Altın Hırka-i Saadet sandığı
Yavuz, Mısır’dan Hırka-i Saadet’le bir kısım emanetleri beraberinde getirmişti. Mekke’ye, Medine’ye, ve geçmiş peygamberlere ait hatıralarda sonradan eklenmiştir. 20. asra gelindiğinde Topkapı Sarayı’nda değer biçilemeyecek bir hazine meydana geldi.
Gecenin bir vakti Babüssaade’nin büyük demir tokmakları vurulur. Burası Osmanlı’nın idare merkezi Topkapı Sarayı’nın orta kapısıdır ve bu kapıdan içeride padişahla yakın adamları yaşamaktadır. Kapıağası Hasan Ağa, nöbet yerinden kalkar, Babüssaade’nin demir kanatlarını aralar. Kalabalık halde gelenler Arap elbiseli, Arap sîmâlı nûranî şahıslardır. Silah kuşanmışlar, ellerine bayrak almışlardır. Kapının yanında da dört nûranî kimse durmaktadır. Bunların ellerinde de birer sancak vardır. Kapıyı vuran şahsın elinde ise padişahın ak sancağı bulunmaktadır. Rüyasında Hasan Ağa’ya der ki: “Bu gördüğün Resul’ün (sas) ashabıdır. Bizi Resul (sas) gönderip selam etti ve buyurdu ki; ‘Kalkıp gelsin! Haremeyn hizmeti ona verildi. Bu gördüğün dört kimseden bu Ebu Bekr-i Sıddîk, bu Ömerü’l-Faruk, bu Osman-ı Zinnureyn’dir. Seninle konuşan ben ise Ali bin Ebu Talib’im. Var Selim Han’a selam söyle.” Birkaç saat sonra yanına geldiklerinde Hasan Ağa’yı gördüğü rüyanın ağırlığından şaşkın halde bulurlar. Önce hastalandığını sanırlar. Terden sırıksıklam olmuş elbiselerini değiştirirler.
Bu durumun gördüğü rüyanın ağırlığından olduğunu anladıklarında bunu bir iş için oraya gelen padişahın nedimi Hasan Can’a da anlatmasını isterler
Hırka-i Saadet’in daha önceden korunduğu iç mahfaza
(Sultan 3. Murad tarafından yaptırılmıştır.)
Emânât-ı Mübâreke, Osmanlı Sarayı’nda devamlı imtiyazlı bir mevkide bulunduruldu. Hepsi kıymetli kumaşlardan som sırma işlemeli bohçalara sarılıp altından, gümüşten, sedef kakmalı ahşaptan sandıklara konulurdu. Sandıklar padişahın mührüyle mühürlenir, altın/gümüş anahtarları padişah namına silahdar ağada bulunurdu. Padişahlar Rida-i Cenab-ı Peygamberî’nin (Hırka-i Saadet’in) muhafızı olmakla iftihar ederler, gece gündüz tazim ve hürmette kusur etmezlerdi. Sarayda yanıbaşlarında bulundurdukları gibi gittikleri seferlere de beraber götürürlerdi. Her yıl Ramazan ayının on beşinde gerçekleştirilen Hırka-i Saadet ziyareti Osmanlı protokolünün en önemli törenlerindendi.
Peygamber Efendimiz’in (sas) şanlı sancağı, saraydan çıkarılıp sancak alayı ile harbe gönderilirdi. Padişahlar Hırka-i Saadet Dairesi’nde yaşadıkları gibi vefatları vukuunda cenazeleri de burada yıkanıp kefenlenirdi.
İki Cihan Sultanı (sas), çeşitli devlet büyükleriyle birlikte Bizans İmparatoru Herakliyus’a da bir elçi ile İslam’a davet mektubu göndermişti. Herakliyus, gerçeği bildiği halde adamlarının kendisine inanmayacağından ve saltanatı kaybedebileceğinden korktuğu için iman etmedi. Fakat Resulullah’ın (sas) mektubunu altın bir mahfazanın içine yerleştirip sakladı. Peygamber Efendimiz (sas) Herakliyus’un inanmamakla kendisine yazık ettiğini söyleyip, mektubunu muhafaza ettikleri müddetçe evlatlarının saltanatının devam edeceğini bildirmişti. Tarihçiler hicretten 7 asır sonra bile aynı ailenin bu mektuba gösterdikleri saygı sebebiyle saltanatta bulunduklarını kaydeder. Ecdadımız da Allah’ın Habibi’nin (sas) izinde, gül kokusunu taşıyan hatıralarının gölgesinde iken rahmet-i ilahiyyenin rüzgarından istifade edecekleri itikadında idiler.
Hazreti Fatıma’nın (ra) Sandığı
İngilizler, emanetler konusunu Lozan’da masaya getirmek istediler. Filizlenmekte olan yeni Türk devleti böyle bir konuyu hiçbir şekilde tartışmaya açmadı. Mukaddes Emanetlerin, milletimize tevdi edilmiş bir vedia olarak muhafazasına devam edildi. 1960’lı yıllarda bir kısmı Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağlı olarak ziyaretçilere açıldı. Birçoğu ise eskiden olduğu gibi kıymetli muhafazaları içinde kamuoyundan gizli kaldı. Mukaddes Emanetler ilk kez bir kitap ile günyüzüne çıkıyor. Topkapı Sarayı müdür yardımcılarından Hilmi Aydın tarafından yazılan ve Işık Yayınları’nca basılan “Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler” isimli kitap Mukaddes Emanetler’i arkalarındaki Asr-ı Saadet’e kadar ulaşan hikayeleriyle birlikte anlatıyor. Hazırlanışında araştırmacı Ahmet Doğru’nun da önemli katkısı olduğu belirtilen eserde emanetlerin birçoğunun ilk kez çekilmiş fotoğraları da yer alıyor
Muaz bin Cebel’in (ra) kılıcı
97 cm uzunluğundadır. Kabza namlu kuyruğunun iki tarafından perçinlenmiş, siyah boynuzdan iki levha halindedir. Dilimli bir tepeliği vardır. Balçağı çeliktendir. Taban yassılaştırılmış oval kesitlidir. Kını ağaç üzerine siyah deri kaplıdır
Hırka-i Saadet
(Resimde: Hırka-i Saadet’in içerisinde korunduğu iç mahfaza ve bohçalar)
124 cm boyunda, siyah yünlü kumaştan hırkanın içi daha kaba şekilde dokunmuş krem renk yünlü kumaşla kaplanmıştır. Yer yer yıpranmış durumdadır. Resulullah (sas) tarafından Züheyr oğlu Ka’b’a verilen hırkadır.
Hırka-i Saadet Dairesi, adını Peygamber Efendimiz’in (sas) şair Ka’b bin Züheyr’e huzur-ı saadetlerinde Müslüman olduğunda hediye ettiği hırkadan alıyor. Arapların meşhur şairlerinden olan Ka’b, İslamiyet aleyhindeki şiirlerinden ve sözlerinden dolayı Peygaberimiz’in (sas) nerede görülürse öldürülmesi emrine muhatap oldu. Daha önce Müslüman olan kardeşinin ikazı üzerine, hakkındaki ölüm emrine aldırmadan Medine’ye geldi, Mescid-i Nebevi’ye girdi. Peygamber Efendimiz’e Müslüman olan bir kimsenin geçmiş hatalarının bağışlanıp bağışlanmayacağını sordu. Müspet cevap alınca “Bu, Ka’b olsa da mı?” diye ilave etti. Allah Resûlü bu soruya da olumlu cevap verdi. Ka’b (ra) kimliğini açıklayıp Kaside-i Bürde ismiyle tarihe geçen eserini okumaya başladı. “Muhammed Aleyhisselâm kınından çıkmış bir kılıçtır / Cihan onun nurundan feyz alır” mısraına gelince Efendimiz (sas) sırtındaki hırkasını çıkardı, şairin sırtına bıraktı. Ka’b, Hazreti Peygamber’in (sas) gül kokusunu taşıyan bu hırkayı ömrü boyunca muhafaza etti, çok yüksek fiyat teklif edilmesine rağmen bir ipliğini feda etmedi. Muaviye tarafından varislerinden alınıp halifelere geçen hırka, Yavuz’la birlikte İstanbul’a geldi.
Hırka-i Saadet sırma işlemeli yeşil atlastan bohçalara sarılıp altın bir çekmeceye konulur. Bu çekmece de aynı şekilde bohçalara sarılıp büyük altın bir sandığa yerleştirilir
HIRKA-İ SAADET DAİRESİ
Hırka-i Saadet Dairesi, Fatih döneminde padişahın özel dairesi (Has Oda) olarak inşa edilmiştir. Padişahlar burada ikamet ederler, devlet işlerinin bir kısmını ve ibadetlerini yerine getirirlerdi. Yanı başlarında ise Cenab-ı Peygamber’in (sas) hâtıraları durur, yakın zamana kadar 24 saat Kur’an-ı Kerim bu bölümde okunurdu
Sancak-ı Şerif
(Hz. Peygamber’in yâdigârı Ukab isimli siyah sancak zamanla yıpranıp adeta toz haline geldiği için, yeşil atlastan torba içinde muhafaza ediliyor.)
Peygamber Efendimiz’in (sas) zamanında yapılan harplerde ashaptan her birlik ayrı bir sancak taşırdı. Bizzat Peygamber Efendimiz’e (a.s) mahsus olan Sancak-ı Şerif ise Ukab ismini taşır. Hazreti Aişe’ye ait siyah yünlü bir kumaştan yapılmıştır. Sancak-ı Şerif, Cenab-ı Peygamber’in (sas) âlem-i cemâli teşriflerinden sonra sıra ile dört halifenin emanetinde olarak harplerde ordunun önünde taşındı. Daha sonra da Emevi ve Abbasi halifelerine intikal etti. Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali üzerine Mısır’a kaçan Abbasi halifesi, Sancak-ı Şerif’i de diğer emanetler ile birlikte Mısır’a götürdü. Mısır’ın Yavuz Sultan Selim Han Cennetmekân tarafından alınması üzerine Osmanlılara geçti. Ukab, zamanla yıpranıp adeta toz haline geldiği için Osmanlılar yeşil atlastan yenisini diktirip üzerine aslından parçalar eklediler. Harpler sırasında Sancak-ı Şerif, Sancak Alayı denilen bir törenle saraydan çıkarılır, orduyla birlikte sefere giderdi. Bu sırada seyyidlerden oluşan bir cemaat tarafından yanı başında gece gündüz Fetih Sûresi okunurdu.
Mühr-i Saadet
Hz. Muhammed (sas) yabancı devlet reislerine İslam’a davet mektupları yazdırırken taşı akikten, halkası gümüşten yüzük şeklinde bir mühür yaptırmıştı. Bu mühür sıra ile Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a geçmiş, ancak Hz. Osman tarafından Eris isimli kuyuya düşürülmüş ve günlerce aranmasına rağmen bulunamamıştır. Tarihçiler bu mührün kaybolmasından sonra Müslümanlar arasındaki birliğin bozulduğuna, devam edip gelen fitnelerin o zaman ortaya çıktığına dikkat çekerler. Hz. Osman bunun üzerine aynı yazıyı taşıyan başka bir mühür yaptırarak kullanmıştır. Mukaddes Emânetler arasında bulunan ve Bağdat’ta ele geçirilerek İstanbul’a getirilen mührün bu mühür olduğu tahmin edilmektedir. 1 cm. uzunluğunda olup, kırmızı akik taşından yapılmıştır. Üzerinde kûfî hatla “Muhammed Resulullah” yazan bu mühür hakkedilmiştir.
Hz. Musa’nın (as) âsâsı
Name-i Saadet
Hicret’in altıncı yılında Peygamber Efendimiz (sas) yabancı devlet reislerine mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etti. Deri üzerine yazılan bu mektuplardan birkaçı Hırka-i Saadet Dairesi’ndedir. Mektupların alt kısmında Resûllullah aleyhisselâm’ın mührü bulunur. Emanetler arasında bu mektuplarla birlikte Kur’an-ı Kerim’den bazı kısa sûrelerin vahiy kâtipleri tarafından yazılmış ilk nüshaları da vardır.
Nalın-ı Saadet
Rasûlullah’ın (sas) arş üzre basan mübarek ayaklarına değmekle şereflenmiş sandalet tarzı ayakkabılardır. Taban kısımları, birkaç kat tabaklanmış deri ya da köselenin dikilmesiyle oluşur. Ayağı bilekten ve üstünden kuşatan kayışların yanı sıra biri baş parmakla yanındaki parmak, diğeri de orta parmakla onun yanındaki parmak arasından geçen iki tane bandın bulunması en bariz özellikleridir. Nalın-ı Saadetlerin resminin bile berekete sebep olacağına inanılır, evlere, işyerlerine asılırdı. Hırka-i Saadet Dairesi’nde Nalın-ı Saadetlerle birlikte bunların metal ve ahşaptan modelleri de bulunmaktadır. (Küçük resim: Na’l-i Saadet Mahfazası)
Sakal-ı Şerif
Cenab-ı Peygamber Aleyhisselâm traş olduğu zaman saç ve sakal telleri ashab tarafından toplanır, hatıra olarak saklanırdı. Veda Haccı’nda traş olurken de Resûlullah’ın (sas) saç telleri çevresindeki ashabı tarafından kapışılmıştı. Bunlardan biri de alnına düşen saçları almak için Allah Resûlü’ne (sas) rica eden Halid bin Velid’di. Halid bin Velid, bu saç tellerini ölünceye kadar sarığının arasında taşıdı. Yemame Savaşı devam ederken başından sarığı düştü. Hazreti Halid, yere düşen sarığını almak için canını düşünmeden düşmanlar arasına daldı. Etrafındakiler bu hali garipseyerek ikaz ettiklerinde “Ben bunu başlığımın kıymetinden dolayı yapmıyorum. Fakat onun içinde Peygamber Aleyhisselâm’ın saçı bulunduğu için müşriklerin eline düşmesini istemiyorum. Ben onu hangi tarafa yönelttimse orası fetholundu.” dedi.
Bugün birçok tarihi camide, hatta aileler, şahıslar elinde Sakal-ı Şerif bulunmaktadır. Hırka-i Saadet Dairesi’nde de ellinin üzerinde Sakal-ı Şerif vardı. Cam mahfazalardaki Sakal-ı Şerifler kırk kat bohçaya sarılarak saklanır. Mübarek gün ve gecelerde salâvat-ı şerifeler okunarak ziyarete açılır, gönüllerdeki Peygamber (sas) sevgisi tazelenir, dünya gözüyle görmeden kendisine iman edenler bir nebze olsun hasret
Hz. İbrahim’in (as) tenceresi
Hazreti İbrahim’e nispet edilen tencere, silindir bir kutu içerisinde olup kutunun üzerindeki etikette “Padişahımız Sultan Mehmet Hazretleri huzur-ı hümayunlarında Hasodabaşı Mustafa Ağa Kethüda’ya teslim eylediği İbrahim’in mermer kazganlarının mahfazasıdır. Sene 1058” yazılıdır. Tencere, genellikle Suriye Bölgesi’nde bulunan silisli (kumlu) granitten oyularak imal edilmiştir
Nakş-ı Kadem-i Peygamberi
İlk dönem İslâm kaynaklarında bu konuda yazılı bir bilgi olmamasına rağmen Allah Rasûlü’nün (sas) bir mucize olarak bazı defalar sert zemine bastığında ayak izinin çıktığına inanılmakta, birçok yerde bulunan Kadem-i Şerif izleri buna delil gösterilmektedir. Topkapı Sarayı Mukaddes Emânetler Dairesi’nde taşlar üzerine çıkmış altı adet Kadem-i Şerif nakşı muhafaza edilmektedir. Bunların yanı sıra gümüş, tahta ve mukavva üzerine çizili birçok Kadem-i Şerif resmi de mevcuttur. Sultan I. Ahmed, Hazreti Peygamber’in (sas) ayak izi şeklinde altından bir sorguç yaptırmış, bunu mübarek günlerde ve törenlerde başında taşımıştır.
Kadeh-i Şerif
Hazreti Peygamber (sas) bir gün Medine’de bir yerden dönerken Benî Sâide Sofası denilen mevkide ashabı ile istirahat etmek için oturmuştu. Bu sırada Sehl ibn Sa’d’a dönerek “Ya Sehl, bizleri bir sulasan” buyurdular. Resulullah’ın (sas) vefatında 15 yaşlarında bir delikanlı olan, Hicri 91 yılında 96 yaşında vefat ettiğinde “Medine’de en son vefat eden sahabi” unvanını alan Sehl, o gün su ikram ettiği ağaçtan mamul kadehi hatıra olarak saklamıştı. Yıllar sonra, bir topluluğun içinde bu kadehi göstererek su ikram ettiğinde kadeh, orada
bulunan Ömer bin Abdülaziz tarafından istendi. Sehl de kadehi ona hediye etti. Kadeh-i Şerif’in dışı muhafaza gayesiyle gümüşle kaplanmıştır
Gasl-i Nebevî Suyu
Peygamber’imizin (sas) gasil suyunun muhafaza edildiği yeşil şişe zamanın tahribatına dayanamamış, günümüze ancak kırık parçası ulaşmıştır.
Hz. Yahya’nın (as) kol kemiği ve mahfazası
Kâbe’nin anahtarı
Sultan 4. Murad tarafından manevi işaret üzerine Bağdat seferine götürülen Kâbe anahtarı ve kesesi.
Hırka
Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra)’e atfolunan hırka parçası. Üzerinde kana benzer lekeler bulunmaktadır
Hz. Yusuf’un (as) amâmesi/sarığı
Peygamber Efendimiz’den ve ashabdan yadigâr olan Süyûf-ı Mübareke, Mukaddes Emânetler içinde önemli bir grubu teşkil eder. Tabanları çelik olan kılıçların üzerlerine daha sonraki dönemlerde kıymetli madenler ve taşlarla işlemeler yapılmış, her bir yanı zamanla birer sanat şaheseri haline getirilmiştir. Osmanlı padişahları tahta geçtikten sonra Eyüp Sultan Türbesi’nde merasimle bu kılıçlardan birini kuşanırlardı. Kılıç alayı, Batılı yazarlarca kralların taç giyme törenlerine benzetilmiştir.
Hazreti Peygamber’in (sas) kabir toprağı
Birinci Dünya Savaşı’nda Medine’nin teslimi söz konusu olunca şanlı Medine Müdafii Fahreddin Paşa, Mescid-i Nebevi’de bulunan bir kısım emanetler ile, yüzyıllar boyunca hükümdarlar tarafından buraya vakfedilen ve Resûlullah’ın (sas) komşuluğunu yapan kıymetli eşyaları zayi olmaması için trene yükledi ve İstanbul’a gönderdi. İhtiyat mülazımlarından İdris Sabih Bey’in Medine Müdafaası sırasında Hazreti Peygamberimiz’e (sas) hitaben yazıp, Fahreddin Paşa’ya ithaf ettiği şiir, o günlerde yaşanan duygular kadar Emanât-ı Mübâreke’yi muhafaza edenlerin gönül dünyasını yansıtması bakımından da kayda değer özellikler taşımaktadır:
Dünya ve âhiret EFENDİMİZ’sin
Bir ulü’l emr idin emrine girdik;
Ezelden bey’atli hakanımızsın.
Az idik, sâyende murada erdik,
Dünya ve âhiret sultanımızsın.
Unuttuk İlhan’ı, Kara Oğuz’u;
İşledik seni gözbebeğimize,
Bağışla ey şefî’ kusurumuzu
Bin küsûr senelik emeğimize.
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur,
Şımardık müjde-i sahabetinle.
Gönlümüz ganîdir, gözümüz toktur,
Doyarız bir lokma şefaatinle.
Nedense kimseler dinlemez, eyvâh!
O kadar sâf olan dileğimizi
Bir ümmî isen de Yâ Resûlallah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.
Suları tükendi gülâbdanların,
Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet.
Külleri soğudu buhurdanların,
Aşkınla bağrını yakmada millet.
Gelmemiş Türkçe’de
Lebid, Hassân’ın,
Yok bizde ne Bürde, ne Muallaka.
Yolunda baş veren Âl-i Osman’ın,
Lâl ile yazdığı tarihten başka.
Ne kanlar akıttık hep senin için,
O ulu Kitâb’ın hakkıçün aziz...
Gücümüz erişsin ve erişmesin,
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz.
Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,
Can verir, cânânı veremez Türkler.
Ebedi hadim’ül haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler.
Hz. Fatıma’nın (r. anhâ) hırkası
Yeşil atlas üzerine sarı sırma ile kelime-i tevhid ve çehar yâr-ı güzînin isimleri işli bohça içinde muhafaza edilen hırka, deve tüyü renginde yünlü kumaştan ve geniş kolludur. Model olarak bol ve düz bir feraceyi andırmaktadır. Birçok yerleri erimiş, harap haldeki hırkanın içinin bazı kısımlarında mavi astar, göğüs kısmında ise örme düğmeler vardır. “Kırım Hanı sülalesinden Fatıma Sultan’ın terekesinden zuhur edip Hazine-i Hümâyûn’a gelen eşya” ile birlikte Topkapı Sarayı’na gelmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in Sancağı
Yavuz, Mısır’dan Hırka-i Saadet’le bir kısım emanetleri beraberinde getirmişti. Mekke’ye, Medine’ye, ve geçmiş peygamberlere ait hatıralarda sonradan eklenmiştir. 20. asra gelindiğinde Topkapı Sarayı’nda değer biçilemeyecek bir hazine meydana geldi.
Gecenin bir vakti Babüssaade’nin büyük demir tokmakları vurulur. Burası Osmanlı’nın idare merkezi Topkapı Sarayı’nın orta kapısıdır ve bu kapıdan içeride padişahla yakın adamları yaşamaktadır. Kapıağası Hasan Ağa, nöbet yerinden kalkar, Babüssaade’nin demir kanatlarını aralar. Kalabalık halde gelenler Arap elbiseli, Arap sîmâlı nûranî şahıslardır. Silah kuşanmışlar, ellerine bayrak almışlardır. Kapının yanında da dört nûranî kimse durmaktadır. Bunların ellerinde de birer sancak vardır. Kapıyı vuran şahsın elinde ise padişahın ak sancağı bulunmaktadır. Rüyasında Hasan Ağa’ya der ki: “Bu gördüğün Resul’ün (sas) ashabıdır. Bizi Resul (sas) gönderip selam etti ve buyurdu ki; ‘Kalkıp gelsin! Haremeyn hizmeti ona verildi. Bu gördüğün dört kimseden bu Ebu Bekr-i Sıddîk, bu Ömerü’l-Faruk, bu Osman-ı Zinnureyn’dir. Seninle konuşan ben ise Ali bin Ebu Talib’im. Var Selim Han’a selam söyle.” Birkaç saat sonra yanına geldiklerinde Hasan Ağa’yı gördüğü rüyanın ağırlığından şaşkın halde bulurlar. Önce hastalandığını sanırlar. Terden sırıksıklam olmuş elbiselerini değiştirirler.
Bu durumun gördüğü rüyanın ağırlığından olduğunu anladıklarında bunu bir iş için oraya gelen padişahın nedimi Hasan Can’a da anlatmasını isterler
Hırka-i Saadet’in daha önceden korunduğu iç mahfaza
(Sultan 3. Murad tarafından yaptırılmıştır.)
Emânât-ı Mübâreke, Osmanlı Sarayı’nda devamlı imtiyazlı bir mevkide bulunduruldu. Hepsi kıymetli kumaşlardan som sırma işlemeli bohçalara sarılıp altından, gümüşten, sedef kakmalı ahşaptan sandıklara konulurdu. Sandıklar padişahın mührüyle mühürlenir, altın/gümüş anahtarları padişah namına silahdar ağada bulunurdu. Padişahlar Rida-i Cenab-ı Peygamberî’nin (Hırka-i Saadet’in) muhafızı olmakla iftihar ederler, gece gündüz tazim ve hürmette kusur etmezlerdi. Sarayda yanıbaşlarında bulundurdukları gibi gittikleri seferlere de beraber götürürlerdi. Her yıl Ramazan ayının on beşinde gerçekleştirilen Hırka-i Saadet ziyareti Osmanlı protokolünün en önemli törenlerindendi.
Peygamber Efendimiz’in (sas) şanlı sancağı, saraydan çıkarılıp sancak alayı ile harbe gönderilirdi. Padişahlar Hırka-i Saadet Dairesi’nde yaşadıkları gibi vefatları vukuunda cenazeleri de burada yıkanıp kefenlenirdi.
İki Cihan Sultanı (sas), çeşitli devlet büyükleriyle birlikte Bizans İmparatoru Herakliyus’a da bir elçi ile İslam’a davet mektubu göndermişti. Herakliyus, gerçeği bildiği halde adamlarının kendisine inanmayacağından ve saltanatı kaybedebileceğinden korktuğu için iman etmedi. Fakat Resulullah’ın (sas) mektubunu altın bir mahfazanın içine yerleştirip sakladı. Peygamber Efendimiz (sas) Herakliyus’un inanmamakla kendisine yazık ettiğini söyleyip, mektubunu muhafaza ettikleri müddetçe evlatlarının saltanatının devam edeceğini bildirmişti. Tarihçiler hicretten 7 asır sonra bile aynı ailenin bu mektuba gösterdikleri saygı sebebiyle saltanatta bulunduklarını kaydeder. Ecdadımız da Allah’ın Habibi’nin (sas) izinde, gül kokusunu taşıyan hatıralarının gölgesinde iken rahmet-i ilahiyyenin rüzgarından istifade edecekleri itikadında idiler.
Hazreti Fatıma’nın (ra) Sandığı
İngilizler, emanetler konusunu Lozan’da masaya getirmek istediler. Filizlenmekte olan yeni Türk devleti böyle bir konuyu hiçbir şekilde tartışmaya açmadı. Mukaddes Emanetlerin, milletimize tevdi edilmiş bir vedia olarak muhafazasına devam edildi. 1960’lı yıllarda bir kısmı Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağlı olarak ziyaretçilere açıldı. Birçoğu ise eskiden olduğu gibi kıymetli muhafazaları içinde kamuoyundan gizli kaldı. Mukaddes Emanetler ilk kez bir kitap ile günyüzüne çıkıyor. Topkapı Sarayı müdür yardımcılarından Hilmi Aydın tarafından yazılan ve Işık Yayınları’nca basılan “Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler” isimli kitap Mukaddes Emanetler’i arkalarındaki Asr-ı Saadet’e kadar ulaşan hikayeleriyle birlikte anlatıyor. Hazırlanışında araştırmacı Ahmet Doğru’nun da önemli katkısı olduğu belirtilen eserde emanetlerin birçoğunun ilk kez çekilmiş fotoğraları da yer alıyor
Muaz bin Cebel’in (ra) kılıcı
97 cm uzunluğundadır. Kabza namlu kuyruğunun iki tarafından perçinlenmiş, siyah boynuzdan iki levha halindedir. Dilimli bir tepeliği vardır. Balçağı çeliktendir. Taban yassılaştırılmış oval kesitlidir. Kını ağaç üzerine siyah deri kaplıdır
Hırka-i Saadet
(Resimde: Hırka-i Saadet’in içerisinde korunduğu iç mahfaza ve bohçalar)
124 cm boyunda, siyah yünlü kumaştan hırkanın içi daha kaba şekilde dokunmuş krem renk yünlü kumaşla kaplanmıştır. Yer yer yıpranmış durumdadır. Resulullah (sas) tarafından Züheyr oğlu Ka’b’a verilen hırkadır.
Hırka-i Saadet Dairesi, adını Peygamber Efendimiz’in (sas) şair Ka’b bin Züheyr’e huzur-ı saadetlerinde Müslüman olduğunda hediye ettiği hırkadan alıyor. Arapların meşhur şairlerinden olan Ka’b, İslamiyet aleyhindeki şiirlerinden ve sözlerinden dolayı Peygaberimiz’in (sas) nerede görülürse öldürülmesi emrine muhatap oldu. Daha önce Müslüman olan kardeşinin ikazı üzerine, hakkındaki ölüm emrine aldırmadan Medine’ye geldi, Mescid-i Nebevi’ye girdi. Peygamber Efendimiz’e Müslüman olan bir kimsenin geçmiş hatalarının bağışlanıp bağışlanmayacağını sordu. Müspet cevap alınca “Bu, Ka’b olsa da mı?” diye ilave etti. Allah Resûlü bu soruya da olumlu cevap verdi. Ka’b (ra) kimliğini açıklayıp Kaside-i Bürde ismiyle tarihe geçen eserini okumaya başladı. “Muhammed Aleyhisselâm kınından çıkmış bir kılıçtır / Cihan onun nurundan feyz alır” mısraına gelince Efendimiz (sas) sırtındaki hırkasını çıkardı, şairin sırtına bıraktı. Ka’b, Hazreti Peygamber’in (sas) gül kokusunu taşıyan bu hırkayı ömrü boyunca muhafaza etti, çok yüksek fiyat teklif edilmesine rağmen bir ipliğini feda etmedi. Muaviye tarafından varislerinden alınıp halifelere geçen hırka, Yavuz’la birlikte İstanbul’a geldi.
Hırka-i Saadet sırma işlemeli yeşil atlastan bohçalara sarılıp altın bir çekmeceye konulur. Bu çekmece de aynı şekilde bohçalara sarılıp büyük altın bir sandığa yerleştirilir
HIRKA-İ SAADET DAİRESİ
Hırka-i Saadet Dairesi, Fatih döneminde padişahın özel dairesi (Has Oda) olarak inşa edilmiştir. Padişahlar burada ikamet ederler, devlet işlerinin bir kısmını ve ibadetlerini yerine getirirlerdi. Yanı başlarında ise Cenab-ı Peygamber’in (sas) hâtıraları durur, yakın zamana kadar 24 saat Kur’an-ı Kerim bu bölümde okunurdu
Sancak-ı Şerif
(Hz. Peygamber’in yâdigârı Ukab isimli siyah sancak zamanla yıpranıp adeta toz haline geldiği için, yeşil atlastan torba içinde muhafaza ediliyor.)
Peygamber Efendimiz’in (sas) zamanında yapılan harplerde ashaptan her birlik ayrı bir sancak taşırdı. Bizzat Peygamber Efendimiz’e (a.s) mahsus olan Sancak-ı Şerif ise Ukab ismini taşır. Hazreti Aişe’ye ait siyah yünlü bir kumaştan yapılmıştır. Sancak-ı Şerif, Cenab-ı Peygamber’in (sas) âlem-i cemâli teşriflerinden sonra sıra ile dört halifenin emanetinde olarak harplerde ordunun önünde taşındı. Daha sonra da Emevi ve Abbasi halifelerine intikal etti. Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali üzerine Mısır’a kaçan Abbasi halifesi, Sancak-ı Şerif’i de diğer emanetler ile birlikte Mısır’a götürdü. Mısır’ın Yavuz Sultan Selim Han Cennetmekân tarafından alınması üzerine Osmanlılara geçti. Ukab, zamanla yıpranıp adeta toz haline geldiği için Osmanlılar yeşil atlastan yenisini diktirip üzerine aslından parçalar eklediler. Harpler sırasında Sancak-ı Şerif, Sancak Alayı denilen bir törenle saraydan çıkarılır, orduyla birlikte sefere giderdi. Bu sırada seyyidlerden oluşan bir cemaat tarafından yanı başında gece gündüz Fetih Sûresi okunurdu.
Mühr-i Saadet
Hz. Muhammed (sas) yabancı devlet reislerine İslam’a davet mektupları yazdırırken taşı akikten, halkası gümüşten yüzük şeklinde bir mühür yaptırmıştı. Bu mühür sıra ile Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a geçmiş, ancak Hz. Osman tarafından Eris isimli kuyuya düşürülmüş ve günlerce aranmasına rağmen bulunamamıştır. Tarihçiler bu mührün kaybolmasından sonra Müslümanlar arasındaki birliğin bozulduğuna, devam edip gelen fitnelerin o zaman ortaya çıktığına dikkat çekerler. Hz. Osman bunun üzerine aynı yazıyı taşıyan başka bir mühür yaptırarak kullanmıştır. Mukaddes Emânetler arasında bulunan ve Bağdat’ta ele geçirilerek İstanbul’a getirilen mührün bu mühür olduğu tahmin edilmektedir. 1 cm. uzunluğunda olup, kırmızı akik taşından yapılmıştır. Üzerinde kûfî hatla “Muhammed Resulullah” yazan bu mühür hakkedilmiştir.
Hz. Musa’nın (as) âsâsı
Name-i Saadet
Hicret’in altıncı yılında Peygamber Efendimiz (sas) yabancı devlet reislerine mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etti. Deri üzerine yazılan bu mektuplardan birkaçı Hırka-i Saadet Dairesi’ndedir. Mektupların alt kısmında Resûllullah aleyhisselâm’ın mührü bulunur. Emanetler arasında bu mektuplarla birlikte Kur’an-ı Kerim’den bazı kısa sûrelerin vahiy kâtipleri tarafından yazılmış ilk nüshaları da vardır.
Nalın-ı Saadet
Rasûlullah’ın (sas) arş üzre basan mübarek ayaklarına değmekle şereflenmiş sandalet tarzı ayakkabılardır. Taban kısımları, birkaç kat tabaklanmış deri ya da köselenin dikilmesiyle oluşur. Ayağı bilekten ve üstünden kuşatan kayışların yanı sıra biri baş parmakla yanındaki parmak, diğeri de orta parmakla onun yanındaki parmak arasından geçen iki tane bandın bulunması en bariz özellikleridir. Nalın-ı Saadetlerin resminin bile berekete sebep olacağına inanılır, evlere, işyerlerine asılırdı. Hırka-i Saadet Dairesi’nde Nalın-ı Saadetlerle birlikte bunların metal ve ahşaptan modelleri de bulunmaktadır. (Küçük resim: Na’l-i Saadet Mahfazası)
Sakal-ı Şerif
Cenab-ı Peygamber Aleyhisselâm traş olduğu zaman saç ve sakal telleri ashab tarafından toplanır, hatıra olarak saklanırdı. Veda Haccı’nda traş olurken de Resûlullah’ın (sas) saç telleri çevresindeki ashabı tarafından kapışılmıştı. Bunlardan biri de alnına düşen saçları almak için Allah Resûlü’ne (sas) rica eden Halid bin Velid’di. Halid bin Velid, bu saç tellerini ölünceye kadar sarığının arasında taşıdı. Yemame Savaşı devam ederken başından sarığı düştü. Hazreti Halid, yere düşen sarığını almak için canını düşünmeden düşmanlar arasına daldı. Etrafındakiler bu hali garipseyerek ikaz ettiklerinde “Ben bunu başlığımın kıymetinden dolayı yapmıyorum. Fakat onun içinde Peygamber Aleyhisselâm’ın saçı bulunduğu için müşriklerin eline düşmesini istemiyorum. Ben onu hangi tarafa yönelttimse orası fetholundu.” dedi.
Bugün birçok tarihi camide, hatta aileler, şahıslar elinde Sakal-ı Şerif bulunmaktadır. Hırka-i Saadet Dairesi’nde de ellinin üzerinde Sakal-ı Şerif vardı. Cam mahfazalardaki Sakal-ı Şerifler kırk kat bohçaya sarılarak saklanır. Mübarek gün ve gecelerde salâvat-ı şerifeler okunarak ziyarete açılır, gönüllerdeki Peygamber (sas) sevgisi tazelenir, dünya gözüyle görmeden kendisine iman edenler bir nebze olsun hasret
Hz. İbrahim’in (as) tenceresi
Hazreti İbrahim’e nispet edilen tencere, silindir bir kutu içerisinde olup kutunun üzerindeki etikette “Padişahımız Sultan Mehmet Hazretleri huzur-ı hümayunlarında Hasodabaşı Mustafa Ağa Kethüda’ya teslim eylediği İbrahim’in mermer kazganlarının mahfazasıdır. Sene 1058” yazılıdır. Tencere, genellikle Suriye Bölgesi’nde bulunan silisli (kumlu) granitten oyularak imal edilmiştir
Nakş-ı Kadem-i Peygamberi
İlk dönem İslâm kaynaklarında bu konuda yazılı bir bilgi olmamasına rağmen Allah Rasûlü’nün (sas) bir mucize olarak bazı defalar sert zemine bastığında ayak izinin çıktığına inanılmakta, birçok yerde bulunan Kadem-i Şerif izleri buna delil gösterilmektedir. Topkapı Sarayı Mukaddes Emânetler Dairesi’nde taşlar üzerine çıkmış altı adet Kadem-i Şerif nakşı muhafaza edilmektedir. Bunların yanı sıra gümüş, tahta ve mukavva üzerine çizili birçok Kadem-i Şerif resmi de mevcuttur. Sultan I. Ahmed, Hazreti Peygamber’in (sas) ayak izi şeklinde altından bir sorguç yaptırmış, bunu mübarek günlerde ve törenlerde başında taşımıştır.
Kadeh-i Şerif
Hazreti Peygamber (sas) bir gün Medine’de bir yerden dönerken Benî Sâide Sofası denilen mevkide ashabı ile istirahat etmek için oturmuştu. Bu sırada Sehl ibn Sa’d’a dönerek “Ya Sehl, bizleri bir sulasan” buyurdular. Resulullah’ın (sas) vefatında 15 yaşlarında bir delikanlı olan, Hicri 91 yılında 96 yaşında vefat ettiğinde “Medine’de en son vefat eden sahabi” unvanını alan Sehl, o gün su ikram ettiği ağaçtan mamul kadehi hatıra olarak saklamıştı. Yıllar sonra, bir topluluğun içinde bu kadehi göstererek su ikram ettiğinde kadeh, orada
bulunan Ömer bin Abdülaziz tarafından istendi. Sehl de kadehi ona hediye etti. Kadeh-i Şerif’in dışı muhafaza gayesiyle gümüşle kaplanmıştır
Gasl-i Nebevî Suyu
Peygamber’imizin (sas) gasil suyunun muhafaza edildiği yeşil şişe zamanın tahribatına dayanamamış, günümüze ancak kırık parçası ulaşmıştır.
Hz. Yahya’nın (as) kol kemiği ve mahfazası
Kâbe’nin anahtarı
Sultan 4. Murad tarafından manevi işaret üzerine Bağdat seferine götürülen Kâbe anahtarı ve kesesi.
Hırka
Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra)’e atfolunan hırka parçası. Üzerinde kana benzer lekeler bulunmaktadır
Hz. Yusuf’un (as) amâmesi/sarığı
Peygamber Efendimiz’den ve ashabdan yadigâr olan Süyûf-ı Mübareke, Mukaddes Emânetler içinde önemli bir grubu teşkil eder. Tabanları çelik olan kılıçların üzerlerine daha sonraki dönemlerde kıymetli madenler ve taşlarla işlemeler yapılmış, her bir yanı zamanla birer sanat şaheseri haline getirilmiştir. Osmanlı padişahları tahta geçtikten sonra Eyüp Sultan Türbesi’nde merasimle bu kılıçlardan birini kuşanırlardı. Kılıç alayı, Batılı yazarlarca kralların taç giyme törenlerine benzetilmiştir.
Hazreti Peygamber’in (sas) kabir toprağı
Birinci Dünya Savaşı’nda Medine’nin teslimi söz konusu olunca şanlı Medine Müdafii Fahreddin Paşa, Mescid-i Nebevi’de bulunan bir kısım emanetler ile, yüzyıllar boyunca hükümdarlar tarafından buraya vakfedilen ve Resûlullah’ın (sas) komşuluğunu yapan kıymetli eşyaları zayi olmaması için trene yükledi ve İstanbul’a gönderdi. İhtiyat mülazımlarından İdris Sabih Bey’in Medine Müdafaası sırasında Hazreti Peygamberimiz’e (sas) hitaben yazıp, Fahreddin Paşa’ya ithaf ettiği şiir, o günlerde yaşanan duygular kadar Emanât-ı Mübâreke’yi muhafaza edenlerin gönül dünyasını yansıtması bakımından da kayda değer özellikler taşımaktadır:
Dünya ve âhiret EFENDİMİZ’sin
Bir ulü’l emr idin emrine girdik;
Ezelden bey’atli hakanımızsın.
Az idik, sâyende murada erdik,
Dünya ve âhiret sultanımızsın.
Unuttuk İlhan’ı, Kara Oğuz’u;
İşledik seni gözbebeğimize,
Bağışla ey şefî’ kusurumuzu
Bin küsûr senelik emeğimize.
Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur,
Şımardık müjde-i sahabetinle.
Gönlümüz ganîdir, gözümüz toktur,
Doyarız bir lokma şefaatinle.
Nedense kimseler dinlemez, eyvâh!
O kadar sâf olan dileğimizi
Bir ümmî isen de Yâ Resûlallah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.
Suları tükendi gülâbdanların,
Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet.
Külleri soğudu buhurdanların,
Aşkınla bağrını yakmada millet.
Gelmemiş Türkçe’de
Lebid, Hassân’ın,
Yok bizde ne Bürde, ne Muallaka.
Yolunda baş veren Âl-i Osman’ın,
Lâl ile yazdığı tarihten başka.
Ne kanlar akıttık hep senin için,
O ulu Kitâb’ın hakkıçün aziz...
Gücümüz erişsin ve erişmesin,
Uğrunda her zaman döğüşeceğiz.
Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz,
Can verir, cânânı veremez Türkler.
Ebedi hadim’ül haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler.
Hz. Fatıma’nın (r. anhâ) hırkası
Yeşil atlas üzerine sarı sırma ile kelime-i tevhid ve çehar yâr-ı güzînin isimleri işli bohça içinde muhafaza edilen hırka, deve tüyü renginde yünlü kumaştan ve geniş kolludur. Model olarak bol ve düz bir feraceyi andırmaktadır. Birçok yerleri erimiş, harap haldeki hırkanın içinin bazı kısımlarında mavi astar, göğüs kısmında ise örme düğmeler vardır. “Kırım Hanı sülalesinden Fatıma Sultan’ın terekesinden zuhur edip Hazine-i Hümâyûn’a gelen eşya” ile birlikte Topkapı Sarayı’na gelmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in Sancağı