Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Mahkemelerin Teşkili (1 Kullanıcı)

HUSEYIN SASMAZ

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eyl 2009
Mesajlar
1,204
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Mahkemelerin Teşkili

Mahkemenin, yargı hususunda kesin sözü söyleme yetkisine sahip tek hâkimden fazla hâkimden oluşması caiz değildir. Ancak bu tek hâkimle birlikte bir başka hâkimin veya daha fazla hâkimin olması caizdir. Fakat diğer hâkimlerin hüküm verme yetkileri olmaz. Onların danışma, görüş belirtme yetkileri olmakla birlikte, ileri sürecekleri görüş asıl hâkim için bağlayıcı değildir.

Çünkü Rasul (s.a.v), tek mesele konusunda hüküm vermek üzere iki tane hâkim tayin etmemiştir. Tek mesele için yalnızca bir hâkim tayin etmiştir. Aynı şekilde hüküm vermek, bağlayıcı olmak üzere şer’i hükmü bildirmektir. Şer'i hüküm ise Müslüman hakkında birden fazla olamaz. Çünkü şer’i hüküm, Allah'ın hükmüdür. Allah'ın hükmü ise bir tanedir. Bir hükmün birden çok şekilde anlaşılabileceği doğrudur. Fakat belirtilen hüküm gereğince amel etmek açısından Müslüman hakkındaki hüküm tektir. Mutlak olarak birden fazla olamaz. Bizzat o hâkimin anladığı ne ise, o kimse hakkında Allah'ın hükmü odur. Onun dışındaki hükümler, o kişi hakkında Allah'ın hükmünü temsil etmez. Onun nazarında bunlar şer’i bir hüküm olarak itibar edilse dahi bu böyledir.

Kişinin taklit edip bu taklidi gereğince amel ettiği hüküm, o kimse hakkında Allah'ın hükmüdür. Onun dışında kalan hükümler ise, o kişi hakkında Allah'ın hükmünü ifade etmezler. Hâkim de bağlayıcı olmak üzere mesele hakkında Allah'ın hükmünü bildirdi mi, bu bildirimin tek olması icab eder. Çünkü bu bildirim, bağlayıcı olmak üzere Allah'ın hükmünü bildirmektir. Gerçekte o, Allah'ın hükmüyle amel etmektir. Anlaşılması birden çok olsa dahi gereğince amel edilmesi durumunda Allah'ın hükmü birden fazla olamaz. İşte bundan dolayı, hâkimin birden çok olması sahih değildir. Zira, Allah'ın hükmünün birden çok olmasına imkan yoktur. Tek bir mesele, yani tek bir mahkeme açısından durum böyledir.

Ancak tek bir beldedeki tüm yargı konularında, aynı yerde birbirinde ayrı iki mahkemenin bulunması ise caizdir. Çünkü yargı, Halife tarafından verilen bir vekalettir. Bu, birden çok vekil tayin etmenin caiz olduğu vekalete benzer. Bu nedenle aynı yerde birden çok mahkemenin bulunması caizdir.

Aynı yerde bulunan iki hâkimden birisini tercih etme hususunda, dava sahipleri arasında anlaşmazlık olduğu taktirde; davalının tercihi ağırlık kazanır. Böyle bir durumda onun istediği hâkim meseleye bakar. Çünkü hakkını talep eden odur. Onun isteği, kendisinden hak talep edilenin isteğinden daha ağır basar.

Hâkimin yargı meclisi dışında bir yerde hüküm vermesi caiz olmadığı gibi, "beyyine" (delil) ve "yemin" de, yargı meclisi dışındaki bir yerde muteber değildir.

Bunun böyle olması, Abdullah B. Zübeyir'den gelen şu rivayettir: Abdullah der ki: "Rasulullah (s.a.v), birbirinden davacı iki kişinin hâkimin önünde oturmalarına hükmetti.” [1]

İşte bu hadis, yargılamanın yapılacağı konumu açıklamaktadır. Bu ise bizatihi meşru bir konumdur, Yani yargılamanın husule geleceği belli bir konumun varlığı kaçınılmazdır. Bu konum ise dava sahiplerinin hâkimin önünde oturmaları şeklindedir. İşte yargı meclisi denilen şey de budur. Yargının sahih olması için bu bir şarttır. Yani yargının, yargı olabilmesi için; yargılamanın yapılacağı belli bir meclisin bulunması kaçınılmazdır. Bu da dava taraflarının hâkimin önünde oturmaları şeklindedir. Bunu ayrıca Ali (r.a.)'ye dair şu hadis-i şerif de desteklemektedir. Rasulullah (s.a.v) ona şöyle demişti: "Ey Ali, dava tarafları senin önünde oturacak olurlarsa; birincisini nasıl dinledinse, diğerini de dinlemedikçe aralarında hüküm verme." [2] Aynı şekilde: "Dava sahipleri önünde oturduklarında" sözü de özel bir meclisi açıklamaktadır. O halde yargı meclisi yargının sıhhati için bir şarttır. Yeminin muteber olması için de bir şarttır. Çünkü Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Fakat yemin, müdda'a aleyhe (davalıya) aittir.” [3]

Davalı aleyhine böyle bir sıfat ancak yargı meclisinde söz konusu olur. Aynı şekilde beyyinenin de, yargı meclisi dışında herhangi bir kıymeti yoktur. Zira Rasulullah (s.a.v):"Beyyine (delil getirme) dava edene aittir. İnkar edenin ise yemin etmesi gerekir.” [4]

Böyle bir niteliğe sahip olmak da ancak yargı meclisinde mümkün olur.

İntikal eden meselelerin türlerine göre mahkemelerin derecelendirilmesi de caizdir. Bazı hâkimlerin, belli bir sınıra kadar muayyen bir takım meseleler hakkında hüküm vermeleri suretiyle, özel alanların belirlenmesi diğer davaların ise başka mahkemelere bırakılması caizdir.

Bunun böyle oluş sebebi, aralarından herhangi bir fark olmaksızın yargının esas itibariyle Halife tarafından verilen vekaletle görülmesidir. Zira bu da vekalet cinsindendir. Vekaletin genel olması caiz olduğu gibi özel olması da caizdir. Bundan dolayı bir hâkimin muayyen bir takım meselelere bakmak üzere görevlendirilmesi ve başka davalara bakmaktan men edilmesi caizdir. Tayin edilen meselelerin dışındakilere ise bir başkasının tayin edilmesi caizdir. Aynı yerde olsa dahi diğer davalara bakmak üzere başka hâkimlerin tayin edilmesi de caizdir.

İşte buradan hareketle mahkemelerin derecelendirilmesi caizdir. Nitekim bu, ilk dönemlerde bile Müslümanlar arasında görülen ve bilinen bir şeydi. el-Maverdi, "el-Ahkamu's Sultaniye" adlı eserinde şunları söylemektedir: "Ebu Abdullah ez Zübeyri der ki; Basra'daki emirler, bir süreden beri Ulu Camiye birsini hâkim olarak tayin eder ve buna mescid kadısı adını verirlerdi. Bu kadı, iki yüz dirhem ile yirmi dinar ve daha aşağı mali meseleler hakkında hüküm verebilir, nafakaları tayin edebilirdi. Bulunduğu yerden başka bir yere gidemez ve onun için belirlenen bu miktardan fazlasına ait davalara bakamazdı."

Amr b. el-As'a verdiği vekalette olduğu üzere Rasul (s.a.v), yargı hususunda tek bir mesele hakkında kendisine vekil tayin etmiştir. Valiliklerden herhangi birinde, bütün meseleler hakkında hüküm vermek üzere de kendisine vekaleten hâkim tayin etmiştir. Nitekim Ali b. Ebu Talib'i, Yemen kadısı olarak tayin etmesi böyledir. İşte bu hususlar hâkimlik alanının belli bir alanla sınırlandırılmasının da, genelleştirilmesinin de caiz olduğunu göstermektedir.

İstinaf mahkemeleri de, temyiz mahkemeleri de yoktur. Bir meseledeki yargı kesinlik bakımından tek derecelidir. Hâkim; hükmü sözlü olarak ifade etti mi, artık onun verdiği hüküm geçerlidir. Allah'ın Kitabından. Rasul’ün sünnetinden veya sahabenin icmasından kesin bir delile muhalif olmadıkça bir başka hâkim hükmü kesinlikle verilen hükmü bozamaz.

Hâkimin verdiği hüküm, kendisi tarafından da bir başka hâkim tarafından da bozulamaz. Zira Kitaptan ve sünnetten zanni bir delilden alınmıştır. Zanni bir delilden alınmak suretiyle bir hâkimin verdiği hükmün bozulamayacağının delili bu husustaki sahabenin icmasıdır. Ebu Bekir ictihadı ile birtakım meseleler hakkında hüküm vermiş, Ömer ona muhalefet etmiş, fakat onun verdiği hükümleri bozmamıştır.. Aynı şekilde Ali'de, ictihadında Ömer'e muhalefet ettiği halde onun hükümlerini bozmamıştır. Ali, hem Ebu Bekir'e hem de Ömer'e muhalefet etmekle birlikte; her ikisinin verdiği hükümleri de bozmuş değildir.

Necran halkı, Ali'ye gelerek şöyle dediler: "Ey müminlerin emiri; kitabın elinde, şefaatın dilindedir.” Bunun üzerine Ali: “Yazıklar olsun size, Ömer, işi dosdoğru olan bir kimse idi. Ben, Ömer'in verdiği hükmü asla geri çevirmem."

Yine rivayet olunduğuna göre Ömer, "el-Müşerreke" diye bilinen miras meselesinde; anne-baba bir erkek kardeşleri mirastan düşürmüş, daha sonra bunları diğer kardeşlerin hisselerine ortak ederek şöyle demiştir: Daha önceki mesele hükmettiğimiz gibidir. Şimdi de bu, bizim hükmettiğimiz gibidir. Böyle diyerek, birbirleriyle çelişkili oldukları halde her iki hükmü de infaz etmiştir. [*] Yine Ömer, dede hakkında değişik hükümler verdiği halde, önceki verdiği hükümleri reddetmemiştir.

Bu meseleye müşerreke meselesi denmesinin sebebi bazı ilim adamlarını nbu durumda, anne bababir kardeşler ile, anne bir kardeşleri anne bir kardeşin hissesinde ortak ederek, bu hisseyi aralarında eşit olarak paylaştırmıştır.

Bu meseleye aynı zamanda El-Himariye de denir. Çünkü rivayete edildiğine göre; Ömer b. Hattab, önce Anne-baba bir çocukların miras payını düşürmüş. Onlardan birisi şöyle demiş: "Ey müminlerin emiri, farzet ki babamız eşekti, annemiz bir değil mi?" Bunun üzerine Ömer onları aynı hissede ortak yaptı.” [5]

Rivayet olunduğuna göre Şüreyh, birisi anne bir kardeş olan, iki amca oğlu hakkında malın tümünün kardeşe ait olduğuna dair hüküm vermesi üzerine hüküm Ali (r.a.) ye götürülmüş, o da şöyle demiştir:

"Bana o adamı getiriniz."

Şüreyhi getirmeleri üzerine, Ali sorar:

"Sen bunu Allah'ın kitabının neresinde buldun?"

O şu cevabı verdi:

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Akrabalar, Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar." [6]

Bu sefer Ali ona: "Eğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu veya babası bulunmayan bir erkek olur veya kız kardeşi bulunursa; bunlardan her birinin payı altı da birdir." [7] ayetini okuduktan sonra Şüreyh'in verdiği hükmü bozdu.

Ancak, İbni Kudame'nin el-Muğni isimli eserinde de geçtiği üzere Ali'nin Şüreyh'in verdiği hükmü bozduğu sabit değildir. Ancak, sahabelerin bir takım meselelerde kendi ictihadları ile hükmettikleri, bu hükümlerde Ebu Bekir, Ömer, hatta Ali'nin görüşlerine muhalif olmalarına rağmen onlardan birisinin diğerinin hükmünü bozmadığı sabittir. Ömer'in, aynı mesele hakkında birbirinden farklı ve ayrı hükümler verdiği ve bütün hükümleri geçerli kıldığı da sabittir. Birbirleriyle çelişmelerine rağmen ikinci hükümle birinci hükmünü reddetmemiştir. Bu hususta onun şöyle dediği sabittir: "O, o zaman verdiğimiz hükme göredir. Bu da şimdi verdiğimiz hükme göredir."

Bu olaylar, hâkimlerin verdikleri hükümlerin bozulamayacağına delalet etmektedir. İbn Kudame, "el-Muğni"de der ki: "Kadı'nın ictihadında herhangi bir nassa veya icmaya muhalefet etmeksizin değişiklik olursa, veya kendisinden öncekilerinin ictihadına muhalefet ederse; mahalefeti dolayısıyla eski hükmü bozamaz. Çünkü ashabı kiram (Allah hepsinde razı olsun), bu hususta icma etmişlerdir."

Hâkimin birden fazla olmasının caiz olmayışının delili de, hâkimin verdiği hükmün nakzedilmesinin caiz olmayacağına delildir. Zira, Allah'ın hükmü birdir ve birden çok olamaz. Bir mesele hakkında Allah'ın hükmü gereğince amel edildiği taktirde hüküm yürürlüğe girmiş olduğu için onun nakzedilmesi sahih değildir. Hâkim, bir mesele hakkında hüküm verdi mi, Allah'ın hükmünü uygulama alanına koymuş olur. Dolayısıyla onun yerine getirilmesi bir farz olur. Bundan dolayı, hâkimin hükmü mutlak olarak bozulamaz. Çünkü o hükmün bozulması, Allah'ın hükmünün bozulması anlamına gelir. Bu da caiz değildir. Buna göre hüküm veren hâkimin bizzat kendisinin dahi, kendi hükmünü bozması caiz değildir. Çünkü, Allah'ın hükmü birden çok olamaz. Böyle bir hükmün bozulması, Allah'ın hükmünün bozulmasının dışında Allah'ın hükmünün birden fazla olması anlamına gelir ki, bu da mümkün (caiz) değildir.

Ömer b. el-Hattab (r.a.)'ın, Ebu Musa'ya gönderdiği mektubunda şu ifadeleri kullandığına dair rivayete gelince: "Dün vermiş olduğun bir hükmü, daha sonra gözden geçirecek olup da o hususta doğruya iletilecek olursan sakın bu seni hakka dönmekten alıkoymasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek ise batılda ayak diremekten hayırlıdır." Bu mektubun sahih olduğunu kabul etsek dahi, nihayet bu Ömer'in sözüdür ve şer’i delil olamaz.

Ashabı kiramın buna ses çıkarmadıkları, dolayısıyla bunun bir icma olduğu da söylenemez. Çünkü susmanın icma olarak sayılabilmesi için, tüm insanların kabul edecekleri bir hükme sahabenin muttali olmaları ve şer'an karşı çıkılıp reddolunması gereken -ta ki bir münkere karşı susmuş olmasınlar- türünden şöhret bulmuş bir olay olması gerekir. Böyle bir mektup ise; muayyen bir hâkime gönderilmiş bir mektuptur, umumi değildir. Bu mektup daha sonraları şöhret bulmuş olsa dahi, ashabı kiram nezdinde şöhret bulmuş genel bir hadise değildir. Üstelik bu adeten karşı çıkılıp, reddolunması gereken bir husus da değildir. Çünkü o mektubun muhtevasında bulunan şeyler, şeriatın kabul etmediği şeyler de değildir. Ayrıca mektupta yazılı olanlardan maksat şudur: Dün vermiş olduğun bir hükmün hatalı olduğunu daha sonra anlayacak olursan bir diğer olayda verdiğin bu hükümde ısrar etmeden doğruluğuna kanaat getirdiğin hükme göre hareket edersin. Yoksa mektupta geçen ifade daha önce verdiğin hükmü bozarsın anlamına gelmemektedir. Bu nedenle mektupta: "Seni hakka dönmekten..." ifadesi kullanılırken "verdiğin hükümden dönersin" ifadesi kullanılmamıştır. Hakka dönmek ise, hatalı olan görüşü terk edip doğruya dönmektir. Bunda ise hükmün bozulmasının caiz olduğuna dair bir delil yoktur. İşte bundan dolayı İslâm’da "daha önceki yargılar ve ictihadlar" adı ile anılan bir şey yoktur. Yani bir mesele hakkında önce şu hüküm verilmiştir diyerek aynı hükmü tekrarlamak söz konusu değildir. Aksine herhangi bir mesele hakkında muayyen bir hüküm verilecek olursa, bu hükmü izlemek hiçbir kimse için bağlayıcı değildir. Benzeri bir meselede o hükümden başkası ile bizzat o hükmü vermiş olan hâkim tarafından veya başkası tarafından farklı hüküm vermek caizdir. Aynı mesele hakkında ise Allah'ın hükmü geçerli olmuş, yürürlüğe girmiştir. Artık, hâkimin bu hükümlerinden geri dönmesi ve onu değiştirmesi helal olmaz. İşte bundan dolayı İslâm’da istinaf ve temyiz mahkemeleri diye bir şey yoktur. Aksine yargı, kesinlik ifade etmesi bakımından tek derecelidir, birden fazla derecesi yoktur. Bu husustaki şer’i kaide ise şudur: "İctihad benzeri bir ictihadla bozulmaz." Yani herhangi bir müctehid, bir müctehide karşı delil değildir. Bu nedenle başka mahkemelerin verdikleri hükümleri bozacak mahkemelerin varlığı doğru olamaz.

Ancak hâkim, İslâm şeriatıyla hükmetmeyi terk ederek küfür ahkamından bir hüküm ile hükmedecek olursa veya Kitaptan, sünnetten ve sahabenin icmasından kesin bir nass ile çelişen bir hüküm verecek olursa veya kasten adam öldüren bir kimseye kısas hükmünü uygulamak gibi vakıadaki gerçek durumun tersine bir hüküm vermesinden sonra katilin gerçek durumu açığa çıkması gibi durumlarda hâkimin verdiği hüküm bozulur. Çünkü Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Kim bizim bu işimizde (dinimizde) olmayan bir şeyi uyduracak olursa bu, merduttur.” [8]

Cabir b. Abdullah'tan gelen rivayet ise şöyledir: "Bir adam bir kadın ile zina etti ve Rasulullah (s.a.v)'in emri ile adam sopa cezası uygulandı. Daha sonra adamın evli olduğu anlaşılınca onun recmedilmesini emretti ve adam recmedildi." Malik b. Enes'den: "Osman (Allah ondan razı olsun)'a altı aylıkken doğum yapmış olan bir kadın getirildi ve onun recmedilmesini emretti. Bunun üzerine Ali: Onun recmedilmesi gerekmez dedi. Çünkü yüce Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır: "(Onun) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır." [9] "Anneler çocuklarını iki yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir.” [10] Hamilelik altı ay olursa recmedilmesi gerekmez. Bunun üzerine Osman kadının recm edilmemesini emretti ise de kadın çoktan recm edilmişti."

Abdurrezzak İmam-ı Sevri'den şunu haber vermektedir: "Kâdı, Allah'ın Kitabına, Rasulullah’ın sünnetine veya üzerinde icma edilen herhangi bir şeye muhalif bir hüküm verdiği zaman verdiği hükümden geri döner.”

Böyle bir hükmü bozma yetkisine sahip olan kişi mezalim kâdısıdır.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ebu Davud, Ahmed b. Hanbel


--------------------------------------------------------------------------------

[2] Ahmed b. Hanbel, 707


--------------------------------------------------------------------------------

[3] Buhari, 2231, 4187; Müslim, 3228, 3229; Tirmizi, 1262; Nesei, 5330; İbni Mace, 2312; Ahmed b. Hanbel, 3020, 3122, 3252


--------------------------------------------------------------------------------

[4] Beyhaki

(*) Müşerreke meselesi, himariye meselesi olarak da bilinir. Ve şu şekildedir: Ölen; Geriye kocasını, annesini, anne bir erkek kardeşleriyle, anne-baba bir erkek kardeşleri bırakır. Bu durumda koca; mirasın yarısını, anne; altı da birini alır. Anne bir erkek kardeşler asabedirler. Ancak bütün farz hisler, malın tamamını kuşattığından dolayı onlara bir şey kalmaz.


--------------------------------------------------------------------------------

[5] El Muğin, VII, 21-22


--------------------------------------------------------------------------------

[6] Enfal: 75


--------------------------------------------------------------------------------

[7] Nisa: 12


--------------------------------------------------------------------------------

[8] Müslim, 3242; İbni Mace, 14; Ahmed b. Hanbel, 25124


--------------------------------------------------------------------------------

[9] Ahkaf: 15


--------------------------------------------------------------------------------

[10] Bakara: 233
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt