Maun suresi:
1-Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı!
2-İmdi o kimsedir ki yetimi itiverir.
3-Ve yoksula yemek yedirilmesi için teşvikte bulunmaz.
4-Artık vay haline o namaz kılanların ki,
5-Onlar, namazlarından gâfildirler.
6-O kimseler ki, onlar riyâkardırlar.
7- Ve yardımlığı sakınır (zekâtı vermezler).
Maun Suresinin azarlamasını değerlendiren Hz. Ali, Hz. İbn Abbas ve Hz. Enes gibi bazı sahabîler, ayetteki inceliğe dikkat çekmiş ve “namazdan” ifadesinin “namazda” tabirinden çok farklı olduğunu söylemişler.
Buna göre: “Fi salatihim” denilse, namazlarında gaflet gösterenlerin vay haline, anlamı çıkar ve yanlış olur. Çünkü, namazda gaflet etmemek, sehiv yapmamak insan gücünün dışında bir şeydir. Kaldı ki, Hz. Peygamber(a.s.m)’in bizzat namazda sehiv yaptığı bilinmektedir. Fıkıh kitapların hepsinde, “Namazda sehiv yapma” bölümü vardır.
Onun içindir ki, ayette “an salatihim” denilmiştir. Yani onlar ki, namazlarından gaflet ediyorlar. Yani; namazın kendisinden haberleri yoktur, onu tamamen unutuyorlar, ehemmiyet vermiyorlar. İnsanlara karşı bir gösteriş kaygıları olmazsa asla kılmazlar.
Bu sebepledir ki, bazı alimler bu ince farka işaret etmek üzere demişler ki; Allah’a şükürler olsun ki, Kur’an’da “Fi Salatihim (Namazlarında)” demeyip de “An salatihim (Namazlarından)” demiştir.
NAMAZDA HUŞU
“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2)
"Namaz huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir”(Bakara, 2/45)
Huşu: Sözlük anlamı itibariyle; korkmak, itaat etmek, tevazu göstermek, boyun eğmek demektir. "O gün insanlar, hiçbir tarafa sapmadan Hakkın davetçisine uyarlar. Gözler Rahman'ın heybetinden huşu' içerisine girmiş, kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka bir ses işitemezsin"(Ta Ha, 20/108) mealindeki ayette, kıyamet gününde, insanların Allah'ın azameti karşısındaki korkuları, bükülüşleri, alçalışları, sessiz-sedasız duruşları "huşu" kavramıyla ifade edilmiştir.
"İman edenlerin kalpleri, Allah'ı ve O'ndan gelen hakikatleri hatırlayarak huşu ile dolma zamanı gelmedi mi?" (Hadid, 57/16) mealindeki ayette huşu kavramı doğrudan kalbin bir fonksiyonu olarak ortaya konmuştur.
Terim olarak Huşu; bir yandan çekinmek, korkmak, boyun eğmek gibi kalbin bir eylemi, diğer yandan sükûnet içinde olmak, hareketsiz duruş sergilemek gibi organların bir eylemi olarak kendini gösterir. Buna göre, Huşu; aslı kalpte, tezahürü/yansıması bedende olmak üzere iki yönlü bir etkileşimin adıdır.
Masivanın (Allah'ın dışındaki varlıkların) manevî kirlerinden temizlenmeden, gerçek anlamda Allah'ın manevî huzuruna çıkmak ve “huşu” mertebesine ulaşmak mümkün değildir.
Çünkü insanın duyguları, birer sarmaşık otu gibi, meşgul oldukları şeylere yapışıp kalırlar. Bunların ellerini/pençesini masivadan çektirmeden, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak ve huşua ermek çok zordur. Ayranla dolu bir kabı sütle doldurmak için ayranı boşaltmaktan başka çare var mı? Bu fizik kuralı, meta-fizik için de geçerlidir. Kalp de bir kaptır; içindeki masiva ayranını dökmeden huzur ve huşu sütünü dolduramazsınız.
O halde, namazda iken yine de dünyevî meşgalelerle haşir ve neşir olmamızın sebebi, söz konusu ilmî ve tecrübe edilmiş kuralı uygulamayışımızdan kaynaklanmaktadır. Dünya işleri daha bütün sıcaklığıyla kalbimizde yer etmeye devam ederken, namaza durmaya ve sonra da “neden huzur ve huşua eremiyoruz” diye şikâyette bulunmaya hakkımız yoktur.
Aslında, temizlik ve abdest gibi ön hazırlıkların namazdan önce öngörülmesinin bir hikmeti de budur. Abdest almakla; bir yandan maddi yönden temizlenme ameliyesini gerçekleştirdiğimiz gibi, fikir, zihin ve duygu planında da manevî bir temizlik işini icra etmiş ve bunu yaparken de, sıkı bir kontrol ile zihnimizi ve duygularımızı biraz sonra huzuruna varacağımız Yüce Yaratanımıza yönlendirmekle, önemli bir mesafeyi kat etmiş oluruz.
Huşunun zıddı gaflettir. Gaflet ise, üç ayaklı bir şeytan üçgenidir. Şeytan namazla ilgisi olmayan şeyleri hatırlatıp telkin eder. Nefis, daha önceki meşguliyetini namazda da devam ettirmek ister. Disipline alışmamış fikir ise, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmeden rast gele şeylerle eğlenmek ister. Bu sebeple, vesvese ve lüzumsuz işlerle meşgul olduğumuzu fark eder etmez, hiçbir şey olmamış gibi huzura dönüp yolumuza devam etmemiz gerekir. “Aman niye böyle oldu?” ya bile yer vermemeliyiz..
Huşu ile kılınan bir namazın huşusuz kılınan bir namazla aynı olması zaten adalet ölçüsüne de terstir. Ancak baştan sona kadar huzuru yakalamak ta güçtür. Mühim olan namazdaki gafletle geçen zaman dilimini asgariye indirmektir. Yoksa ondan bütün, bütün kurtulmak insanın yapısına aykırıdır.
Bu zorluğundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber(a.s.m) uhud savaşından dönerken, “Biz küçük savaştan döndük, artık büyük savaşa gideceğiz” diye buyurmuş ve bunun nefisle savaş olduğunu söylemiştir. Nefisle mücadele etmenin en zorlu sahnesinin de namaz olduğu ifade edilmiştir.
Huşuyu yansıtan bir hadis:
Hz. Ali anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.m), rükûda şu duayı okuyordu: "Allah'ım! Senin için rükûa vardım, Sana iman ettim, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim(iliğim), kemiğim ve damarım(sinirim), sana karşı huşu içerisine girmiştir." (Müslim, Müsafirin, 201.)
(alıntı.)1-Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı!
2-İmdi o kimsedir ki yetimi itiverir.
3-Ve yoksula yemek yedirilmesi için teşvikte bulunmaz.
4-Artık vay haline o namaz kılanların ki,
5-Onlar, namazlarından gâfildirler.
6-O kimseler ki, onlar riyâkardırlar.
7- Ve yardımlığı sakınır (zekâtı vermezler).
Maun Suresinin azarlamasını değerlendiren Hz. Ali, Hz. İbn Abbas ve Hz. Enes gibi bazı sahabîler, ayetteki inceliğe dikkat çekmiş ve “namazdan” ifadesinin “namazda” tabirinden çok farklı olduğunu söylemişler.
Buna göre: “Fi salatihim” denilse, namazlarında gaflet gösterenlerin vay haline, anlamı çıkar ve yanlış olur. Çünkü, namazda gaflet etmemek, sehiv yapmamak insan gücünün dışında bir şeydir. Kaldı ki, Hz. Peygamber(a.s.m)’in bizzat namazda sehiv yaptığı bilinmektedir. Fıkıh kitapların hepsinde, “Namazda sehiv yapma” bölümü vardır.
Onun içindir ki, ayette “an salatihim” denilmiştir. Yani onlar ki, namazlarından gaflet ediyorlar. Yani; namazın kendisinden haberleri yoktur, onu tamamen unutuyorlar, ehemmiyet vermiyorlar. İnsanlara karşı bir gösteriş kaygıları olmazsa asla kılmazlar.
Bu sebepledir ki, bazı alimler bu ince farka işaret etmek üzere demişler ki; Allah’a şükürler olsun ki, Kur’an’da “Fi Salatihim (Namazlarında)” demeyip de “An salatihim (Namazlarından)” demiştir.
NAMAZDA HUŞU
“Muhakkak ki, iman edenler kurtulmuştur. Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun, 23/1-2)
"Namaz huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir”(Bakara, 2/45)
Huşu: Sözlük anlamı itibariyle; korkmak, itaat etmek, tevazu göstermek, boyun eğmek demektir. "O gün insanlar, hiçbir tarafa sapmadan Hakkın davetçisine uyarlar. Gözler Rahman'ın heybetinden huşu' içerisine girmiş, kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka bir ses işitemezsin"(Ta Ha, 20/108) mealindeki ayette, kıyamet gününde, insanların Allah'ın azameti karşısındaki korkuları, bükülüşleri, alçalışları, sessiz-sedasız duruşları "huşu" kavramıyla ifade edilmiştir.
"İman edenlerin kalpleri, Allah'ı ve O'ndan gelen hakikatleri hatırlayarak huşu ile dolma zamanı gelmedi mi?" (Hadid, 57/16) mealindeki ayette huşu kavramı doğrudan kalbin bir fonksiyonu olarak ortaya konmuştur.
Terim olarak Huşu; bir yandan çekinmek, korkmak, boyun eğmek gibi kalbin bir eylemi, diğer yandan sükûnet içinde olmak, hareketsiz duruş sergilemek gibi organların bir eylemi olarak kendini gösterir. Buna göre, Huşu; aslı kalpte, tezahürü/yansıması bedende olmak üzere iki yönlü bir etkileşimin adıdır.
Masivanın (Allah'ın dışındaki varlıkların) manevî kirlerinden temizlenmeden, gerçek anlamda Allah'ın manevî huzuruna çıkmak ve “huşu” mertebesine ulaşmak mümkün değildir.
Çünkü insanın duyguları, birer sarmaşık otu gibi, meşgul oldukları şeylere yapışıp kalırlar. Bunların ellerini/pençesini masivadan çektirmeden, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak ve huşua ermek çok zordur. Ayranla dolu bir kabı sütle doldurmak için ayranı boşaltmaktan başka çare var mı? Bu fizik kuralı, meta-fizik için de geçerlidir. Kalp de bir kaptır; içindeki masiva ayranını dökmeden huzur ve huşu sütünü dolduramazsınız.
O halde, namazda iken yine de dünyevî meşgalelerle haşir ve neşir olmamızın sebebi, söz konusu ilmî ve tecrübe edilmiş kuralı uygulamayışımızdan kaynaklanmaktadır. Dünya işleri daha bütün sıcaklığıyla kalbimizde yer etmeye devam ederken, namaza durmaya ve sonra da “neden huzur ve huşua eremiyoruz” diye şikâyette bulunmaya hakkımız yoktur.
Aslında, temizlik ve abdest gibi ön hazırlıkların namazdan önce öngörülmesinin bir hikmeti de budur. Abdest almakla; bir yandan maddi yönden temizlenme ameliyesini gerçekleştirdiğimiz gibi, fikir, zihin ve duygu planında da manevî bir temizlik işini icra etmiş ve bunu yaparken de, sıkı bir kontrol ile zihnimizi ve duygularımızı biraz sonra huzuruna varacağımız Yüce Yaratanımıza yönlendirmekle, önemli bir mesafeyi kat etmiş oluruz.
Huşunun zıddı gaflettir. Gaflet ise, üç ayaklı bir şeytan üçgenidir. Şeytan namazla ilgisi olmayan şeyleri hatırlatıp telkin eder. Nefis, daha önceki meşguliyetini namazda da devam ettirmek ister. Disipline alışmamış fikir ise, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmeden rast gele şeylerle eğlenmek ister. Bu sebeple, vesvese ve lüzumsuz işlerle meşgul olduğumuzu fark eder etmez, hiçbir şey olmamış gibi huzura dönüp yolumuza devam etmemiz gerekir. “Aman niye böyle oldu?” ya bile yer vermemeliyiz..
Huşu ile kılınan bir namazın huşusuz kılınan bir namazla aynı olması zaten adalet ölçüsüne de terstir. Ancak baştan sona kadar huzuru yakalamak ta güçtür. Mühim olan namazdaki gafletle geçen zaman dilimini asgariye indirmektir. Yoksa ondan bütün, bütün kurtulmak insanın yapısına aykırıdır.
Bu zorluğundan ötürüdür ki, Hz. Peygamber(a.s.m) uhud savaşından dönerken, “Biz küçük savaştan döndük, artık büyük savaşa gideceğiz” diye buyurmuş ve bunun nefisle savaş olduğunu söylemiştir. Nefisle mücadele etmenin en zorlu sahnesinin de namaz olduğu ifade edilmiştir.
Huşuyu yansıtan bir hadis:
Hz. Ali anlatıyor: Hz. Peygamber(a.s.m), rükûda şu duayı okuyordu: "Allah'ım! Senin için rükûa vardım, Sana iman ettim, Sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, beynim(iliğim), kemiğim ve damarım(sinirim), sana karşı huşu içerisine girmiştir." (Müslim, Müsafirin, 201.)