayıcısı olmamıştır ki; İslâmcı olsun! Âkif, Mevlana’nın “Ay olma, güneş ol; herkes senden ışık alsın.” düsturunu hayat tarzı olarak benimsemiş ve bu hâl üzere yaşamış bir şahsiyettir. Üstelik de ‘cılık’, ‘culuk’ ile biten işlerin bir zaman sonra cılklaştığının bilincinde bir insandır. Zaten yıllar sonra Cemil Meriç de “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.” diyerek, Âkif’in hayat görüşüne arka çıkmamış mıydı?
Türk milleti ve onun kudret nişânesi olan Osmanlı, İslâm’ın çekilmiş son kılıcı; kalkmış son kalkanı; dalgalanan son sancağı idi. Nizam-ı âlem, ilâ’yı kelimatullaha gönül verip; ‘seyfullah’lık yoluna baş koymuş olan asil milletimizin güttüğü İslâm davası, bütün İslâm âleminin takdirini kazanmış; muhabbetini celbetmişti. Mehmet Âkif de bu ülküye; Türk’ün, İslâm ülküsüne gönül vermiş bir dava adamıydı. Eşe, dosta; hasım, hısım güruhuna bir şey ispatlamak zorunda da değildi. Adı, Millî Marşımızın altında yazarken hem de! Ee daha ne olsun? Mütareke yıllarında birçok insan kıyıda, köşede saklanacak bir delik ararken “Türkler, iki bin beş yüz yıldır istiklâlini korumuş bir millettir. Türkler, istiklâlsiz yaşayamaz.” diyerek gürleyen Mehmet Âkif Ersoy’un aziz hatırasının önünde saygıyla eğilelim cancağızlar. Ve ruhuna bir Fatiha göndermeden önce, sözü yine O’na bırakalım:
“Türk eriyiz, silsilemiz kahraman
Müslüman’ız, Hakk’a tapan Müslüman”
Serik–22.12.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com
Milli marşlar bir milletin varlığını, ulusal bağımsızlığını simgeler. Bu nedenledir ki ülkelerin en zor zamanlarında, ya da bağımsızlık mücadeleleri sürecinde veya sonrasında ortaya çıkarlar. En azından büyük çoğunluğu bu özellikleri taşır. İstiklâl Marşımız da bir var oluş-yok oluş savaşının verildiği zor günlerde kaleme alınmıştır. Hâliyle sözlerindeki duygu yoğunluğu ileri düzeydedir. İstiklâl Marşımızı elinize alıp şöyle bir dikkatlice okursanız, vatan, millet, hürriyet, bağımsızlık, Allah, iman, şehit, mabet, ümit, halk iradesi, sömürgeci karşıtlığı (antiemperyalizm ) Allah’a duyulan sarsılmaz iman… diye giden millî ve manevî değerlerimize yoğun biçimde vurgu yapıldığını görürsünüz. Çünkü Anadolu adı verilen kavimler mezarlığında, varlığımızı sürdürebilmemiz için, bu mukaddes değerlerin korunması ve yaşatılması gerekiyordu. Haliyle Âkif de bunu en iyi bilenlerdendi.
İstiklâl Marşımızın yazıldığı dönemde Ankara’da bulunan ve millî şairimizi görüp tanıyanların ittifakla üzerinde durdukları bir başka husus ise Âkif’in bu şiiri yazarken neredeyse inzivaya çekilmesi, bir nevi şaman ayinine benzer bir halet-i ruhiye (ruh hâli) içinde, kimi zaman bir kâğıt parçasına bir şeyler karalayarak; kimi zaman kendi kendine mırıldanarak, Ankara sokaklarında dolaşması idi. Koca Âkif’in, yeni bir dönemin doğum sancılarını çekmekte olan Ankara tepelerinde, doğacak çocuğu kutsamak; ona ad koymak için sabırsızlanan Korkut Ata gibi dolaşması, kimilerinin tuhafına gitmiş midir, bunu bilemeyiz. Ama bilinen bir şey vardır ki şiirin birkaç gün içinde tamamlanarak, yarışmayı düzenleyen tertip heyetine (komite) teslim edilmesi bile ne büyük bir ilhamla, duygu yoğunluğuyla karşı karşıya olduğumuzu göstermesi açısından takdire şayandır.
Âkif, babasından aldığı derslerle başladığı tedrisat (eğitim-öğretim) hayatını, Âli Osmanî (Osmanlı) okullarında sürdürmüş; ailesinin parasal sorunları olduğu için, diğer okullara nazaran iş imkânları daha çok olan baytar (veteriner) mektebine yazılmış ve buradan üstün başarı ile mezun olmuştur. Âkif Arapça, Farsça, Fransızca bilen; devrine göre âlim bir kişidir. Şeyh Sadi-i Şirazî’den etkilenmiş; onun yergili (hiciv) şiirlerinden esinlenerek, şiirlerini bu minval üzere yazmıştır. Şiirlerinde, İslâm dünyasının tembelliğini, miskinliğini yerden yere vurmuş; hatta alay etmekten bile çekinmemiştir. Ayrıca o bir Türkçe sevdalısıdır da. Bildiğiniz gibi Osmanlı dönemi (Divan Edebiyatı) şairleri saf ve duru Türkçeyi aruza uyarlamakta zorluk çekince, çareyi Arapça, Farsça sözcüklere yönelmede bulmuşlardır. Bu durum ise Türkçenin ağdalı, karma (kozmopolit) bir dil olmasına yol açmıştır. Oysa Âkif, halkın konuştuğu saf ve duru Türkçeyi aruza öyle ustalıkla uyarlamıştır ki, aruz neredeyse milli hece ölçümüz kadar yerelleşmiştir. Yine şiirlerindeki tema o kadar zengindir ki, milliyetçi, muhafazakâr, sosyal adaletçi, devrimci, demokrat, derviş, sanatkâr, aile babası, dindar… diye giden ve saymakla bitmeyecek kadar çok kişilikle karşı karşıya kalır insan. Üstelik de sanatı ‘sanat için’ yapanlardan da , ‘toplum için’ yapanlardan da daha mükemmel icra etmeyi başarmıştır.
Birkaç yıl önce Sezai Karakoç’un, Mehmet Âkif’in şiirlerini günlüğe benzettiğine; bu günlüğün ise bir kişinin değil de, bütün bir milletin hayatını konu aldığına dair görüşler ortaya koyan bir deneme yazısını okumuştum. Gerçekten de sıradan insanların, olayların, nesnelerin, konuşmaların (diyalog) şiire ustalıkla girmesi; bunun da Türk halkının milli bünyesini yansıtıyor olması Karakoç’un haklılığını ortaya koymaktadır. Onu karalamaya; halkın gözünde itibarını, etkisini zayıflatmaya çalışanların göremediği yahut görmek istemediği nokta da budur aslında. Onun ruhaniyetini Arabistan çöllerine layık görenlerin; Âkif’in de bu milletin, bu toprakların bir ulu çınarı olduğunu idrak etmeleri niye bu kadar zordur ki. Üstelik de Nazım Hikmet Efendi gibi ‘bilmem ne girmiş, bilmem neyin donuna’ gibilerinden şiirler yaza yaza kaçıp gitmemişken; Tevfik Fikret Efendi gibi ‘papaz’ babası olmamışken…
Ha, yeri gelmişken aslının Arnavut olduğu meselesine de değinelim. Doğrudur; babası Arnavut’tur. Ama annesi de -sıkı durun- Buhara’dan (Türkistan) göçüp gelmiş bir Türk ailesine mensuptur. Yani Türk değilse bile Türk’ün öz yeğenidir cancağızlar. Üstelik de Âkif gibi bir dava adamından bahsederken, sonu ‘-cı’ ile biten tanımlamalar kullanmak suretiyle mahalle pazarı esnafı mertebesinde telaffuz ederek, onun değerini zaten düşüremezsiniz. Zira O, hiçbir zaman İslam’ın pazarlayıcısı olmamıştır ki; İslâmcı olsun! Âkif, Mevlana’nın “Ay olma, güneş ol; herkes senden ışık alsın.” düsturunu hayat tarzı olarak benimsemiş ve bu hâl üzere yaşamış bir şahsiyettir. Üstelik de ‘cılık’, ‘culuk’ ile biten işlerin bir zaman sonra cılklaştığının bilincinde bir insandır. Zaten yıllar sonra Cemil Meriç de “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.” diyerek, Âkif’in hayat görüşüne arka çıkmamış mıydı?
Türk milleti ve onun kudret nişânesi olan Osmanlı, İslâm’ın çekilmiş son kılıcı; kalkmış son kalkanı; dalgalanan son sancağı idi. Nizam-ı âlem, ilâ’yı kelimatullaha gönül verip; ‘seyfullah’lık yoluna baş koymuş olan asil milletimizin güttüğü İslâm davası, bütün İslâm âleminin takdirini kazanmış; muhabbetini celbetmişti. Mehmet Âkif de bu ülküye; Türk’ün, İslâm ülküsüne gönül vermiş bir dava adamıydı. Eşe, dosta; hasım, hısım güruhuna bir şey ispatlamak zorunda da değildi. Adı, Millî Marşımızın altında yazarken hem de! Ee daha ne olsun? Mütareke yıllarında birçok insan kıyıda, köşede saklanacak bir delik ararken “Türkler, iki bin beş yüz yıldır istiklâlini korumuş bir millettir. Türkler, istiklâlsiz yaşayamaz.” diyerek gürleyen Mehmet Âkif Ersoy’un aziz hatırasının önünde saygıyla eğilelim cancağızlar. Ve ruhuna bir Fatiha göndermeden önce, sözü yine O’na bırakalım:
“Türk eriyiz, silsilemiz kahraman
Müslüman’ız, Hakk’a tapan Müslüman”
Serik–22.12.2008
Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com