Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Medine sözleşmesi (1 Kullanıcı)

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
40
Yüzlerce ayet–i kerimeyi, bir kaç misli sayıda hadis–i şerifi, 14 asırlık İslam geleneğini ve daha başka akla gelecek ne kadar dini ölçü varsa tümünü çarpıtanlar, Medine Sözleşmesi’ni –ki o da hadistir– çarpıtmış çok mu?
Medine Sözleşmesi, adı üstünde, ne Vatikan’ın ne de Dünya Kiliseler Birliği’nin şartlarını oluşturmadığı, şartlarını ve müeyyidelerini Hz. Muhammed’in (as) oluşturduğu bir sözleşmedir.
Şart koyan O’dur (as).
Kuralları belirleyen O’dur (as).
Ölçüyü koyan O’dur (as).
Tehdit varsa yapan O’dur (as).
Vaad ve vaîd varsa belirleyen O’dur (as).
Medine Sözleşmesi’nde; “Ehl–i Kitapla ittifak” tabiri yoktur. “Muhammed’e iman kemaldir” diye bir ibare yoktur. Bir hahamın bir bayan sahabi ile evlenmesi yoktur. “Kur’an ayetlerinin bir kısım ayetleri Medine’de geçerli değildir” şeklinde bir ifade yoktur. “Muhammed’e iman etmeyene rahmet ve merhamet nazarıyla bakılacak” diye bir garabet madde yoktur. “Çan ile ezanın aynı anda okunup çalınması” yoktur. “Ey Yahudiler siz de cennetliksiniz” diye bir iltifat da yoktur. “Biraz Kur’an ayetleri, biraz da Tevrat okumak” yoktur.
Kısaca “diyalog” hikayesine İslam’dan verilen zerre bir taviz yoktur.
Medine Sözleşmesi ile İslam/Müslümanlar bir güç, bir kuvvet, bir kimlik, etkili bir yaptırım gücüne sahip oldular.
Devlet oldular.
Hükümet oldular.
Varlık oldular.
Ordu oldular.
Hacetler kıblesi oldular.
Varlık ile yokluk ne zaman ve nasıl bir oldu?
Müslümanları yok etmekle eş anlam taşıyan “dinlerarası diyalog” ile Medine Sözleşmesi’ni kıyaslamak ya da delil göstermek için, kör, sağır ve dilsiz olmak yeterli bir mazeret değildir, işin içinde başka bir şey olsa gerek.
Medine Sözleşmesi sayesinde sarsılmaz ve inkar edilmez bir dünya oluşturan İslam/Müslümanlar bir yana, “günümüzde İslam dünyası diye bir dünya yoktur” diyenler bir yana.
Bu iki farklı kavram nasıl olur da birbirine karıştırılır?
Varlık ile yokluk ne zaman ve nasıl bir oldu.
Medine İslam Devletinin Medineliler İçin koyduğu Esaslar:
1– Bu peygamber Muhammed (S.A) tarafından Kureyşli ve Yesrib’li Mümin ve Müslümanlarca onlara bağlanmış ve katılmış olanlar ve onlarla birlikte savaşanlar arasında yazılan bir yazılı belgedir.
2– Muhakkak ki, onlar (Medineli Müslümanlar), sair insanlardan ayrı bir topluluktur.
3– Kureyş’ten olan Muhcirler, kan diyetlerini aralarında –geleneğe göre– ortaklaşa ödeyecekleri gibi esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf adil esaslar dairesinde– ortaklaşa ödeyeceklerdir.
4– Avfoğulları da öteden beri olduğu gibi, kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre, esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir.
5– Harisoğulları, öteden beri olduğu gibi, kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir.
6– Saideoğulları, öteden beri olduğu gibi, kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdi.
7– Cüşemoğulları, öteden beri olduğu gibi kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir.
8– Neccaroğulları, öteden beri olduğu gibi kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir.
9– Amr b. Avfoğulları öteden beri olduğu gibi kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir.
10– Nebitoğulları öteden beri olduğu gibi kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir.
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
40
11– Evsoğulları, öteden beri olduğu gibi, kan diyetlerini –geleneklerine göre– ortaklaşa ödeyeceklerdir. Her zümre esirlerinin kurtulmalık akçelerini de –müminler arasında maruf olan adil esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir.
12– Müminler borçlu ve çok çoluk çocuklu olanları, kendin hallerini bırakmayarak, onların kurtulmalık akçelerini veya kan diyetlerini –aralarında maruf esaslar dairesinde– ödeyeceklerdir. Hiç bir mümin diğer bir müminin mevlası (Dostu, yardımcısı, kendisiyle antlaşma yaptığı kişi) ile aleyhte bir anlaşma yapmayacaktır.
13– Müttaki müminler içlerinden azgınlık eden veya zulüm ve haksızlık yapmak isteyen veya günah işleyen veya düşmanlık eden ya da müminler arasında karışıklık çıkaran kimseye karşı cephe alacaklar ve o onlarından birinin evladı da olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
14– Hiçbir mümin bir kafir için bir mümini öldürmeyecek ve mümine karşı kafire yardım da etmeyecektir.
15– Allah’ın ahdi ve teminatı (müminlerden her ferd için) birdir, onların en hakir görülenlerine bile şamildir. Çünkü müminler diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlasıdırlar.
16– Yahudilerden bize tabi olanlar da hiç bir zulme uğramaksızın ve aleyhlerinde bir yardımlaşma olmaksızın yardım göreceklerdir.
17– Müminlerin sulhu birdir. Hiçbir mümin Allah yolundaki bir savaşta müminlerden ayrı olarak sulh yapmayacak, onlar ancak aralarında müsavat ve adalet dairesinde hep birlikte sulh yapacaklardır.
18– Bizimle birlikte cenge katılan bütün cenkçiler, aralarında birbirleriyle nöbetleşeceklerdir.
19– Müminler birbirlerinin Allah yolunda dökülen kanlarının öcünü almakla mükelleftirler.
20– Müttaki müminler en güzel en doğru yol üzerindedirler.
21– Hiç bir müşrik bir Kureyşlinin malını canını korumayacak, bu yolda bir mümine engel de olmayacaktır.
22– Bir kimsenin, bir mümini sebepsiz yere öldürdüğü kat’i delillerle sabit olunca öldüren hakkında kısas hükmü tatbik olunacaktır. Ölenin velisi buna rıza göstermediği takdirde, bütün müminler ona karşı cephe alacaklardır.
Kendilerine bundan başkası üzerinde durmaları helal olmaz.
23– Bu sahifedekileri kabul ve ikrar eden, Allah’a ve ahiret gününe inanan bir müminin ortaya kötü bir hadise çıkaran kimseye yardım etmesi ve onu barındırması helal değildir.
24– Herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde, o, şanı yüce olan Allah’a ve Muhammed’e (as) arz ve havale edilecektir.
25– Yahudiler müminlerle birlikte savaşa devam ettikleri müddetçe savaş masraflarına iştirak edeceklerdir.
26– Avfoğulları Yahudileri müminlerle birlikte bir topluluk teşkil edecekler, Yahudiler, kendi dinlerinde, Müslümanlarla da, kendi dinlerinde olacaklardır. Onların mevlaları için de kendileri için de bu böyledir.
Şu kadar ki, bunlardan bir zülüm veya bir kötülük irtikap eden, ancak kendini ve ev halkını tehlikeye sokmuş olacaktır.
27– Neccaroğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm Avfoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm değildir.
28– Harisoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm Avfoğulları hakkında konulan hüküm değildir.
29– Saideoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm, Avfoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm değildir.
30– Cüşemoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm Avfoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm değildir.
31– Evsoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm Avfoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm değildir.
32– Salebeoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm Avfoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm değildir.
Bunlardan bir zülüm veya bir kötülük irtikap eden ancak kendini ve ev halkını tehlikeye sokmuş olacaktır.
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
40
33–Salebe’nin bir kolu olan Cefne de onlar gibi (Sâlebe gibi) mütalaa edilecektir.

34–Şutaybeoğulları hakkında konulan hüküm Avfoğulları Yahudileri hakkında konulan hüküm gibidir. Şühpe yok ki iyilik kötülükten ayrıdır.

35–Salebe’nin Mevlaları da Sâlebe gibidirler

36–Yahudilere karışmış ve bağlanmış olanlar, Yahudileri gibidirler.

37–Onlardan (Yahudilerden) hiç bir kimse, Muhammed’in (as) izni olmadan askeri bir sefere çıkamayacaktır.

38–Bir yaralamanın öcünü almak, yasaklanmıştır.

39–Fırsat kollayarak cinayet işleyen kimse, o cinayeti kendisine ve ev halkına işlemiş olacaktır. Zalime karşı işlenecek cinayet bundan müstesnadır. Allah, bu hususta doğru ve iyi davranışlardan hoşnut olur.

40–(Savaş halinde) Yahudilerin masrafları kendilerine, Müslümanların masrafları da kendilerine ait olacaktır. Şu kadar ki onlar, bu Sahife (Belge) sahiplerine harp açanlara karşı, aralarında, yardımlaşacaklar ve aralarında öğüt verme ve iyilik dileme esas olacaktır. Elbette ki, iyilik, kötülükten ayrıdır.

41–Hiç kimse, müttefikine kötülük yapmayacak, mazluma mutlaka yardım edilecektir.

42–Yahudiler, Müminlerle birlikte savaşa devam ettikleri müddetçe, savaş masraflarına iştirak edeceklerdir.


43–Yesrib Vadisinin içerisi, bu sahife sahipleri için haram, dokunulmaz bir bölgedir.

44–Himaye altında bulunan kimse –zarar verici ve kötülük işleyici olmamak şartıyla– bizzat himayeci gibidir.


45–Hiçbir kızgın, erkekçil cariye sahibinin izni olmadan himaye altına alınmayacaktır.


46–Bu sahife sahipleri arasında herhangi bir hadise veya münazaa çıkar ve bunun, onların aralarını bozmasından korkulursa, o Şanı yüce olan Allah’a ve Allah’ın Resülü Muhammed’e (as) arz ve havale edilecektir. Şüphe yok ki, Allah, bu sahifedekilere riayetsizlikten son derecede sakınan, doğruluğu ve iyiliği şair edinenlerden hoşnut olur.


47–Ne Kureyşliler ne de, onlara yardım edenler, hiç bir şekilde himaye olunmayacaklardır.


48–Yesrib’e saldıracak kimselere karşı, onlar (Müslüman ve Yahudiler) aralarında yardımlaşacaklardır.


49–Onlar (Yahudiler), sulh akdetmeye veya sulh akdine katılmağa (Müslümanlar tarafından) davet edildiklerinde o sulhu akdedecekeler veya o sulhun akdine katılacaklardır. Onlar tarafından müminlere böyle bir davet yapıldığında da davetlerine icabet etmelerini müminlerden isteme hakkına sahip olacaklardır. Din uğruna savaşanlar, bundan müstesnadır.

50–Herkes, kendine düşen kısımdan sorumlu tutulacaktır.

51–Bu sahife sahipleri için konulan, kabul edilen hükümler, aynen Evs Yahudilerinin Mevlalarına ve kendilerine de –bu sahife sahipleri tarafından– iyi niyetle tatbik olunacaktır. Şüphe yok ki, iyilik kötülükten ayrıdır. Kazançlının kazandığı, ancak kendisinedir.

52–Muhakkak ki, Allah, bu sahifelere en doğru ve en iyi şekilde riayet edilmekten hoşnut olur.

53–Bu kitap (Yazılı Belge) bir zalimi ve suçluyu cezalandırmaya asla engel olmayacaktır.

54–Medine de çıkan da emniyette, Medine de oturan da emniyette bulunacaktır. Bir zulüm veya suç işleyen kimse, bundan müstesnadır.

55– Allah’ın himayesi iyilik yapan, kötülüklerden sakınan kimseler içindir ve Muhammed (as), Allah’ın Resülüdür. (İbn–i İshak, İbn–i Hişam Sîre, c.1–2, s. 501–504).
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
40
Hz. Peygamber(a.s)’in müşrikleri hicve müsade etmesi

Hz. Peygamber(a.s)’in müşrikleri hicve müsade etmesi

Kureyş müşrikleri, İslamiyetin yayılmasını önlemek için her çareye, her yolsuzluğa başvurdular.
Peygamberimizin mensub bulunduğu ailenin Kureyş aileleri arasındaki üstün şerefini bile inkara ve bunu, Medineliler arasında yaymaya kalkıştılar.
Medineli Müslümanlardan bazıları, Peygamberimiz’e gelerek: “Biz, senin kavminden işittik. Onlardan birisi: (Muhammed, süprüntü içinde biten hurma ağacına benzer!) diyordu” dediler.
Peygamberimiz, onlara: “Ben kimim?” diye sordu.
“Sen, Allah’ın resûlüsün!” dediler.
Peygamberimiz: “Ben, Abülmuttalib’in oğlu olan Abdullah’ın oğlu Muhammed’im!
Yüce Allah, mahlukatı yarattı.
Beni, onların en hayırlısından kıldı.
Sonra, onları, iki kısma ayırdı.
Beni, o iki kısmın en hayırlısından getirdi.
Sonra, onları kabilelere ayırdı.
Beni, o kabilelerin en hayırlısı olan bir kabileden getirdi.
Sonra, kabileleri, evlere, ailelere ayırdı.
Beni, o evlerin, ailelerin en hayırlısı olan bir aileden vücuda getirdi.
Ben, sizin, aile yönünden de, en hayırlınızım! Mergubluk, şeref ve şanlılık yönünden de, sizin en hayırlınımızım!” buyurdu. (* Ahmed b. Hanbel – Müsned, c.4, s.166)
Bunu, Hz. Abbas da, Kureyş müşriklerinden işitip Peygamberimiz’e duyurmuştu.
Peygamberimiz de, Minberde ayakta dikilerek: “Ben, kimim?” diye sormuştu.
“Sen, Allah’ın resulüsün! Sana selam olsun!” demişler, Peygamberimiz: “Ben, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’im!..” diye başlayan yukarıdaki hadislerini irad buyurmuşlardır (* Tirmizi – Sünen, c.5, b, 243–244).
Hz. Aişe der ki: “Resulullah, Medine’ye gelince, Kureyş müşrikleri, Resulullah’ı hicv (nazmen zem ve tahkîr) etmeye başladılar.
Ensarı da, O’nunla birlikte hicvettiler.
Bunun üzerine, Resulullah, Hassan b. Sabit’e: (Sen de, onları hicv et! Hicv et ama, Amcamın oğullarını hicv ederken, onun, döne dolaşa bana da, gelip dokunmasından korkarım!) buyurdu.
Hassan b. Sabit: “Ben, seni, onların arasından, hamurdan kıl çekip çıkarır gibi çıkarırım, dönerim, onları, dilimle zelil ve perişan ederim!” dedi.
Sonra da, dilini çıkarıp burnuna ve çenesinin çukuruna değdirdi.”
Ebû Seleme’ye göre: Hassan b. Sabit: “Seni, hak din ve kitabla gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu dilimle onları zelil ve perişan eder, kaçırırım!” dedikten sonra, dilini çıkarıp gösterdi ki, dili, yılan diline benziyordu.
Bunun üzerine, Resulullah: “Ben, muhakkak ki, Kureyş’e mensubum.
Sen, Ebu Bekir’e git.
O, Kureyş’in neseblerini en iyi bilen kişidir.
Sana, benim nesebimi ayırd etsin!” (* Zehebi– S. Alamünnübela, c.2, s.368–369) “Haydi, Kureyş müşriklerini hicv et. Cebrail, seninledir!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel – Müsned, c.4, s.303, Buhari – Sahih, c.5, s.109.)
Bera b. Azib’le Simak b. Harb ve Ebu İshak’dan yapılan rivayete göre: Kureyş şairlerinden Abdullah b. Zibara, Ebu Süfyan b. Haris, Amr b. As ve Dırar b. Hattab, Peygamberimiz hicv etmeğe başlayınca, Müslümanlardan birisi, Hz. Ali’ye: “Sen de, onları hicv et” dedi.
Hz. Ali: “Resulullah, müsaade ederse, yaparım!” dedi.
“Ya Resulallah! Ona müsaade buyur!” dediler.
Peygamberimiz: “Onların istedikleri Ali’de yok!” buyurdu.
Hassan b. Sabit, buna, isteklenince, Peygamberimiz: “Ben, onları mensub olduğuma göre, sen, onları nasıl hicv edeceksin?
Mesela: Ebu Süfyan’ı nasıl hicv edersin ki, o, benim amcamın oğludur?” dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz: “Sen Ebu Bekir’e git ki, O, Kureyş kavminin neseblerini senden daha iyi bilir” buyurdu.
Hassan b. Sabit, Hz. Ebu Bekir’in yanına gitti. Hz. Ebu Bekir, ona: “Filana, filana dil uzatma! Filanı, filanı diline dola!” dedi.
Hassan b. Sabit, edindiği bilgiye dayanarak, Kureyş müşriklerini hicve başladı.
Kureyş müşrikleri, Hassan b. Sabit’in şiirlerini işitince: “Bu, İbn–i Ebî Kuhafe (Ebu Bekir’in) şiirlerindendir!” dediler.
Hassan b. Sabit, Şair Ebu Süfyan b. Haris’le Kureyş’in içkiye düşkün gençleri hakkında da, hicviyeler söyledi. (*İbn–i Abdul ber–İstiab, c.1, s.341–344.)
Ensarın üç büyük şairi vardı: Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha, Ka’b b. Malik.
Ka’b b. Malik, kahramanlık destanları mahiyetinde şiirler söyler, “Siz, bize, ne yapmaya kalkışırsanız, biz de, size öyle yapar, hakkınızdan geliriz!” diyerek müşrikleri tehdit ederdi.
Abdullah b. Revaha, müşriklerin itikad ve ibadetlerini yerer, küfr ve müşrikliğin kötülüğünü ve gülünçlüğünü belirtirdi.
Hassan b. Sabit, ensar şairlerinin en büyüğü idi. Kureyş müşriklerini neseb ve ahlak yönünen bütün ayıp ve kusurlarını ortaya döker, kötülükle geçmiş günlerini dile getirirdi (İbn–i Abdul Ber–İstiab, c.1, s.344, c.3, s.1324, Zehebi–Alamünnübela, c.2, s.375–376.)
Ka’b b. Malik: “Ya Resulallah! Şiir hakkında ne buyurursunuz?” diye sormuştu.
Peygamberimiz: “Mü’min, kılıcıyla da, diliyle de, cihad eder!” buyurdular. (* İbn–i Abdul Ber–İstiab, c.3, s.1325).
Kaynak: M. Asım Köksal– İslam Tarihi
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
40
“Diyalogcu” Ebu Lehep’ti, Hz. Muhammed (as) ‘mübelliğ’di

“Diyalogcu” Ebu Lehep’ti, Hz. Muhammed (as) ‘mübelliğ’di

Hz. Peygamberin görevi tebliğdi.
Ve bu tebliğ görevini; beşir/müjdeci ve nezir/korkuyu haber verici olmak üzere iki başlık altında yapardı.
İman edip “salih amelle/Allah rızasını gözeterek” yapılan kulluğu hangi güzelliklerin beklediğini müjdelerdi.
İman etmeyip şirk içinde olanları da hangi kötü akıbetin beklediğini anlatarak iman etmemeleri durumunda başlarına gelecek korkunç sonu anlatırdı.
Hz. Peygamber (as) bu tebliğ görevini, hangi halde ve şartlarda olursa olsun, muhatabının konumu ne olursa olsun, başına ne gelecekse gelsin, kısaca hiçbir hesap içinde olmadan yapmaktan bir an bile sarf–i nazar etmemiştir.
Gün geldi muhatabı yaşadığı çağın süper gücü Bizans’ın kralı oldu, O’na bu tebliği yaptı.
Gün geldi bir bedevi oldu muhatabı, O’nu İslam’a/Tevhid’e davet etti.
Günü geldi Ebu Cehl’e gitti, O’nu imana davet etti.
Ama imana davet etti!
“Diyalog” yapmadı.
Biri bana şunu ispat etsin bütün iddialarımdan vazgeçeceğim.
Papalığın tasarlayıp uygulattığı “Dinlerarası Diyalog” sürecinde İslam’ı temsilen bulunanlardan herhangi biri, yapılan onca toplantının herhangi birinde “gayr–i Müslim” katılımcılara, ya da bir ferde; “bak beyefendi, şirk içindesin, bulunduğun hal küfürdür, iman et kurtul” diye bir tebliğinin, bir konuşmasının olduğunu bana biri ispat etsin, yanlış yaptığımı, hata işlediğimi peşinen kabul edeceğim.
Böyle bir şeyi kimse ispat edemez. Çünkü böyle bir şey asla ve kat’a ve dahi hiçbir yerde yapılmadı.
Yapılması da mümkün değildir.
Niye?
Çünkü bu çalışmalar, İslam’ın hak din olduğu, Hz. Muhammed’in (as) Allah’ın son peygamberi olduğu hakikati üzerine bina edilmedi.
“İbrahimî din, üç semavî din” gibi kavramlar üzerine bina edildi.
Türkiye dışında yapılanların adı ise “yeryüzü dinleri diyalogu” şeklindedir.
Peki sıkışınca “Hz. Peygamber (as) 33 kere (bu rakamı nereden buldularsa) Ebu Cehl’e gitti” diyen zavallılara sorum; gidince ne söyledi Ebu Cehl’e?
Mekke–Medine barışı ne olacak mı?
Gel seninle İbrahimî dinlerde anlaşalım mı?
Senin dinin de hak benimki de, gül gibi geçinip gidelim mi?
Yoksa şunu mu dedi: “İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur, bunda da en çok suçlanacak olan ashabımdır, vakitli bir gayretle İslam’ın bu yanlış anlaşılmasını kaldırıp atabiliriz.”
Bunlardan hiçbirini demedi Hz. Peygamber.
Sadece şunu dedi:
“Seni bir olan, eşi ve benzeri bulunmayan Allah’a, benim de onun elçisi olduğuma imana davet ediyorum.”
Yani Ey Cehl’in Babası! Söyle! “Eşhedü en la ilahe illellah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve resulühû.”
Ey diyalogcular, karşınızdaki hahamlara–papazlara böyle bir şey söylettiniz mi?
Söyletmediniz. Çünkü “diyalog sürecinde en büyük dinsizlik taraflardan birinin ‘benim dinim haktır’ demesidir.” Bu sözün sahibini biliyorsunuz.
Son diyalog toplantısını haber yapan Zaman’da da böylesi bir cümle vardı; “din üstünlüğü taslamak.”
Şimdi gelelim başlığa.
Başlık bir hakikati ifade ediyor.
Nasıl ki, Papalığın başlattığı “dinlerarası diyalog” İslam’ın yeryüzüne yayılmasını önlemeyi ana gaye edinmişse, Asr–ı Saadet’te de bu görevi şirkin başını çeken Ebu Lehep ve benzerleri yapmıştır.
Aynen bugün olduğu gibi, İslam’ın yayılmasını önlemek, Hz. Peygambere engel olmak için Ebu Lehep ve avanesi, Mekke’nin civarında ikamet eden “ehl–i kitap” kabilelerle diyalog içindeydiler. Alın bakın İslam tarihine.
Bir de şunu yapın.
Girin google’ye. Ve yazın “millionen gegen Mohammed.” Karşınıza şöyle bir Almanca metin çıkacak; "Der Vatikan will weltweit die Ausbreitung des İslam stoppen. Eine kaum bekannte Organisation gibt dafür Riesensummen aus." (inşallah imlası yoktur. Sonra bir Alamanca bilene bunu tercüme ettirin.
Bulamazsanız ben tercüme ettirmiştim, onunla iktifa edin: “Vatikan, İslam’ın dünya üzerinde yayılmasını durdurmak istiyor. Tanınmış büyük bir teşkilat bu uğurda büyük harcamalar yapıyor.”
Bu büyük teşkilatı siz büyük bir cemaat olarak da tercüme edebilirsiniz.
Anladınız mı papalık misyonunu?
Ebu Lehep’in misyonu gibi. Hatta daha da etkili.
Dinlerarası diyalogun İslam’a duble ihaneti var.
Bir; Müslümanları Hıristiyan yapmak/Hıristiyan muhibbi yapmak.
İki; Bu dinden İslam’a girmeyi düşünenlere “sakın ha! Sizin dininiz de hak, ne farkı var İslam’dan” telkinini yapıp Müslüman olmalarını önlemek.
Tahmin mi?
Olaya bizzat şahit olan anlattı.
Müslüman zekatıyla kurulan bir okula bu niyetle giden bir İsevî çifte, işte yukarıdaki cümlenin aynısı söylenmiş ve Müslüman olmaları engellenmiş.
Olaya şahit olanın ifadesi.
Bize gönderdikleri e–mail’lerde bugünkü Hıristiyanlığın da hak olduğunu savunanlar kalkıp bunu yalanlarsa kendilerini yalanlamış olacaklarını ifade edeyim.
Aynı anda yeryüzünde iki hak din olursa tabi ki birinden diğerine geçmeye ne gerek var.
Halk otobüsünden belediye otobüsüne geçmeye benzemez bu.
Tam bir “ahir zaman” süreci yaşıyoruz.
Allah sonumuzu hayretsin!
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
40
Peygamber (sav) ve ümmetinin vazifesi ancak tebliğdir



Sayılarını ancak Cenabı Hakkın bildiği bütün peygamberlerin görevi tebliğdir.

Gelen yüz üç kitap da –bozulmadan önce– bu hakikatleri içerirdi.

Tek ve son hak kitap Kur’an–ı Kerim de baştan sona bu hakikatlerle doludur.

Kur’an–ı Kerim’de içinde “tebliğ” kavramının geçtiği onlarca ayet vardır. “Tebliğ” kelime olarak; Ulaşmasını sağlamak, götürmek, iletmek, bilgilendirmek gibi manalara gelir. Bir terim/deyim olarak “tebliğ”; İslam’ın insanlara ulaşması/ulaştırılması anlamına gelir.

Yeri gelmişken şunu da ifade edelim ki, Hıristiyanlık inancında “tebliğ”in karşılığı misyonerlik/diyalogdur. Müslüman “mübelliğ/tebliğci olduğu gibi her Hıristiyan da kendi inancı için misyoner/diyalogcudur.

Bir Müslüman bu vazifesini yapabileceği gibi bir Hıristiyan da bu vazifesini, dinin gereği bu görevi yapması hakkıdır.

Biz bu gayrete söz söylemiyoruz, misyonerlik adına ülkeyi bölme gayretlerine karşı geliyoruz, karşı geleceğiz.

Kuran ölçülerine göre son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın yegane görevi de işte bu “tebliğ”dir. Bir başka ifadeyle O bir “mübelliğ/tebliğcidir. Bu bizim şahsi kanaatimiz değil, Allah’ın beyanıdır.

Hz. Peygamber her insanı bu ilahi hakikatle muhatap almış ve her insana bu ilahi hakikati sunmuştur. Hangi dinden, hangi kabileden, hangi ırktan olursa olsun, O, bu “tebliğ/İslam’ı sunma görevini” bütün olumlu veya olumsuz şartlarda, her fırsatta yerine getirmiştir.

İste, sana Mekke’nin idaresini verelim, iste sana mal mülk verelim, iste seni Mekke’nin en güzel kadını ile evlendirelim “diyalog” teklifini reddetmiş, “Ayı sağ elime güneşi sol elime verseniz, ben bu davadan, rabbimin bir emri olmadıktan sonra asla dönmem” evrensel beyanı ile de asıl vazifesinin bir tebliğci olduğunu en açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Hz. Muhammed (sav)’in asıl görevinin tebliğ olduğunu ifade eden onlarca ayetten işte bir kaçı.

3 “Ey Resûl! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez. (Maide, 5/67)

3 ...eğer (itaatten) yüz çevirirseniz bilin ki, Resulümüzün vazifesi apaçık tebliğdir. (Maide, 5/92)

3 ...Peygambere düşen, yalnız açık bir tebliğdir. (Ankebut, 29/18)

3 Eğer yüz çevirilerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır... (Şura, 42/48)

3 Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir tebliğ/duyurmadır. (Tağâbûn, 64/12)

(Bu konudaki diğer bazı ayetler: Ra’d, 13/30; Nahl, 16/35,82; Nur, 24/54)

Maide suresi 67. ayetten açıkça anlaşılan bir başka husus da, O’nun gönderilme sebebi olan tebliğ/duyurma görevini yerine getirmemesinin anlamı risaletin/elçiliğin yapılmaması demek olduğudur. “Eğer tebliğ görevini yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.”

Şunu da ifade edelim ki, içinde “tebliğ” kelimesi geçmese de aynı manaya gelen başka ayetler de vardır:

“Şüphesiz biz seni, şahid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki, (ey müminler) Allah’a ve resulüne iman edesiniz, Resulüne yardım edesiniz, O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tespih edesiniz.” (Fetih, 48/8–9)

Bir çok Kuran ayetinde değişik kalıplarda geçen “davet/çağırma kelimeleri de aynı manaya yani tebliğ manasına gelir:

“(Ey Resulüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et... (Nahl, 16/125)

“Biz her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik. Öyle ise onlar (ehl–i kitap) bu işte seninle çekişmesinler. Sen Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın. Eğer seninle münakaşa ve mücadeleye girişirlerse: “Allah yaptığınızı çok iyi bilmektedir” de.” (Hac, 22/67–68)

“İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol...” (Şûra, 42/15.) Bu ayetin öncesi ve sonra da aynı manaya gelmektedir.

Son peygamber Hz. Muhammed (as)’dan önce gelmiş bütün peygamberlerin de vazifesidir “tebliğ.”

Kısaca İslam’ın getirdiği “amentü”ye inanan herkesin vazifesidir İslam’ı tebliğ etmek.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi Hz. Peygamber bu tebliğ görevini ifa ederken Ehl–i Kitab’a (Yahudi ve Hıristiyan olanlara) bir ayrıcalık tanımamıştır. Bir çok misalin yanında bu kesimi İslam’a davet için gönderdiği mektupları misal vere biliriz.

Allah’ın peygamber (as)’a “Kul/ söyle” şeklinde söylemekle emrettiği bütün hakikatler de bir tebliğdir.

Meşhur Muaz Bin Cebel hadisi de bu konuda çok güzel bir örnektir.

3 İbni Abbas anlatıyor: Resulallah (as) Muza b. Cebel’i Yemen’e gönderdiği zaman ona şöyle buyurdu: “Sen ehl–i kitap olan bir kavme gidiyorsun. Vardığın zaman onları Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğunu şahadete (kelime–i şehadet’e) davet et. Kabul ederlerse Aziz ve Celil olan Allah’ın onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse Aziz ve Celil olan Allah’ın kendilerine, zenginlerden alınıp fakirlere verilen zekatı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse mazlumun bedduasından sakın. (Sünen–i Nesai, Zekat bahsi, H. No: 2428)

Başka hiçbir ilaveye gerek olmadan, yukarıdaki hadis her şeyi yeterince ifade etmektedir.

İslam’ın henüz o ihtişamlı günleri yok.

İnsanlara İslamî hakikatlerin ulaşması için Hz. Peygamber ve ashabı yoğun bir gayretin içinde. “Tebliğ” çalışmaları sürerken Muaz (ra)’ı Yemen’e gönderiyor.

Muaz, Ehl–i kitap bir kavme gidiyor.

Varır varmaz onlarla “diyalog” kurmaya değil, onları Allah’ın birliğine iman etmeye davet edecek.

Yetmiyor, Muhammed (as)’ın da Allah’ın kulu ve resulü olduğunu imana davet edecek.

Yani Muaz (ra) Ehl–i kitap Yemenlilere şunu diyerek görevini yapmaya başlayacak:

“Ey Yemenliler! Hep birlikte deyin bakayım; “Eşhedü en lailahe illellah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resulühü”

Dediler mi? Dediler. Bitmedi.

“Ey Yemenliler! Allah size beş vakit namazı farz kıldı”.

Kabul ettiler mi? Ettiler. Bitmedi.

“Ey Yemenliler! Allah size, zenginlerinizden alınıp fakirlere verilmek üzere zekatı farz kıldı”.

Kabul mu? Kabul.

“Öyleyse ben de sizin mallarınızın iyisini zekat olarak almak gibi bir derdim yok, çünkü benim peygamberim bana; mazlumun bedduasından sakınmamı emretti”.

Diğer bütün delilleri hala anlayamayanlara bu Muaz hadisi de bir şey anlatamıyorsa; “Ve ma aleyna illelbelağül mübin/Bizim vazifemiz apaçık şekilde tebliğden başka bir şey değidir” deriz.
 

Tslee

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Ocak 2009
Mesajlar
2
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
30
Sözleşme

Sözleşme

''Peygamber Efendimizin İmzladıgı Sözleşmeyi'' Biri Bana Anlatırmı ? A42
 

Tslee

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Ocak 2009
Mesajlar
2
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
30
lütfen yardımcı olun
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt