Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Medeniyetin Kaba Kuvvete Mukayesesi ve Üstünlüğü (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
images

itatli@yenifurkan.co
m
En basit ifadesiyle medeniyet, fikrin kalıpta görünen hâli ve bir dünya görüşünün milletler çapında doğurduğu eserdir. Bizzat eserin müessiri temsil ediyor olmasından dolayı medeniyet, kendisini doğurmuş olan fikrin aynı demektir ve bizzat o fikrin kendisi olarak da telakki edilebilir.

İnsanların yeme içme gibi nebati fiilleri haricinde yaptıkları her şey, dünyaya bir şekilde bakmalarını ve anlam vermelerini sağlayan görüşlerine, fikirlerine ve inançlarına dayanır. Bazen bir din, bazen bir ideoloji ve bazen bunların dışında bir inanç sistemine bağlı bir yaklaşım tarzı şeklinde gerçekleşen bu bakışa dünya görüşü diyoruz. İnsanoğlunun hayvanlar gibi içgüdülerden ibaret olmaması, düşünen olması ve seçme yapabilmesi, muhakkak ki onu, zihnini kuşatmış açık veya mevhum bir sisteme bağlı şekilde düşünmeye ve hareket etmeye sevk eder. Aynı şekilde milletler ve devletler de ister istemez ve daha kuvvetli şekilde bir dünya görüşüne bağlılık ifade ederler. Bu bağlılığın tecellisine öz olarak “medeniyet” diyebiliriz.

“Medeniyet” zatıyla devletlerin ve toplumların faaliyetlerinde temel saik olmakla beraber aynı zamanda onları yaşatan, ayakta tutan ve onlara şahsiyet veren “asıl-kök”tür. Buna duyulan bağlılık ve bundan sağlanan idrak o topluluğun temel gıdasıdır ve inkişafı doğurur. Tersi ise çürüme ve bozulmadır.

Kuvvet kelimesinin ne anlama geldiği gayet açıktır. Kendini idrak etme hassasına malik olmayan ve bu yüzden başlı başına yönlendirici bir amil olma kabiliyetine sahib bulunmayan kuvvet mefhumu, yapabilme kapasitesini ifade eder ve onu yöneten ruh emrinde bir alettir. Maalesef milletlerin ve insan topluluklarının faaliyetlerinde daima ihtiyaç duydukları bu alet bize esas gibi öğretilmiş, bu yüzden tarihi ve siyaseti yanlış anlamamıza ve yanlış yorumlamamıza yol açmıştır. Tarihte gerçekleşmiş büyük başarıların güce dayalı olduğu kanaati, o gücü kullanan ve o güce karşı koyan ruh amilinin gözden kaçırılmasına sebeb olmuştur. Bu da, tabiî olarak içinde yaşadığımız hâdiseleri yanlış değerlendirmemize ve hareketlerimize de yanlış yön vermemize sebeb olmuştur.

Medeniyet daima kaba kuvvete üstündür ve bir şekilde kaba kuvveti yenmeyi daima başarmıştır. Vahşi kavimlerin en yıkıcı saldırıları altında kalmış medeniyetler bile ayakta kalmış ve selden sonra tekrar yeşermiştir. Oysa yıktığının yerine yenisini getiremeyen ve zaten böyle bir şeyi idrakten mahrum vahşi sürüler ise yok olup gitmişler yahut yıktıkları medeniyete dahil olmuşlardır. Tarihte bir medeniyetin yıkılışı ancak kendi içinde çürümekle veya çekirdeği daha güçlü bir medeniyetin taarruzuyla mümkün olabilmiştir. Kuvvet ise, ruhî dayanakların birbirine denk olduğu karşılaşmalarda belirleyici olabilmiştir.

İnsanlık tarihinde zaman zaman belirleyici ve yön tayin edici hareketler ve çarpışmalar zuhur etmiştir. Bunlar kimi zaman medeniyetlerin birbiri arasında, kimi zaman medeniyetlerle güçlü barbar kavimler arasında vuku bulmuştur. Tarihteki bu büyük hareketleri ve sonuçlarını gözden geçirerek mukayesemizi yapalım ve tezimizi hükme getirelim.



Yunan Pers Mücadelesi

İki tarafın da sağlam bir medeniyete sahib olduğu bu mücadele hiçbir zaman kesin bir zafer getirmedi. Kah Perslerin bütün Ege’ye hâkim olduğu ve Atina’ya kadar yürüdüğü, kah Yunanlılar’ın Hindistan’a kadar ilerlediği sayısız savaşın sonunda her iki medeniyet de birbirlerini denk kuvvetler olarak kabullenmeye mecbur olmuştur. Burada dikkat çekici olan Pers ülkelerini zapteden İskender’in durumudur. İki medeniyeti kılıcı altında birleştirmek gibi bir çılgınlığa kalkışan İskender, bunu başaramadı ve derin Pers ruhu içinde kendini kaybetti. Ona mukabil olarak İskender’in askerleri komutanlarının bu hâlini protesto ederek onu terk ettiler ve ülkelerine geri döndüler. Sonuç olarak bazı maddi unsurların pragmatik amaçlarla değiş tokuş edilmesinden başka hiçbir teşebbüs başarılı olamadı ve iki medeniyeti zorla birleştirme çabası her iki tarafın direnişiyle mağlub oldu.



Hunların Avrupayı İstilası
ve Kavimler Göçü


Miladî 4. asırda Orta Asya’ya doğru gelişen Çin ve Juan-Juan yayılması karşısında dehşete düşen Hunlar, engin stepler boyunca ilerleyerek Uralları aşar. Güneyde Perslere doğru yürümemeleri, arkalarındaki tehlikenin büyüklüğünden olsa gerek. Ne Çinlilerle ne İranlılarla savaşacak güçleri vardı ve korkuları onları uzak topraklara itmekteydi. Volga Nehrini aştıktan sonra kendileri gibi göçebe yaşayan Alanlara ve Germenlere toslayan Hunlar peşpeşe kazandıkları zaferler ve saldıkları korkuyla Ren ve Tuna boylarına kadar yayıldılar. Hunların kan dökücülüğü yüzünden batıya doğru kaçışan Germenler ölüm pahasına Roma ülkelerine girdiler. Tarihe kavimler göçü olarak geçen bu hâdise bir asır kadar sürmüştür. Germenler’in Ukrayna’dan kalkıp ta İspanya’ya, hatta Kuzey Afrika’ya kadar göç etmeleriyle oluşan mülteci akınları Roma’nın başına büyük dertler açar. Zaten içten çürümüş olan Roma, zorlukla ayakta durmaktadır ve ağır Germen baskısı altında tamamen çöker.

Pek çoklarına göre Hunlar’ın Germenleri ezmesi ve Romalıları baskı altında tutabilmesi büyük bir başarı hatta fütuhattır. Şübhesiz ki, ortada büyük bir askerî başarı var ama bu sadece maddî bir zafer olup kazanan tarafa gerçek bir hâkimiyet sağlamamıştır. Ansızın Avrupa kapılarında beliren Hunlar, geldikleri gibi ansızın yok olurlar. Geride ürkütücü bir isim ve döktükleri kandan başka iz bırakmayan Hunlar’ın macerası, şuursuz gücün örneğidir ve asla bir fatihlik numunesi sayılamaz. Eğer o topraklarda büyük bir facia-tabiî afet yaşansaydı, böyle bir yıkım ve göçe sebeb olur sonra da sessizce çekip giderdi. Hunların insanlık tarihine getirdiği, ancak büyük bir veba salgını veya yanardağ patlamasından geriye kalacak ceset yığınları ve kül tabakalarıdır. Hunların bir asır boyunca Avrupa’da kasırgalar estirdikten sonra yok olup gitmelerinin tek açıklaması, o coğrafyada yaşayan Germen ve Slav kavimleri arasında kolayca erimiş olmalarıdır. En renksiz tarafından dahi olsa hiçbir medeniyet çizgisine mâlik olmayan Hunlar eğer kaba kuvvetleri ölçüsünde güçlü bir medeniyete sahib olsalardı Germen ve Slavları kolayca dönüştürüp kendilerine benzetirlerdi ve herhâlde Avrupa’nın tarihi bambaşka olurdu.

Hunlar’ın perişan ettiği Germenler, zayıf Romayı istila edip yıktılar ve Hunlar’dan öğrendikleri yağma ve katliam sanatını icra ederek Roma ülkelerinde büyük tahribat yaptılar. Ne var ki, karşılaştıkları ihtişâmlı Roma medeniyeti onları adeta büyüledi. Çok değil sadece bir asır sonra, Ren Nehrini geçen Germenler hızla Hıristiyanlığı benimsedi ve Latinleşti. Bugün İspanyol ve Fransız milletinin genlerinde gayet yoğun Germen unsuru vardır ama kendilerinden asla Germen diye bahsedilemez, onlar Latindir. Ren Nehrinin doğusunda kalan Germenler ise kendi dillerini konuşmaya devam eder ama kısa zamanda onlar da Hıristiyanlaşır. Frankların meşhur “Büyük Kralı”, kendi öz ismiyle değil, Latince “Carolus Magnus” ünvanıyla tarihe geçmiştir: Şarlman. Frank İmparatorluğu kendini Romanın varisi saymış ve asırlarca “Kutsal Roma İmparatorluğu” adını taşımıştır. Napolyo’nun Almanlar üzerine yürümesine kadar bu isim yaşamıştır.

Doğudan Hun istilasına benzer, Avar, Bulgar ve Macar saldırıları dönem dönem tehdid olarak ortaya çıksa da, “Hıristiyanlığı korumak için dinsizlere karşı savaşan” Franklar tarafından durdurulur. Bizans’tan Slavlara doğru yayılan Hristiyanlık çok geçmeden bu Türk kavimlerini de asimile eder ve Doğu Avrupa’nın güçlü ve korkulan efendileri, Hıristiyan Slavlar hâline gelir.

Sonuç olarak, kendi iç dinamikleri çürümüş olan Roma medeniyeti uğradığı barbar istilası sayesinde varlığını sürdürme imkânı sağlamıştır. Son derece ilkel bir hayat yaşayan göçebeler, yanlarında silâhlarından başka bir şey getirmediklerinden dolayı, kısa zamanda yıktıkları dünyayı tekrar inşa etmeye koyulmuşlar ve bekçisi olmuşlardır. Bütün Slav ve Germen kavimleri Roma ve Bizans etkisi altında Hıristiyanlaşmış, sonradan gelen Türk kavimlerini de içlerinde eritmişlerdir. Fatih zannedilen Hunlar karşısında medeniyet galib gelmiş, istilacılar yok olurken Roma yaşamaya devam etmiştir.


Son Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in

Biseti ve Arablar’ın 3 Kıtaya Yürüyüşü



Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem zuhuru ve Arab yarımadasına İslâm’ı nasıl hâkim kıldığı herkesin mâlûmudur. O’nun vefatından sonra yarımadadan çıkan Arablar’ın, İslâm dinini yaymak için başlattıkları büyük aksiyon, tarih boyunca benzeri görülmemiş bir hâdisedir.

Sahib oldukları dünya görüşünün üstünlüğü sayesinde, çölde göçebe kabileler hâlinde yaşayan bir milletin bu çapta bir inkılâb yaşayabilmesi medeniyet mefhumunun yüceliğini gösterir. İslâm dinine duydukları sarsılmaz bağlılık ve onu yaşatma liyakatleri yönüyle Arablar, ayrıca yad edilmeyi hak ediyorlar.

İlk 4 Halife zamanında (30 yıl)1000 yıllık kadim Pers İmparatorluğu’nu yok eden Arablar, Bizans’ın elinden bütün doğu Anadolu’yu, Suriye’yi ve Mısır’ı aldılar. Zamanın 2 büyük gücüyle aynı anda savaşan Arablar, mevcudu 50 bin civarında olan ordularıyla, zırhsız olarak adeta yalınkılıç savaşıyorlardı. Düşmanları ise her muharebede 100 binin üzerinde iyi donanımlı ordular çıkarabilecek imkânlara sahibti. Buna rağmen bütün çarpışmalar Arabların kesin zaferiyle sonuçlandı. Özellikle Mute, Yermuk, Kadisiya ve Nihavend savaşları, harb tarihi açısından sayısız incelemelere konu olmuş, ama genellikle Arab komutanların üstün dehası açısından ele alınmıştır. Arab ordularının davalarını galib kılmak için gösterdiği cesaret ve feragat daima gözden kaçmış veya kaçırılmak istenmiştir. Yermuk savaşına 88 yaşında çok yaşlı bir nefer olarak katılan Ebu Süfyan Radıyallahu Anh’ın gözüne saplanan oku çıkarıp savaşa devam ettiği sahne, bu savaşları kazandıran amilin ne olduğunu gösterir. 6 milyon Hıristiyan nüfusa sahib ve 100 bin kişilik Bizans ordusuyla korunan Mısır, Amr ibni As komutasındaki 12 bin kişilik küçücük bir orduyla fethedilmiştir. Arablar Mısır’a doğru yürüyüşe geçtiklerinde ne yapacaklarını tesbit etmek için toplanan Kıpti reisleri, kendilerinin dünyayı sevdiği kadar müslümanların ölümü sevdiğini dile getirmişler ve daha savaşa bile giremeden yenilgiyi kabul etmişlerdi. 4 halife sonrasında, doğuda Hindistan’a batıda Atlas Okyanusu’na doğru yürüyüşlerine devam eden Arablar’ın, kendilerini taşıyan gemileri yaktırıp ordusunu fethe mahkum eden komutan Tarık emrinde 7000 kişiyle İspanya’yı fethetmesi, İslâm fetihlerinin özetidir.




Zaferin Sebebi ve Sonuçları

“Selefi salihin” (Ashabı kirâm, Tabiîn ve Tebe-i tabiîn) olarak adlandırılan İslam’ın ilk kuşağı, dinlerine bağlılıkta çok ileriydiler. Sadece bu bağlılıkta şahsiyet bulmuşlar, her iş ve eserlerinde inançlarını pırıldatmışlardı. Onları bu büyük hamleye sevk eden ve muzaffer kılan, ideal ve inançlarından başka bir şey değildi. Şunu da bilmelidir ki, onlar dinlerine körü körüne bağlı değillerdi, tam tersine derin bir idrak ve vukufiyet sahibiydiler. Onların bu emsalsiz başarısında dikkat edilmesi gereken 3 şey vardır. Evvela; çölde göçebe yaşayan ve tarihte adeta hiç gözükmemiş dağınık kabilelerin aniden yanardağ gibi infilak etmesi, büyük bir ruhî inkılâb geçirerek bir ideal etrafında birleşmeleri ve dünyaya hükmetmeye soyunmaları hadisesidir. Hunlar veya Moğollar gibi büyük kalabalıklara dayalı şuursuz bir gücün dışa doğru patlaması değildir. Buradaki esas tamamıyla ruhîdir ve bir milletin saf bir fikre bağlılıkla şahsiyet kazanmasıdır. O kadar ki, Arablar bu vesileyle Arab olarak değil Müslüman olarak anılmışlar ve başarıları da İslâm adına kaydedilmiştir. Arabın gösterdiği istidattan dolayı hakkını teslim ettik, ama unutmamalı ki onlar da eserlerini, kendilerine şahsiyet veren ideallerinden bilmiş ve ona bağışlamışlardır. Bu yüzden bu zaferler tamamıyla İslâm’ındır. Bir medeniyetin kendi kotardığı bu çapta bir aksiyon tarihte görülmedi. Bizzat fikrin istilasına uğramış Arablar’ın tarihî hurucu medeniyet diye ifade ettiğimiz mefhumun gücündendir. İkincisi; Arablar’ın ideallerine duydukları sadakat ve taşıdıkları yüksek heyecan, onları kendilerinden kat kat büyük düşmanları karşısında galib getirdi. Hiçbir dünya hırsı ve talan arzusu böyle bir aksiyon doğuramazdı zaten. Öyle olsaydı kendilerinden maddi olarak çok üstün durumda bulunan Pers ve Bizansa karşı hem de aynı anda harbe girişmezlerdi ve kolayca yenilirlerdi. Onların heyecanına mukabil Pers ve Bizans’ta düşüş ve gerileme vardı. Sûretâ kuvvetliydiler ama cesur değillerdi. Üçüncü olarak; Arablar fethettikleri ülkelerde yağma ve katliam yapmadılar, tam tersine getirdikleri medeniyeti o ülkelerde de inşa ettiler. Bu sayede çok geniş topraklarda büyük çapta bir inkılâb gerçekleşti.

İslâm fetihleri sonrası manzaraya baktığımızda, çoğu kadim medeniyetlere mensub olan milletlerin adım adım Müslümanlaştığını, hatta bazılarının aynı zamanda Arablaştığını görürüz. Fatihlerin getirdiği medeniyetin tazeliği ve yüceliği ve taşıdıkları ahlâkî üstünlük karşısında, tarihte kendini ispatlamış büyük milletler birer birer çözüldü ve muazzam bir inkılâb yaşayarak İslâm ümmetine dâhil oldu. Yüzyıllardır Roma ve Pers medeniyetlerinin ışıldadığı Mısır, Suriye, Mezopotamya ve İran, 2 asır içinde İslâm coğrafyasının belkemiği hâline geldi. İran haricindeki topraklar hem Müslümanlaştı hem de büyük çoğunlukla Arablaştı. Kadim Farsça bile Arabça karşısında kendini kaybetti. Abbasiler’in Farsça’nın kaybolmaması için gösterdikleri çaba olmasa belki Farsça da unutulacaktı. Kuvvetle asla elde edilemeyecek inkılâbların, kuvvete karşı muzaffer olan medeniyet eliyle başarılmasına en güzel örnektir bu.



Selçukluların Doğuşu

Oğuzlar’ın Kınık boyuna mensub Selçuklu ailesi, milâdî 10. yüzyıl ortalarında bağlı oldukları Oğuz konfederasyonundan koparak Horasan’a inmiş ve burada Müslüman olmuştu. O demlerde yeni doğmuş güçlü Gazne ve Karahanlı devletleri tarafından tehlikeli görülerek dışlandılar. Eski yurtlarına dönmeleri de mümkün değildi. Bu yüzden bir anda düşman denizinde küçük bir adacığa dönüştüler. 80 yıl boyunca Horasan çöllerinde mahkûm hayatı süren Selçuklular’ın macerası, her an yok olmayla burun buruna oldukları ölüm kalım savaşıdır. Liderlerinin Gaznelilerce esir edilmesi ve Kıpçaklar’ın baskınıyla binlerce kayıb vermelerine rağmen ayakta kalan Selçuklular’ın Gazne üzerine yürümesi, örnek aldıkları Müslüman komutanların aksiyonunu hatırlatır. Kendilerinden sayıca çok üstün olan Gazne ordusunu Dandanakan’da yenmeyi başaran Selçuklular, aksiyonlarını büyüterek hem Gazne ülkelerini alır, hem de İran’a yürür. Bununla da yetinmeyerek adım adım Azerbaycan ve Kafkasya’ya girerler. Orada da durmayan Selçuklular, sayıca çok üstün Bizans ordusunu Malazgirt’te yok edip ve 10 yıl gibi kısa bir zamanda Anadoluyu baştan başa istila ederler. Selçuk Bey’in yanında bir alay mevcudunu ancak bulan askeriyle kurduğu küçücük devlet, bir asır içinde muazzam bir imparatorluk hâline gelmiştir. Bizanslılar’ın Anadolu ve Azerbaycan’da fethedilmiş toprakların tamamını geri alarak Suriye ve Irak’a doğru yayılmaya başladığı demlerde Selçuklular’ın çıkıp gelmeleri, Bizans’ın tamamen geri çekilişini ve İslâm fetihlerinin tekrar başlamasını sağlar. Aynı zamanda İslâm dünyasının yaşadığı büyük fikri kargaşaya da son veren Selçuklular, İmam Gazali’nin ”ihya” hareketini medreseler kurarak desteklediler ve Şiî Fatımîleri Asya kıtasından sürdüler.

İmkânsız sayılabilecek başarılarından dolayı daima destansı yönleriyle hatırlanan Selçuklular, medeniyetin kaba kuvvete üstünlüğünün mükemmel bir örneğidir. Etraflarını saran güçlü düşmanlara ve zorlu coğrafi şartlara rağmen, sahib oldukları ideale bağlılıklarından dolayı ayakta kalan ve muzaffer olan Selçukluları acaba inançları haricinde ne gibi bir saik böyle bir direnişe ve taarruza sevk edebilirdi? İlk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in “cihad ve gaza yolunda çalışmak” diye özetlediği ideal, kendilerinin olduğu kadar halefleri Osmanlılar’ın da düsturu olarak miras kalmış ve Türkler’in İslâmla beraber yeni hüviyetini billurlaştırmıştır.




Haçlı Seferleri

Hıristiyan Avrupalıların kendileri için kutsal saydıkları Kudüsü Müslümanlardan geri almak için düzenledikleri seferler, içinde dünya hırsı da barındırıyor olmasına rağmen esas olarak dini mahiyettedir. Papalığın yoğun propagandası sonucu doğan heyecanla yapılan ilk sefer başarılı olur ve Kudüs işgal edilir. Hiç şübhesiz, sayısız krallıklara bölünmüş Avrupa’dan birleşik dev bir ordu toplayıp da Kudüse sevk etmek cidden büyük bir başarıdır ve ancak ruhî sebeblere dayanarak anlaşılabilir. Avrupa içlerinden çıkıp önce Anadolu’ya oradan da Suriye’ye inip Kudüsü almak sadece düşünce olarak bile zordur ama Papalık bunu Hıristiyanlık gayretiyle sağlamayı başarmıştır. Öte yandan maddi olarak yendikleri dünyayı tamamen yıkacak bir çaba doğuramayan bu heyecan, Kudüs’ün elde edilmesiyle çabucak diner. Tekrarlanarak devam eden diğer seferler ise daima ilkinin gölgesinde kalmış, bir kere başlatıldığı için mecburen sürdürülmüş ve ciddi bir sonuç getirmemiştir. Bir asır kadar sonra, Kudüs elden çıkmış ve geri alınamamıştır. Bir medeniyet emrinde bile olsa ciddi bir fikri derinliğe sahib olmayan haçlı seferleri, geçmişte Müslümanlar’ın kendilerine yönelttiği aksiyona cevab olamamıştır. 2 medeniyetin çarpıştığı bu hengamede, başlangıçta Haçlılar hem mânevî olarak hem de maddî olarak güçlüdür ama zaman içinde mânevî üstünlüğü karşı tarafa kaptırmaları maddî olarak da hüsran getirecektir.



 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Moğol İstilası

Moğolların ansızın ortaya çıkıp kasırga gibi esmeleri, tarihin en çarpıcı hâdiselerinden biridir. Orta Asya’nın kadim sâkinleri Hunlar ve İslâm öncesi Türkler gibi gayet ilkel göçebe hayatı yaşayan ve hiçbir medeniyet çizgisine sahib olmayan Moğollar, Cengiz Han liderliğinde Göktürklere benzer bir birlik hâline geldiler ve derhal Çini işgal edip yağmaladılar. Ardından batıya doğru yürüyerek tarihi ipek yoluna vardılar. Moğollar, tıpkı Göktürkler gibi Çin ve ipek yolunu baskı altında tutan bir güç olarak kalmak istiyorlardı. Orta Asya geleneklerine göre daha aşağılara inmek tehlikeliydi, çünkü Çin medeniyeti karşısında Türkler ilkellikleri yüzünden çözülüyorlardı. Harzemşahların anlaşmalara uymayarak Moğollarla düşman hâline gelmesi, tarihte ilk defa Orta Asya’dan ipek yoluna ve ötesine bir saldırı gelmesine sebeb olmuştur. Orta Asya steplerinden güneye sadece Çine yönelmiş olan göçebe Moğollar ve Türkler, Cengiz Han liderliğinde akın akın hücuma geçtiler. Şimdiki Özbekistan, Afganistan ve Türkmenistan’ın işgaliyle biten bu saldırı sonunda tarihi şehirler bütün nüfusuyla beraber yok edildi. Bunun akabinde Hunlar gibi Hazar üzerinden Kafkasya ve Karadenize doğru da saldıran Moğollar, Kıpçaklar ve Rusları da perişan ettiler. İran üzerine yönelen saldırı Cengiz Han’ın ölümüyle fasıla verse de, 20 yıl sonra aynı şiddetle tekrar edecektir. Bir taraftan Batu Han liderliğinde Karadeniz’in kuzeyinden Almanya ve Balkanlara kadar ilerleyen Moğollar, diğer yandan Hülagü Han liderliğinde İran, Irak, Doğu Anadolu ve Suriye’yi zabtederler. Aşağı yukarı 50 yıl süren ve dünyanın her yanında derin bir korku uyandıran istila, özellikle İslâm beldelerinde korkunç bir yıkıma sebeb olur. Ele geçirilen şehirlerde uygulanan tecavüz, işkence ve katliam öyle bir korkuya sebeb olur ki, pek çok şehir Moğol korkusundan derhal teslim olur, bazı ordular da savaşamadan harb meydanını Moğollara terk eder. En son Bağdatta uyguladıkları vahşet insanlık tarihinin gördüğü en büyük trajedilerden sayılır.

Memluk müdafaasıyla durdurulan Moğollar’ın bu kadar geniş toprakları çok kısa zamanda ele geçirmiş olmaları askerî olarak çok büyük bir başarıdır. Orta Asya göçebe hayatının gereği olarak sürekli at sırtında ve savaşa hazır yaşayan Moğollar, hem sayıca çok kalabalık, hem de son derece disiplinliydi. Cengiz Han’ın dağınık Moğol kabilelerini ordu hâline getirmedeki becerisi tartışılmaz. Üstelik bu ordu çok iyi savaşıyordu. Askerlerin en çetin anlarda bile pes etmemesi, komutanların hem sahrada hem de kale kuşatmalarında gösterdikleri taktik deha ve tehdidi tamamen sona erdirmek amacıyla hayvanî bir içgüdüyle uygulanan katliam politikasının saldığı korku, bu orduyu yenilmez hâle getirdi.

Sayısız maddî zafer getiren askerî üstünlük, Moğollar’ın medeniyetsiz olmaları yönüyle sakattı. Cengiz Han’ın dünyaya hâkim olma ideali her ne kadar büyük bir iddia olsa da bunu ne adına yapacağı belli olmadığından sadece laftan ibaret kaldı. Bu açıdan Hunlar’dan bir gömlek üstün olsalar da icraatlarıyla aynı seviyeyi işgal eden Moğollar, Hunlarla aynı akibeti paylaştı. Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’den olma torunu Berke Han Müslüman oldu. Kardeşi Batu Han’ın ölümünden sonra tahtı zorla ele geçiren Berke Han, amcaoğlu Hülagu’ya düşman hâle geldi ve Memluk sultanı Baybarsla müttefik oldu. Onun zamanında Altunordu ülkesinde yaşayan Kıpçaklar ve Moğollar tamamıyla Müslümanlaştı ve sayıca az olan Moğollar Kıpçaklar içinde eriyip ciddi nisbette Türkleşti. Kendisi Nasturî Hıristiyan olan Hülagu’nun ölümünden sonra İran’da hâkim olan Moğollar da Müslümanlaştı. Daha doğuda yaşayanlar ise, Türklerle karışarak Türkçe konuşmaya başladı ve Müslüman oldu. Kubilay Han zamanında Çin, imparatorluğun merkezi olmuştu. Orada kalanlar da kısa zamanda Çinlileşti. Moğollar’dan çok küçük bir nüfus şimdiki Moğolistan’da kaldı ve Moğol olarak yaşadı. Sonuç olarak tıpkı Roma’yı yıkan Germenler gibi yıktıkları medeniyete ram olan Moğollar, sahib oldukları muazzam güce rağmen fikirsiz kaba kuvvetin medeniyet mefhumu karşısında ne kadar aciz olduğunu ispat eder. Memlukler’in Moğollara karşı gösterdiği direniş ayrıca zikredilmeli. Memluk sultanı Seyfeddin Kutuzun Moğol elçilerini öldürerek meydan okuması, Suriye’ye kadar gelmiş müthiş Moğol korkusuna da meydan okumak demekti. Her an Haremeyni de yağmalayıp Müslümanları kahretmek üzere olan Moğollara karşı her şeyi göze alarak savaşmak, Moğolların şuursuz gözü karalığına mukabil şövalyevari cesareti temsil eder. Elbette bu cesaret ancak ruhî bir amilin eseridir.



Yeni Dünyanın Keşfi

Avrupalılar’ın Amerika kıtasını keşfetmesi ve sömürge hâline getirmesi, daima onların dünya hırsları ve zalimlikleri yönüyle dile getirilir. Gerçekten de ortada sistemli bir katliam politikası vardır ama kıtanın yerlilerinin adeta hiçbir varlık gösteremeden istilacılara mağlub olmaları açıklaması zor bir hâdisedir. Okyanusu güçlükle aşıp gelmeyi başaran kaşiflerin uçsuz bucaksız ülkeleri kısa zamanda ele geçirmeleri onların gücüyle açıklanamaz. Bilâkis kolayca yenilmeleri gerekirdi. Çin ve Japonya’ya yaklaşmakta çok zorlanan Avrupalılar’ın Amerika kıtasındaki bu başarısı, oradaki yerlileri direnmeye sevk edecek hiçbir ruhî dayanağın bulunmamasından olsa gerek. Gayet ilkel bir hayat yaşayan yerlilerin küçük kuvvetler hâlinde yeni dünya topraklarına yerleşen Avrupalılar karşısında şaşkınlığa düştükleri hatta büyülenmişçesine diz çöktükleri açıktır. Eğer öyle değilse ve her şeye rağmen barışçıl kurbanlar olmayı kabul edecek kadar alçakgönüllü olduklarını ihtimâlini de düşünemezsek, bu durumu ancak yerlilerin acınacak derecede aptal oldukları iddiasıyla açıklayabiliriz. Bence en doğrusu; geçmişlerinde köklü bir medeniyete sahib oldukları anlaşılan yerlilerin zaten yıkılmaya uygun durumda olduklarını ve istilâcılara göre hem ruhî dinamiklerinin çürük olması, hem de maddî şartlar açısından direnecek güçte olmadıklarını kabul etmektir. Bu durumda Avrupalıların başarısına şaşmamalı. Kıtada tutunmayı başardıktan sonra gaddarca yöntemlerle yerlileri hâkimiyet altına alan Avrupalılar, kıtayı sömürürken oraya kendi renklerini de verdiler. Kristof Kolomb’un ilk yaptığı işlerden biri kilise inşa etmekti. Zamanla şehirler kurularak kolonize edilen yeni dünya, batının bir parçası hâline geldi. Sonuçta istila etikleri ülkelerde uyguladıkları açık soykırıma rağmen Avrupalılar, kendi medeniyetlerine bağlı olarak sistemli bir gelişme kaydetmiş, anakarada doğan aydınlanma çağı fikirleri doğrultusunda yeni bir dünya inşa etmişlerdir. Özellikle Protestan Anglo Saxonların Kuzey Amerika’da devletleşerek büyümeleri, bağlı oldukları Batı medeniyetine de hâkim olmalarını sağlayacak bir harekettir. Avrupalılar’ın belli bir fikrî mihraka bağlı olarak uyguladıkları sistemli ve şuurlu istilâ hareketi, medeniyet çekirdeğine sahib olsa bile içten çürümeye yüz tutmuş yerlileri kolayca yenmelerini sağlamıştır. Eğer Avrupalıla’rın kendilerinden başkasına tahammül edemeyen bencillik ve kibirleri olmasaydı gene yerliler yenilecekti. Bu defa kanlı bir yenilgi değil, gönüllü bir kabul ve benimseme olacaktı. Avrupalıları kendi inançlarına göre ilâhî bir mevkide gören yerliler için bu iddia mantıklı sayılmalı.



Birinci Dünya Savaşı

Anglo-Saxon emperyalizminin kesin zaferiyle sona eren bu savaş, geçen yüzyılın sonunda moda deyim olan medeniyetler çatışmasının ta kendisidir. Fransız Devrimiyle kendini perçinlemiş Aydınlanma Çağı değerlerinin İngilizler’in liderliğinde hem Avrupa’nın eski rejimlerine hem de sömürge ülkelerine ve Doğu’ya doğru uygarlaştırma misyonu adı altında hâkim kılınması çabası en sonunda büyük bir gerilim doğurdu ve her türlü ulaşım ve haberleşme cihazlarının gösterdiği gelişme sayesinde zaten küçülmüş olan dünya, büyük ve uzun bir savaşa sahne oldu. Bir tarafta İngilizler ve uydusu Fransızlar’ın temsil ettiği yeni batı, diğer tarafta Avrupa’nın eski kralları ve Osmanlı’nın temsil ettiği Doğu… Yeni dünyanın eskisini yıkmasıyla biten bu savaşta her 2 taraf da maddî olarak az çok denktir ve bir medeniyete bağlıdır; üstelik eskinin temsilcileri, galiblere göre daha köklüdür. Ne var ki köklü olmaları onların üstün olduğu anlamına gelmemektedir, bilâkis çürümüş ve zevale meyletmişlerdir. Yeni dünyanın sağlam fikri altyapısı ve ona bağlı olarak sistemleştirdiği emperyal siyaseti tıkır tıkır işler ve kendi zaferi için şartları olgunlaştırırken, eski dünya sadece reaksiyon hâlinde kalmış ve kaybetmeye mahkûm olmuştur. İngilizler’in çalışkan mizacının Protestan ahlâkı emrinde gösterdiği terakki hayranlık uyandırır. Avrupa’da Aydınlanma çağı fikirlerine de merkez olan İngiltere herkesten önce kendi “aydınlanmasını” tamamlamış; sabırlı, dikkatli ve disiplinli bir çabayla imparatorluğunu genişletmiş, dünyaya hâkim olmak için hazırladığı plana daima sadık kalmış; bu sadakat ve inancı nesilden nesile aktarmayı başarmıştır. Önceleri rakibiyken zamanla dünya görüşü noktasından kaynaştığı Fransa’yı da müttefiki hâline getiren İngiltere, rakibleri Almanya, Avusturya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarını köşeye sıkıştırmıştı. Bu 4 eski devlet, yeni rüzgâra karşı önce direnme, sonra da taklit etme yoluna gitti. Kendi yaşadığı inkılâbı apar topar taklit etmeye çalışan eski dünyayı böyle bir inkılâba zorlamak da onları çözmenin araçlarındandı. Böylece savaş sonunda bu 4 devlet üstelik biri de İngiliz müttefiki olduğu hâlde trajik şekilde yıkıldı.

Birincinin devamı olan İkinci Dünya Savaşı’nda da netice değişmedi. İntikam hırsıyla doğan ve ırkçılık psikolojisine dayanan sunî Nazi ideolojisi sistemli bir tez üretememiş ama esas aldığı psikoloji sayesinde Alman milletinde büyük heyecan uyandırmıştır. Kısa zamanda devrinin en güçlü ordusunu inşa eden Almanya, yeni hüviyetiyle altın çağını yaşamakta olan yeni dünyaya reaksiyon olarak taarruza geçmiş ama başarısız olmuştur. Batıda tamamen hâkim olan demokrasi ve hür teşebbüs dünyasını sadece kaba kuvvetle dize getireceğini sanan Hitler, üstün taktik dehası, kabiliyetli generalleri, muazzam silâhları ve çok iyi savaşan cesur ordularına rağmen kazanmayı hak etmemişti. Yeni dünyanın yanlış bulduğu yeni anlayışı çoktan kökleşmiş ve meyvelerini vermişti ama Hitlerin dünyası 1918 yenilgisinin öfkesiyle yaşayan yaralı milletinin heyecanından ibaretti; sadece savaş esnasında yapılan ölümcül hatalardan bile anlaşılacağı üzere köklü bir ideolojik altyapıya ve bunun sonucu kapsamlı bir emperyal plana sahib olmamakla maluldü.

Örnekleri çoğaltmamız mümkün. Sadece Osmanlı’nın macerasını anlatmak bile yeterdi aslında. Hem Anadolu’da hem Balkanlar’da adım adım büyüyen Osmanlı’nın, kendi medeniyetini inşa ederken aynı zamanda ondan inkişaf aracı olarak istifade etmesi, ilerleyen asırlarda kendisini büyüten medeniyet vahidine yabancılaşmasıyla uğradığı felâket ve sadece askerî durumu düzelterek tekrar ayağa kalkacağını zannedip daha da zavallı duruma düşmesi ve üstün gördüğü dünyayı anlamak yerine onu taklit ederek kendini tamamen yıkılmaya mahkum etmesi… Osmanlı hakkında ayrı bir fasıl içinde sıralanması gereken bu maddeleri buradaki alâkası içinde bu kadar zikretmemiz kâfidir. Ayrıca değişik örnekleri sıralamak daha faydalıydı.

Tarihi sadece hikâye gibi okumayıp hâlimizi muhasebe ve istikbalimize yön verme maksadıyla anlamaya çalışıyoruz. Ne yazık ki çoğu zaman okuduklarımızı anlamamamız veya yanlış anlamamız yüzünden verim alamıyoruz. Sonuçta tarihte ne olmuşsa az çok belli ve bunu sürekli tekerlemenin faydası yok. Bunlardan ibret alacak feraset nazarı eksik oldukça sonuç değişmeyecektir. Osmanlı’nın çağın gerisinde kaldığı için (ne demekse) çöktüğünün sanılması, Selçukluların çok cesur oldukları için Bizansı yendiklerini iddia ederken Bizans’ın çürümüş olduğunun fark edilmemesi, pörsümüş Avrupa’nın Osmanlı’nın büyümesi karşısında aciz kalışı, Avrupa’nın yeniden doğuşunu Osmanlı’nın küçümseyen gözlerle izlemesi, Viyana önlerine 700 bin kişilik bir orduyla gidip darmadağın geri dönülmesini iklim şartlarına veya Tatarlar’ın ihanetine bağlayıp Jan Sobieski’nin 60 bin kişilik ordusuyla Viyana için ölmeyi göze alarak savaştığının, buna mukabil Osmanlı ordusunun devasa heybetine rağmen ne kadar ruhsuz olduğunun fark edilememesi…

Eğer bugüne gelirsek; çoktan ruhunu kaybetmiş Batı’nın kaba kuvvetle hâkimiyetini sürdürme çabası içinde olduğunu göremeyip Batı’ya direnmenin pahalıya mal olacağını sananlar, Müslümanlar’ın gösterdiği direniş ve taarruzun gitgide büyümekte olduğunu ve zafere doğru gittiğini görememektedirler. Bir zamanlar büyük bir dinî heyecanla Arablara karşı savaşan ve sürekli galip gelen İsrail, 70’lerden beri durumu muhafaza için çabalamaktadır. Elinde üstün silâhlara rağmen Hamas karşısında mağlub olan İsrail, bugün kendini surlar arkasına hapsetmiştir. Batılılar’ın icad ettiği silâhlar tamamıyla göğüs göğüse gelmekten korkan askerlerini riske atmadan kullanmaya yardımcı olmak amacına hizmet etmektedir. Yozlaşmış ve yaşlanmış Batı’nın değerleri çökmüştür. Ahlâksızlık ve sefahat yüzünden uyuşmuş bu bünyenin meyve vermesi imkânsız olduğu gibi ciddi bir saldırıya direnmesi de mümkün değildir. Diğer taraftan mânevî dinamiklerine geri dönmekte olan ve kendi içinde önderlik merkezinin de inşa edilmesiyle beraber büyük bir inkılâba hazır bulunan İslâm âlemi, dünyanın 100 yıl öncesine göre iyice küçüldüğü bu asırda yeryüzünün her köşesine hâkim olacak ve medeniyetin kaba kuvvete nasıl üstün geldiğine tarih bir kere daha şahid olacaktır.

Furkan Dergisi, Temmuz 2011, s. 40
images
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Oryantalizm Batağında Batı


Nasreddin Hoca’ya atfedilen espridir: “Dağ başında bir yalan uydurdum, aşağı indim ben de inandım!” Her zaman doğruyu söyleyen Nasreddin Hoca, esprili dille gene bir hikmet ifade etmektedir. Putunu kendi yapar kendi tapar hesabı, safdillerin kendilerini nasıl kandırdıklarını olanca açıklığıyla ifade eden bu söz, Batının Oryantalizm yoluyla icad ettiği Doğu imajına (özellikle İslâm) nasıl inandığını ve doğmakta olan Doğu’nun inkişafını fark edemeyip nasıl gafil avlandığını basitçe ortaya koyar.


Öncelikle Oryantalizm, Batı’nın Aydınlanma Çağı’nda icad ettiği bir araştırma sahasının ve usulünün adıdır. Doğu’yu ve özellikle İslâm toplumlarını anlama ve bu sayede onlarla mücadelede doğru yöntemleri tespit amacıyla inşa edilen Oryantalizm, yerine göre karşı tarafı taklit etme ameliyesine de hizmet eder. O demlerde Batı’da hâkim olan rasyonalizm rüzgârının etkisiyle Oryantalizm, Doğu’yu basitleştirmeye, kategorize etmeye ve bu sayede sağı solu bariz şekilde görülebilecek bir resme veya haritaya dökmeye çalışmıştır. Eski Yunan’la başlayan “Biz ve Onlar”, “Biz ve Barbarlar”, “Biz ve Doğu”, şeklinde kendini tarif ve diğerini dışlama faaliyetinin zirvesidir. Şu var ki, her “kendi”, kendini tarif ederken kendinden olmayanı dışlar, dışlamalıdır da. Bu açıdan mazur hatta makul kabul edilebilecek “biz ve Doğu” tasnifi, esasında kuru akıl ve kaba maddeye dayalı Batı karakterinin derin Doğu ruhuna bir türlü nüfuz edememesi, onu anlayamaması, ondan ürkmesi, onu aşağı görmesi, ondan korunma ve ona hükmetme isteğine duyulan bağımlılığından doğduğu için sakattır. En başından beri kendini üstün gören Batı, Doğu’yu aşağı görmeye alışmıştır. Oryantalizm ise bu bakışı sistemleştirmiş, bir nevi ilimleştirmiştir.


1700’lerde Batı’da hâkim olan rasyonalist bakışın her şeyi sınıflandırıp çerçeveleme alışkanlığı, aynı demlerde Batı’nın Doğu’ya ve Doğu’nun zımnında kabul edilebilecek “dünyanın geri kalanı”na yönelik parlak taarruzunun doğurduğu emperyalist siyasete yardım edecek “zihni –mental” aletlerin de icadını beraberinde getirmiştir. İşte Oryantalizm bu anlamda temel misyonu sırtlanır. Sonraki 2 asırda doğan Tarih, Sosyoloji, Antropoloji ve Etnografya gibi ilim dalları da tamamıyla aynı amaca hizmet etmeleri maksadıyla tesis edilmiştir. Hepsinde esas şudur: “Öteki”ni, yani “Doğu”yu, yani “Düşman”ı tanımak ve anlamak, ona göre savunma ve saldırı yöntemleri geliştirmek, işgal sonrasında kolay yönetmek ve sömürmek! “Bilgi güçtür” esasına dayalı olarak başlatılan bu faaliyetler ve elde edilen başarılar takdiri şayandır ama saf ilim gayretinden ziyade düşmanca tecessüs duygusunun eseridir. Bu sebeble bariz bir “istihbarat ve karşı istihbarat operasyonunun temel direkleri olarak da görülse yeridir (bugün hâlâ büyük üniversitelere bağlı “think-tank” kuruluşlarının aynı amaca hizmet ettiklerine şahidiz, özellikle Amerika bu kuruluşların faaliyetlerine büyük paralar harcar). Avrupa’nın insanlığın ilerlemesinin merkezi - ilerlemenin ne olduğu da ayrı bahis- iddiasını esas alarak Doğu’yu ve dünyanın geri kalanını inceleyen Batılı Tarih, Sosyoloji, vs., Batı’nın üstünlüğünü ve “öteki”lerin geriliğini vurgulamaya çalışır. Böylelikle Batı’nın dünyayı yönetmesinin tabiî olduğu, hatta şart olduğu noktasına varılır. Şübhesiz, aklın hakkını vermede ve aklı kullanmada belki alkışlanacak bir yere sahib olan bu çaba, aynı zamanda aklın haddini aşmasını ve sahibini de saptırmasının örneği olacaktır. Bu hem akıllı hem de akılsız gayretin tohumudur Oryantalizm. Başlangıçta Doğu’yu anlama ihtiyacının ürünü iken, zaman içinde istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetine dönüşmüş, bilerek karşı tarafı aldatma ve veriler doğru yorumlanamadığı için de yanlış anlama ve kendini kandırma yanlışına sebeb olmuştur.


Oryantalizmin, özündeki basitleştirme ve kategorize etme yaklaşımından dolayı ma’lül olduğunu ifade etmiştik. Avrupa’da kral ve kiliseye karşı teklif edilen ve başarılı olan rasyonalizm ve sekülarizmin üstünlüğü ekseninde ele alınan Doğu, bu yaklaşıma göre “aptal ve pasif”tir, adeta Engizisyon esareti altındaki Avrupalı yığınlarını andırmaktadır. O demlerde Doğu’nun tereddi içinde olmasından dolayı nisbeten tutarlı olan bu görüş, Doğu’ya gıdasını veren İslâm’ı, hiçliği arayan Hintli miskinliğiyle aynı kefeye koyarak daha başta ölümcül hatayı yapmıştır. Çin ve Hint iklimleri hakkında tespitler hemen hemen doğrudur, Ama Doğu’nun lideri olan İslâm hakkındaki aynı bakış, kaba rasyonalizme bağlı basitleştirme, daha doğrusu kolayına kaçma ucuzculuğu yüzünden tamamen yanlıştır. 1000 yıllık tarihi boyunca Müslümanların kurdukları medeniyet ve doğurdukları aksiyonu hiçe sayarak mistik ve metafizik karakterinden dolayı Hintli uyuşukluğuyla İslâm’ı bir tutmak hem göz göre göre hakikati ters yüz etmektir, hem de bakış sahibini yanıltan büyük bir hatadır.


Kralı ve kiliseyi yenmeyi başarmış Batılı için mağlub Doğu’yu aşağılamak hem kolay hem de eğlencelidir. “Fakirlerin kahvelerde tütün ve esrar sardığı, zenginlerin haremlerde alem yaptığı Doğu imajı, Aydınlanma Çağının müstehcen edebiyat düşkünlüğüne de paralellik belirttiği için tutkuyla benimsenir ve kısa zamanda klişe hâline gelir. Hayatı haremde geçen, tek emriyle başların kesildiği korkunç sultan ve ona kul gibi itaat eden korkak ve aptal tebaa; onlara göre Doğu budur. (Bugün hâlâ kimi Batı hayranlarının “biz tebaa değil ulusuz”, diye haykırmalarını hatırlatırım.) Bir medeniyeti anlama çabasının böyle bir basitliğe kaçması Oryantalizmin birinci cinayetidir. Her ilmi gayretin amacı, meselenin künhüne vakıf olmaktır. Oysa Oryantalizm daha satıhta bile yanılmıştır.


Bu yanlış görüşün Doğu’yu anlamada temel hâline gelmesi, Batılı güçlerin istila hareketlerine ideolojik bir anlam da katar. Onlara göre “ileri, üstün ve akıllı Batı, aşağı, aptal ve pasif Doğu’yu işgal etmeli ve eğitip adam etmelidir, geri ve zavallı Doğu, Batılılarca dövüle dövüle terbiye edilmelidir!” Uydurukçaya tercüme edersek “uygarlaştırma misyonu” denilen bu yaklaşım 2 asırdan beri emperyalizmin dilinden düşmemiştir ve bugün “özgürleştirme” adını almıştır. 19. ve 20. asırlar boyunca Batı emperyalizminin en sağlam ideolojik silâhı olan “uygarlaştırma misyonu” her türlü tedhişi meşrulaştırdı. İşgal edilen bölgelerin insanlarına karşı zulüm ve vahşet uygulamak, onları hizaya sokmak için gerekli ve faydalı görüldü. Şerefi için karşı koymaya devam edenler, düşman kategorisinden çıkarılıp asi ve bozguncu sayıldı. Her devirde var olan savaş hukuku ve adetleri çiğnenerek, karşı tarafa suçlu yaftası yapıştırılıp, adeta Batılıların haklarını gasp etmeye çalışan eşkıya muamelesi edildi. Anglo-Saxonlara karşı savaşan Geronimo’dan İtalyan işgaline karşı çarpışan Ömer Muhtar’a, Vietnamlı direnişçilerden Saddam Hüseyin’e kadar bu hep böyle olmuştur. Batılılar nazarında onlar “uygarlaştıma misyonu” nun gerçekleştirilmesine mani olan yahut özgürleşmek istemeyen geri kafalı ve kötü niyetli kişilerdir, veya Bush’un deyimiyle, Batılıların zenginliğini ve mutluluğunu kıskananlardır!

·

Oryantalizm, emperyalistlere ideolojik bir motivasyon sağladığı gibi karşı tarafı kendi içinde çökertme amacına da hizmet eder. Sürekli zihinlere kazınan “geri ve aşağı Doğu” imajı, Doğu’yu aşağılık kompleksi duymaya mahkûm eder. Bu aşağılanmaya karşı meydan okuyarak ayağa kalkmaya çalışan Doğu, Batı’ya yetişmeye çalışır ama bunu nasıl yapacağını bilemez ve kısa zamanda Batı’yı taklide başlar. Batı da buna destek verir, “bize benzerseniz her şey düzelir” propagandası yapar. Ne hikmetse bu hususta Doğu’ya karşı inanılmaz bir cömertlik sergiler Batı. Çok geçmeden bu cömertliğin sebebi de anlaşılacaktır. Dış yüzden taklit çabasının, peşinden kültür ithalini de getirmesi sonucu taklitçi Doğu toplumları kendi içinde çelişki ve buhrana düşer. Bu sayede Doğu’nun çaresizliği daha da derinleşecektir. Avrupa ülkelerinden gelen öğretmenler gittikleri ülkelerde oranın kültürünü hedef alır ve geriliğin sebebi olarak gösterir. Mesela Osmanlı’yı ele alalım: “Batı’ya yenik düşmenin ve geri kalmanın suçlusu İslâm’dır! Kilisenin hakkından gelip yeniden doğmayı başaran Batı’yı örnek alarak İslâm’ı bir kenara atmadan ilerlemek imkânsızdır!”



Avrupa’ya gönderilen öğrencilerin gördükleri manzaranın heybeti karşısında ezilmeleri sağlanır. İçki ve fuhuşla iğfal edilip esir alınır. Böylece Batı kültürünün hem yerli hem de gönüllü bir savunucusu yetiştirilmiş olur. Bu öğrenci geri döndüğünde kendi kültürünün düşmanıdır ve nasıl kullanıldığını anlamaksızın kendi vatanına ihanet eder. Kendi okumuşlarının bile Batı’yı işaret etmesiyle Doğu tamamen çözülmeye ve kendi kimliğini terk ederek batılılaşmaya yelken açar. Yine Osmanlı’yı ele alacak olursak, kabiliyetli ve zeki oldukları için Avrupa’ya gönderilen öğrencilerin çoğu Osmanlı içinde ciddi tahribata sebeb olmuşlar, uzun yıllar süren kargaşaların önderleri ve II. Abdülhamid Han’ın düşüşüne giden sürecin sorumluları olmuşlardır.


Doğu ülkelerinde okullar açarak karşı taraftan adam devşirmek de bu faaliyetin ayaklarındandır. 1800’lerin ortalarında İstanbul’da açılan Robert Kolej ve onun devamı olan Boğaziçi Üniversitesi bu misyonun parlak örneklerindendir. Bu okullarda kendi kültürüne karşı soğuk ve kibirli, Batı’ya hayranlıkla bağlı “tip”ler üretilir. Böylece ülkenin zeki ve kabiliyetli çocukları yabancılaştırılarak, onlar eliyle karşı tarafın zihni esir edilmeye çalışılır.


Kimi yabancı, güya “Türk dostu”, kimi yerli Türk düşmanları eliyle İslâm’ın sürekli aşağılandığı ve Batı’nın yüceltildiği bu operasyonu ve operasyonun başarısını şu iki örnek çok güzel teşhis eder. Birincisi, Osman Hamdi’nin “Kaplumbağa Terbiyecisi” isimli tablosudur. Sayısız sonradan görmenin evinde kopyaları asılı duran bu tablodaki kaplumbağa Osmanlı’dır. Elinde sopasıyla onu terbiye eden ressamımız kendi şahsında Batı’yı temsil eder. İkincisi, Tek Parti döneminde Dersim’e uygulanan kanlı operasyonun o dönemin basınında “uygarlaştırma misyonu” olarak takdim edilişidir. Doğu’nun bizzat Doğu’lu nazarında işte bu şekilde aşağılanması ve düşmanlaştırılması Oryantalizmin ikinci cinayetidir. Batı emperyalizmi hakkında yapılacak ayrı bir incelemede bunu tekrar ele almaya çalışacağız.

·

Oryantalizmin son cinayeti ise, sürekli karşı tarafa aşılamaya çalıştığı “aptal ve pasif” yalanına inanıp kendini kandırmasıdır. Doğu’da çok meşhur darbı mesellerdendir, “hasmın karınca bile olsa küçümseme!” Ne mutlu ki, Batı bu ölümcül hatayı işlemiştir ve eğer yaptığının farkı vardıysa bile iş işten geçmiştir. 20. Yüzyıl başlarında dünyayı adeta esir alan Batı, kendi gücünden emin, Doğu’yu ve dünyanın geri kalanını koyun sürüsü gibi idare etmeye çalışırken, derinlerde mayalanan Doğu’nun doğuşunu fark edememiştir. Hem Batı’yı taklid edenlerde hem de Batı’ya reaksiyon gösterenlerde ortak çaba Batı karşısında ayakta kalma yahut gerçekten ayağa kalkma iradesinin eseri olduğu halde, Batı bunu sadece Doğu’nun kendisini daha da kötü hâle düşürecek beyhude uğraş olarak algılamış ve bu hareketler içinden orijinal bir şeylerin doğmakta olduğunu sezememiştir. Bunlar içinde İslâm’ın geri gelip meydanı tutacağı ihtimâli, ihtimâl olarak bile çok zayıf görülmüştür. Asıl başkaldırının gerçekleşmesinin ön görülmesi gereken eski Osmanlı topraklarında, dünyanın diğer Batı karşıtı ülkelerine benzer şekilde sol hareketlerin yaygın olması belki de asıl doğuşu maskelemişti. Müslüman ülkelerdeki sol hareketler genel olarak mücadelede başarısızdı ve Batı için neredeyse karikatür seviyesinde ele alınıyordu. Bu hareketlerin sadece reaksiyon belirtmesi, Müslüman halklara karşı tıpkı Batı hayranları gibi aşağılayıcı hatta düşmanca tavır takınarak yabancılığın diğer bir şubesi olmaktan ileri gidememesi, zaten Batı’dan ithal bir ideolojiyle Batı’ya karşı durulamayacağı gerçeğini doğrulayan büyük bir hüsran doğurmuştur. Üstüne Sovyetler Birliği’nin Batı’yı fazla yormadan çöküp gitmesi, Vietnam’da kazanılanları bile silip süpürmüş ve sol hareketleri Doğu için umut olmaktan tamamen çıkararak, Doğu’yu oyalanmaktan kurtarmıştır. Altında iyi niyet de aranabilecek sol hareketlerin sahte kurtuluşçu iddialarının geri çekilmesi, sol hareketler yüzünden perdelenen sahici kurtuluş hareketlerinin daha rahat gözükebilmesine de yardım etmiştir. Doğu’nun ruhu ve önderi İslâm, Kudüs’ün Yahudi esaretine düşürüldüğü 1940lı yıllardan beri hem Batılılara hem de işgalin en ağırını yaşatan Batılılaşmış Doğu’lulara karşı büyük fedakârlıklarla mücadele etmiş ve 80’lere gelindiğinde hem siyasî hem de askerî anlamda önemli mevziler kazanmayı başarmıştır. Filistin ve Afganistan bunun en bariz örnekleridir. Hilafet merkezinde ise hepsini kapsayıcı Büyük Doğu İdeolocyası’nın doğuşu ve büyüyüşü, Doğu’nun bizzat tez olarak kendini kabul ettirmek üzere yeniden doğuşunu müjdeler.


Batı’nın 1989’da “Demirperde”nin yıkılmasıyla daha derinden idrak etmesi gereken gerçek, gene o inanılmaz kibri yüzünden gözden kaçmıştır. Fukuyama isimli bir Japon devşirmesi bu kibre dayanarak tarihin sonunun geldiğini iddia ettiğinde, buna uymaya hazır bir dünya bulmayı ummaktadır, ama kader, Batı’nın Sovyetler’le oynadığı horoz dövüşünden galib çıkması sevincini kursağına tıkamak için ağlarını örmektedir. 1990 yılında Saddam Hüseyin’in Amerika’ya meydan okuması karşısında Batı bunu tehdid olarak değil eğlence fırsatı olarak algıladı ve belki de kibirle beraber gaflette de zirveye ulaştı. Hem koca Sovyetler’e galib gelmenin şımarıklığı, hem de Müslümanları ciddiye bile almayan müthiş kibriyle Batı, Afrika’da safariye çıkan avcı psikolojisiyle Irak’a saldırdı. Bu yaptığıyla Doğu’nun ateşini harladığını düşünemeyen Batı, Saddam Hüseyin ‘in her şeye rağmen ayakta kalmayı başarmasıyla, 300 yıldır yenmeye alıştığı Doğu’nun büyük bir hırsla atağa geçmekte olduğunu görecektir. 91 Körfez Savaşı’ndan 11 Eylül 2001’e kadar geçen 10 içinde cephe sürekli büyümüş, kolayca kazanılacağı zannedilen savaş 11 Eylül’le adeta dünya savaşına dönüşmüştür. Artık Doğu’nun, bütün sahteliklerinden arınan ruhuyla geri dönüşüne şahidlik eden Batı için 91’den bugüne geçen 20 yıl, kolayca elde edilecek bir zafer yerine telafisi imkânsız bir kayıp getirmiş ve durum, işler daha da kötüye gitmeden içinden sıyrılmaları gereken bir felaket hâline gelmiştir. Osmanlı’nın 16. Asır ortalarında düştüğü handikaptan farklı değildir bu. Batı’nın “Rönesans”ını kibirli gözlerle izleyen Osmanlı, artık Avrupalı hasımlarını kolayca yenemeyeceğini anladığında iş işten geçmişti. Eğer karşılaştırırsak, o demlerde Avrupa’nın müesses nizamı ve kendi içinde önderliği mevcuttu, oysa Müslümanlar bunlardan da mahrum oldukları hâlde başarılı oldu. Doğu’nun ve dünyanın geri kalanının bu savaşta Müslümanlar etrafında kümelenmeye gitmesi ve İslâm dünyası içinde de, yıkılan hilafete ve hilafet merkezine yönelişin derin bir refleksle kendini göstermesi, bir sonraki adımda Doğu’nun kendi içinde önderliğini de inşa edeceğini ve güçler dengesinde daha da avantajlı hâle geleceğini göstermektedir.


Batı’nın yükselen tehlikenin boyutlarını ancak 11 Eylül’den sonra fark ettiğini görüyoruz. Amerika’nın önemli gazetelerinden birinde çıkan bir köşe yazısında 11 Eylül hadisesi üzerine yapılan şu değerlendirme her şeyi özetler: “Artık karşınızda Hollywood filmlerinde görmeye alıştığınız, patlatamadığı bombanın kumandasını dişleyen aptal Arablar yok!” Müslümanları aşağı görmeye alışmış Batı’nın 300 yıllık Doğu algısı işte bu kadar sığdı. Hollywood’un dünyayı kurtaran soytarı kahramanları karşısında dövülmekten başka şansı olmayan Doğu imajına o derece inanmışlardı. Yine kendi ifadeleriyle “İkiz Kulelerde, Bruce Willis’in gelip kendilerini kurtarmalarını boşuna beklediler!” 60’lar ve 70’ler boyunca git gide serpilen İslâmî hareketleri sadece askerî güçleri noktasından değerlendirerek, onların henüz acemi ve amatör hâllerine bakarak zayıf gören ama bu zayıflığı büyümeye doğru giden bir sürecin adımları içinde göremeyip ilerde kuvvete dönüşeceğini kestiremeyen Batı, onları pek ciddiye almadı. Sovyetler’in Afganistan’ı işgali üzerine bu hareketleri tamamıyla Komünizme karşı manipüle etmek istedi. İşgal öncesinde de var olan bu çaba, İslâmî hareketlerin hızını artırmasına da paralel bir seviyededir. Belki de bu sayede 2 düşmanı birden hırpalama amacı güdülmüştür; ama yükselen bir hareketi batan bir dünyaya karşı desteklerken Batı, yükselen tarafa muhteşem bir eğitim fırsatı vermiş ve onun akıl almaz zaferine şahidlik etmek zorunda kalmıştır. Savaşan Müslümanlar Batı’dan istediğini almış ama ona bir şey vermemiştir. Kimi komplo teorisyencileri (teorisyen sıfatını hak etmeyen üflengeçler) tarafından aksi iddia edilir ama Abdullah Azzam’ın Mossad tarafından şehid edilmesi ve onun öğrencisi Osama’nın muazzam servetiyle zevk-ü sefa içinde yaşamak yerine savaşarak ömrünü tüketmesi ve sonunda bu yolda canını feda etmesi aklı ve vicdanı olanlara yeter. Osama’yı yok etmek için düzenlenen operasyona “Geronimo” adı verilmesi de enteresandır. Afganistan ve Irak’ı “özgürleştirmek” için işgal eden Amerika’nın, hasımlarına hangi nazarla baktığının çarpıcı ifadesidir bu. Aynı zamanda 300 yıllık işgale karşı savaşın, bütün savaşçı sembollerini de kapsayacak şekilde doğru merkezde toplanmakta olduğunu gösterir.


Batı daha 70’lerde tehlikeyi fark edip tedbir alabilir miydi? Belki. Amansız biz şiddet uygulayarak bunu başarabilirdi. Böyle bir yükselişi ancak karşı tarafı tamamıyla yok etmeye yönelik bir köklü taarruzla durdurabilirlerdi, ama böyle bir kalkışmaya cesaret edecek irade Batı’da mevcut değildi. II. Dünya Savaşı’nda atom bombası kullanmaya kadar her türlü şiddeti kaldırabilecek yürek, hem o savaşın yıkımının uyandırdığı dehşet, hem de o yıkımı unutmak arzusuyla hazcılığa gömülmüş insanların ölecek ve öldürecek cesareti yitirmeleriyle çoktan sekteye uğramıştı. Vietnam’a karşı yürütülen savaşta karşılaşılan direniş Alman ve Japon direnişine göre çok zayıf olduğu hâlde bu defa Batı başarısız oldu. Savaşın en önemli kurallarından biri şudur: “Savaşta karşı karşıya gelen 2 taraftan hangisi daha çok kan dökmeye hazırsa savaşı o kazanır!” İşgale karşı mücadele eden hatta karşı taarruza geçen Doğu, ölmeye ve öldürmeye daha hazır bir psikoloji içindedir, Batı ise kan dökmeye her zaman aç olduğu hâlde ölümden köpekler gibi korkar olmuştur. Vietnam’dan Filistin’e, Afganistan’dan Irak’a, Batı’nın işgal savaşlarında ortak manzara budur.


Sovyetler’in varlığının Batı’nın gözlerini bağladığı iddia edilebilir. İslâm’ı zaten yenilmiş ve esir edilmiş gören Batı için belki de Komünizm daha büyük bir tehlike sayıldı ve asıl tehdid ihmâl edildi. Bence bu iddia doğru sayılmaz. Batı, İslâm’ı küçümsediği için onun geri gelişini algılamakta başarısız oldu. Hem Sovyet rejimi hem de Sovyet taraftarı Asya’lı ve Afrika’lı rejimlerin İslâm’a karşı tavırları, bilakis Komünizmin İslâm düşmanlığında Batı’yla aynı tarafta olduğunu gösterir. Üstelik bu rejimlerin düşmanca tavırları yüzünden Müslümanlar baskı altında kalmış, hatta Batı kampına doğru itilmek istenmiştir. Batı’nın bu durumdan istifade ederek Müslümanları istismar etmeye kalkıştığını görüyoruz. Belli bazı kesimleri de kendi amaçları doğrultusunda manipüle etmeyi başardığını da göz önüne alırsak, Komünizm tehlikesi yüzünden Batı’nın İslâm’ın yükselişini göremediği iddiasının geçersiz olduğu noktasına varabiliriz.


“Eğer şöyle olsaydı…” ve “Belki…”lerle tarihe yaklaşılmaz. Doğu’nun önderini hem de önderlik merkeziyle beraber esir eden ve Kudüs’ü Yahudi boyunduruğuna veren Batı, bunun bir karşılığı olacağını kestiremedi. Çünkü kibirleri onlara düşmanlarının ne kadar zavallı olduğunu söyleyip duruyordu. Aydınlanma Çağı adını verdikleri (bence karartma çağı veya karanlık çağ demeli) başarıyla övünen Batılıların o dönemin fikir babalarına borçlu oldukları Oryantalizmin varabildiği nokta budur. Batı kendi uydurduğu yalanla aldanmış ve bataklığa düşmüştür. Çırpınsa da çırpınmasa da akıbeti değişmeyecektir.


itatli(x)yenifurkan.com

Furkan Dergisi, Ekim-Kasım 2011, s.41
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt