HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
KUR’AN’IN TAMAMI ARAPÇADIR
Kur'an'da Arapça Olmayan Bir Tek Kelime Dahi Yoktur
Kur'an, Arapça olmayan bir tek kelime dahi kesinlikle içermemektedir. Bilakis Kur'an’ın tamamı Arapçadır. Onda Arapça olmayan bir tek lafız dahi yoktur.
Buna delil, Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا “Biz onu Arapça bir Kur'an yaptık.”[1] بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ “Apaçık Arapça lisanı ile...”[2] وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلا بِلِسَانِ قَوْمِهِ “Biz her Rasulü ancak kavminin lisanı ile gönderdik.”[3]
Kur'an, Arapça olmayanı içerseydi, bu ayetlere ters düşerdi. Çünkü bir kısmı Arapça olurken bir kısmı Arapça olmazdı. Bu durumda da Kur'an Arapça olmazdı. Rasul de kavminin dilinden başkasıyla onlara tebliğ etmiş olduğuna göre kavminin lisanından başkasıyla gönderilmiş olurdu. Bu her iki husus da imkânsızdır. Böylece Kur'an’da Arapça olmayan bir tek lafız dahi olsaydı, o Kur'an’dan başkası olurdu. Çünkü Allah Kur'an’ı “Arapça olmakla” vasfetti. Kur'an kelimesi, Kur'an’ın tamamına da bir tek süresine de, bir tek ayetine de, bir tek kelimesine de isim olarak verilir. Zira Kur'an’ın tamamına da, bir cüzüne de “Kur'an” denilir. Buna göre Kur'an’dan bir cüz Arapça olmasaydı, o Kur'an’dan olmazdı. Bu ise batıldır. Zira Kur'an’ın Arapça olmayan bir kelime içeriyor olması batıldır.
Ayrıca Allah’u Teâla şöyle buyuruyor: وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Âyetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu?...”[4]
Böylece Kur'an’ın Arapça olmayan başka bir dilde olması nefyedildi. أأعجمي وعربي – “Arapça olmayan ve Arap olan (birlikte) olur mu?” Sözünde, Arapça olmayanın Arap olana indirilmesi inkâr istifhamı sîgasıyla/red etme sorusu üslubuyla nefyedilmiştir. Bu da Kur'an’da Arapça olmayanın olmadığına yani onda Arapça olmayan bir lafız olmadığına dair bir delildir.
Kur'an’ın başka dillerden alınmış lafızları içermesine gelince; Buna örnek şunlardır: المشكاة –“Mişkâtü”, lafzı Hintçe bir lafızdır. Hititçe de denilmektedir. الكوة –“Küvve/gedik”, “duvardaki oyuk”, “gözetleme deliği” demektir. القسطاس –“Kustâs”, lafzı Rumcadır. Manası; الميزان –“Mizân/terazi”, “tartı, ölçü” demektir. الاستبرق –“Istabrak”, lafzı Farsçadır. Manası; “brokar, bir yüzü kabartma, kalın kumaş”. سجيل –“Siccîl”, lafzı da Farsçadır. Manası; “çamurdan taş” demektir. طه –“Tah”, lafzı Nabatçadır.
Kur'an’ın bunun gibi lafızları içermesi, Arapça olmayan bazı bir takım kelimeleri içeriyor olması demek değildir. Çünkü bu lafızlar, Arapçalaştırılmış ve Arapçalaşmıştır. Böylelikle Kur'an, Arapça olmayan lafızları değil, Arapçalaştırılmış lafızları içeriyor demektir.
Arapçalaşmış lafızlar, Arapçadır. Fark etmeksizin Arapların koymuş olduğu lafız gibidir. cahiliyye şiiri, Kur'an indirilmeden önce de Arapçalaşmış lafızları içermiştir. Imrî’ul Kays’ın şiirinde; المرآة –“Mirât/ayna”, “yansıyan” anlamında geçen السجنحل –“Secencel”, kelimesi gibi. Cahiliyye şairlerinin birçoğunun şiirlerinde benzer kelimeler geçmiştir.
Araplar, Arapçalaşmış lafızları kendi koydukları lafızlar gibi aynı seviyede Arapça olarak sayıyorlar. Arapçalaştırma, başka dillerden kelimeyi olduğu gibi alıp Arapçaya katmak değildir. Fakat Arapçalaştırmak, Arapça olmayan lafzı Arapça vezin/kalıp ile şekillendirmektir. Zira o lafız, Arapça lafızların veznine ya da onların sözlerine göre Arap dili فعل –kalıplarından birisine konulmasından sonra Arapça olmaktadır. Araplar, Arapça olmayan lafızları almak kastı ile bakıyorlar, onları فعل، أفعل، فاعل، افتعل، انفعل gibi فعل –kalıbından birisine koyuyorlardı. O lafız bu kalıplara uygun düşer ve harfleri de Arap dili harflerine uygun düşerse onu alıyorlardı. Arapça kalıplardan birisine uygun düşmeyerek Arapça فعل –kalıplarında değilse o lafzı, bir harf ilave ederek ya da bir veya birkaç harf noksanlaştırarak Arapça kalıba göre şekillendiriyorlardı. Böylece o lafız, Arapların kendi فعل –kalıplarına göre şekil aldığında onu alıyorlardı. Aynı şekilde Arapça olmayan lafzın harflerinde de yapıyorlardı. Zira Arapların dili ile uyum sağlamayan harfi kesip atıyorlar ve onun yerine Arapça harflerden bir harf koyuyorlardı. Ta ki o da Arapça harflerden bir harf olsun. O zaman da o lafzı alıyorlardı. Arapçalaştırma işte böyle oluyordu. Zira Arapçalaştırma, Arapça olmayan kelimeyi; Arapça kalıp ve harflerde Arapça bir lafız olasıya kadar kalıp ve harfleriyle yeni bir şekle sokmaktır. O kelime işte o zaman alınır ve Arapçalaşmış bir lafız olur. Böylelikle Arapçalaşmış lafız, Arapların koyduğu lafız gibi aynı seviyede Arapça olur.
Buna binaen Kur'an’ın Arapçalaşmış lafızları içermesi, Arapça olmayan lafızları içerdiğine delâlet etmez. Çünkü Arapçalaşmış olan, Arapça olmayan bir lafız değil, Arapça bir lafızdır. Onu Arap lügatini koyan Arapların kendileri Arapçalaştırmıştır. Bundan açığa çıkıyor ki; Kur'an, Arapça olmayanı kesinlikle içermemektedir. Kur'an’da Arapça olmayan bir tek lafız dahi yoktur.
Arapçalaşmış lafızlar hakkında konuşulması münasebetiyle şu soru gelebilir: “Arapçalaştırmak; Arap lügatini koyan ve Arapların kendilerinden naklettiği gerçek Araplara mı hastır, yoksa her asırdaki Araplar için caiz midir?”
Buna cevap: Arapça âlimleri bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı şöyle demiştir: “Arapçalaştırmak, lafız koymak olduğundan dolayı Arap dilini koyan Araplara hastır. Zira onlar, kendilerinden falanca lafzı falanca manaya delâlet etmesi için koydukları gibi, aynı şekilde Arapça olmayan lafzı, kendilerinin فعل –kalıplarında ve lügatlerinin harfleriyle şekillendirip filanca mana için koymuşlardır. Dolayısıyla Arapçalaştırmak, lafız/dil koymaktır ki bu Arap olmayanlara ait olmaz. Bundan dolayı, Arapçalaştırmak saf kan Araplara hastır, onlardan başkalarına caiz değildir.”
Arapça âlimlerden bir kısmı da şöyle demiştir: “Arapçalaştırmak, her asırdaki her Arap için caizdir. Ancak Arapçalaştırmanın, Arapçayı bilen, onun فعل –kalıplarını, ölçülerini tam kavramış olan, harfleri konusunda çok tecrübeli olan, Arapça ilimlerinde özellikle dil, nahiv, sarf ilimlerinde sabit bir yeri olan kişiler tarafından yapılması şarttır.”
Gerçek şudur ki; ikinci söz doğru olandır. Zira Arapçalaştırmak, Arapça dilinde müçtehit olması şartı ile her Arap için caizdir. Herhangi bir asırdaki Arapça dilinde her müçtehide Arapça olmayan herhangi bir lafzı Arapçalaştırıp Arap diline katması caizdir. O lafız, o müçtehidin Arapçalaştırmasından sonra Arapların koymuş olduğu lafız gibi fark etmeksizin Arapça olur. O, ister dilin bozulmasından önce olsun yani Hicrî dördüncü asırdan önce olsun, isterse sonra olsun, ister bu asırda olsun, ister gelecek asırda olsun fark etmez. Böylece Arapçada müçtehit olan herkesin Arapça olmayan dillerden Arapça diline Arapçalaştırma yapması caizdir.
Çünkü Arapçalaştırmak, asıl itibarı ile lafız koymak değildir. O ancak özel harflerle özel kalıplarda şekillendirmektir. Arapçalaştırmanın vakıası budur. Şu halde Arapçalaştırmakla lafız koymak arasında büyük bir fark vardır. Lafız koymanın sadece saf kan Araplara has olup, onlardan başkasına caiz olmadığına dair söz doğrudur. Çünkü lafız koymak, başlangıçta sözde ve ıstılahta mevcut olmayan bir şeyi icad etmektir. Dolayısıyla bu, ancak ıstılah ehli için uygun olur. Fakat Arapçalaştırma, mevcut olmayan bir şeyi icad etmek değildir. Bilakis o, mevcut olan bir şeyde içtihat etmektir. O ilk ıstılah değil, sadece hakkında anlaşmanın yapıldığı hususta içtihattır. Zira Araplar, Arapça dilinin ölçülerini فعل –kalıplarını belirli harfler ve sayılarla Arapça harfleri belirlediler. Arapçalaştırma bu harflerden bir lafzın Arapça ölçülerinden bir ölçü ve kalıpta şekillendirilmesidir. Bu ise, şüphe yok ki içtihattır, lafız koymak değildir. Bundan dolayıdır ki, Arapçalaştırmak, Arap dilindeki her müçtehit için caizdir. Zira bu, kelime türetmek gibidir.
“Kelime türetmek” Arapların kullanım tarzıyla, mastardan fiil veya ismi fail veya ismi mef’ul gibi Arap harflerinden türetilmiş başka bir şey türetmektir. Türetilen o hususu Araplar ister söylemiş olsunlar isterse söylememiş olsunlar fark etmez. Aynı şekilde Arapçalaştırmak da Arapça olmayan bir lafzı alıp, Arapların ölçülerinden ve Arap harflerinden bir ölçü veya kalıpta şekillendirmektir. Böylece mastardan ismi fail veya ismi mef’ul türevinin çıkartılması gibi, Arapça olmayan lafızlardan da Arapça lafız çıkartılmış olur. Arapça âlimi olan herkese, kelime türetmenin caiz olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. Arapçalaştırmak da aynı şekilde Arapçada müçtehit olan herkese caiz olur. Çünkü Arapçalaştırmak kelime türetmektir, lafız koymak değil. Bunun için Arapçalaştırmak saf kan Araplara has değil, bilakis her Arap için geneldir. Ancak bir kişinin Arapçalaştırma yapması için, onun Arapçada müçtehit olması şart koşulur. Ta ki onda Arapça olmayan bir lafzı, Arapların diğer lafızları gibi Arapça lafız yapmak hâsıl olsun.
Fakat şu bilinmelidir ki; Arapçalaştırmak eşya isimlerine hastır, her Arapça olmayan lafız için genel değildir. Zira Arapçalaştırmak, manalara delâlet eden lafızlara ve tasavvur edilene delâlet eden cümlelere dâhil değildir. O ancak eşyaların isimlerine hastır ve başkasında olması kesinlikle doğru olmaz. Araplar, Arapçalaştırdıklarında sadece eşyaların isimlerini Arapçalaştırdılar. Arapçalaştırma bunlardan başkasında olmamıştır. Araplar manalar için kelime türetmeyi koydular. Tasavvurlar ve benzetmeler için de mecazı koydular. Arapçalaştırmayı sadece eşyaların isimlerinde kullandılar, “İbrahim” gibi özel isimler de buna dâhildir. Bundan dolayı Arapçalaştırmak, sadece eşyaların isimlerinde ve özel isimlerde caiz olmaktadır. Bu ikisinden başkasına Arapçalaştırmanın olması hiçbir şekilde caiz değildir. Eşyaların isimleri ve özel isimlerin dışında kalan hususlara gelince; onların alınması alanı, kelime türetme ve mecazda geniştir. Zira kelime türetme; ne kadar çok ve çeşitli olursa olsun manaların alınması ve ifade edilmesi için geniş bir alandır. Aynı şekilde mecaz da; ne olursa olsun tasavvur edilenin ve benzetmelerin alınması ve ifade edilmesi için verimli bir alandır.
Arapçalaştırma, türetme ve mecaz gibi ümmetin hayatının zaruretlerinden bir zaruret ve Arap dilinin yaşamasının ve bekasının zaruretlerinden bir zarurettir, hatta İslâm şeriatının zaruretlerinden bir zarurettir. Zira manalar ve eşyalar her gün yenilenmektedirler. Müslümanların da İslâm davetini âleme taşıma farziyetini yerine getirmelerinden dolayı diğer ümmetlerle karışmaları kaçınılmazdır. Müslümanların ilimlere, keşiflere, icatlara gereksinim duymalarından dolayı, diğer milletlerden bu ilimleri, keşifleri ve icatları almaları kaçınılmazdır. Müslümanlar Şer’î hükümlerle kayıtlı olmalarından dolayı yenilen her şeyin ve ortaya çıkan her yeni durumun hükmünü bilmek zorundadırlar. Bütün bunlar Arapçalaştırmayı, kelime türetmeyi, mecazı Müslümanlara farz kılmaktadır ve onları onunla bizzat karşı karşıya getirmektedir. Zira Müslümanların, İslâm’ın fikirleri ve hükümlerini diğer ümmetlerde olan eşya ve vakıalara indirerek açıklamaları kaçınılmazdır. Bundan dolayı önceden olmayan yeni manalar ve eşyalar için daha önce mevcut olmayan yeni lafızlar bulmaları onlara zorunludur. Bu yeni lafızları icad etmek onlara kaçınılmazdır. Aksi halde Daveti taşımaktan geri kalırlar, hayatla beraber ilerlemekten ve hayatın gereksinimlerinden geri kalırlar, haklarında şeriatın hükmünün mutlaka açıklanması gerektiği eşya ve vakıalar hakkında şeriatın hükmünü açıklamaktan geri dururlar. Bundan dolayı Arapçalaştırma, kelime türetme ve mecaz; ümmetin hayatının ve Şeriatın zaruretlerinden bir zarurettir. Arap dili de ancak kullanma yolu ile yaşar ve varlığını devam ettirir. Zira ümmetin hayatı için zorunlu olan yani manalar bulunduğunda Arap dilinde kendileriyle o manaları ifade edecek lafızlar olmayınca zorunlu olarak, kendisi ile zaruretlerinden olan o hususu ifade etmek için başka bir dile yönelinir. Böylece dil donuklaşır, daha sonra zamanla birlikte terk edilir, bırakılır. Bundan dolayı da Arapçalaştırmak, kelime türetmek ve mecaz gibi Arapça dilinin yaşamasının ve bekasının zaruretlerinden bir zarurettir. Onun için Arapçalaştırma kaçınılmazdır.
Arapça dili, Arapça olmayan lafzın manasının alınmasına ve onun -Müslümanların yapmaya çalıştıkları gibi- Arapçadaki benzer bir manaya delâlet eden bir lafızla ifade edilmesine gereksinim içinde değildir. Bilakis Arapça olmayan lafzın kendisi alınır, Arapların kullanım tarzı üzere harflerle, Arapça bir kalıba konulup Arapçalaştırılmış bir lafız türetilir.
قطار –Kıtâr, عربة –Araba, سيارة –Seyyâre, هاتق –Hâtıf, مقود –Mikved, v.b. kelime koymalarına gelince; bu tamamen yanlış bir iştir, fikri donukluğa delâlet etmektedir. Zira bunlar mana tasavvurlar ve benzetmeler değil, eşyadırlar. Bunlar için benzer manaların isimleri konulmaz ve isimler de türetilmez. Sadece bunların Arapça olmayan isimlerinin kendileri alınıp Arapların kullanım tarzı üzere, Arapça harflerle Arapların فعل –kalıplarından birisine konularak Arapçaya yeni bir lafız türetilir. Arapçalaşmış lafız ve Arapların koyduğu lafız aynı seviyede olur. تلفون –Telefon kelimesi olduğu gibi alınmalıdır. Çünkü kalıbı Arapça bir kalıp olan فعلول –kalıbındandır. عربون –‘Urbûn/peşinat vermek kelimesi de bu kalıptandır. Bunların bütün harfleri Arapça harflerdir. جدون –kelimesi de bu kalıptandır. Fakat G-harfi Arapça dilinde yoktur. Dolayısıyla onun yerine ج –harfi veya غ –harfi konulup غدون veya جدون –denilir. Böylece bu tür kelimeler de Arapçalaşmış bir lafız olur. İşte böyle diğer kelimelere benzer eşyalara delâlet eden Arapça lafız konulması doğru olmaz. Zira bu Arapça dili ile ve Arapların kurallarıyla çelişmektedir. Çünkü Arapça, eşyaların isimleri ve özel isimleri koymak için Arapçalaştırmayı ortaya koymuştur. Benzerlikleri, eşya isimleri ve özel isimleri koymak için vasıta kılmamıştır. Ayrıca السيارة ، العربة ، القطار v.b. kelimeler gibi, yeni eşyaların isimleri için konulan bu lafızlar, kesinlikle Arapça dili lafızlarından sayılmazlar. Yani onlar hem lügavi hakikat, hem Şer’î hakikat, hem de örfi hakikat değildirler, dolayısıyla kesinlikle Arapça olmazlar. Çünkü Arapça lafız, Arapların belirli bir manaya delâlet etmesi için koyduğu lafızdır. Arapların koymuş olduğu lafız, onların kendisi için koymadıkları bir manada kullanılınca, bu kullanım Araplardan olur. Bu ya Şer’î hakikattir, ya da örfi hakikattir, lügavi hakikat değildir.
“Lügavi hakikat” için Arapların lafız koyması kaçınılmazdır. Arapça dilinin lafızları şu üç şıktan birisidir: 1- Lügavi hakikat, 2- Şer’î hakikat, 3- Örfi hakikat. الهاطف ، العربة ، القطار v.b. lafızları, dilin konuluşuna göre bir şeye delalet etmeleri için konulmuştur. Bu lafızları koyanlar, bununla o lafzın o şeyin lügaten manası olmasını kast etmişlerdir. Yani lügavi hakikat olmasını kast etmişlerdir. Lügavi hakikat; lügatte ilk önce kendisi için konulan hususta kullanılan lafızdır. القطار –lafzı ve benzerlerini kendilerine delâlet etmesi için karşısına Araplar bir mana koymadılar. Bununla birlikte Şer’î hakikat da, örfi hakikat da değildirler. Böylece Arapça olmayan bir lafız olurlar. الهاطف ، العربة ، القطار kelimeleri, bir takım eşya için sonradan konulan isimlerdir, Arapça lafızlar değil.
Örfi Hakikat:
Hakikat; konuşma ıstılahında kendisi için konulan hususta kullanılan lafız olarak tarif edilmiştir. Bu tarif lügavi hakikati, Şer’î hakikati ve örfi hakikati kapsamaktadır. Fakat bunlardan her birisine bizzat has olan ayrı tarifler ise şöyledir:
“Lügavi hakikat”; dilde kendisi için ilk önce konulan hususta kullanılan lafızdır.
“Şer’î hakikat”; Şeriatın ıstılahında kendisi için ilk olarak konulan hususta kullanılan lafızdır. Başka bir ifade ile Şer’î hakikat, Şeriatta kendisi için ilk olarak konulmuş hususta Şer’î ismin kullanılmasıdır. Yani Şeriatın, kendisine intikal eden mana ile onu kullanmasından dolayı, lügavi manasından başkasına intikal eden lafızdır.
“Örfi hakikat” ise; lügavi kullanım örfi ile kendisi için konulan hususta kullanılan lafızdır. Yani örfi hakikat; ilk konulan mananın terk edilerek dilde yaygın kullanımdan dolayı, lügavi manasından başkasına intikal eden lafızdır. Örfi hakikat iki kısımdır:
1-Genel bir mana için konulmuş isim olur, daha sonra lügat ehlinin kullanım örfiyle manalarından birisine tahsis edilir. الدابة –“Dâbbe” lafzının örfen dört ayaklı hayvanlara has kılınması gibi. Hâlbuki bu lafız lügatin aslında yeryüzündeki her canlı varlığa delâlet ederdi. İnsanı ve hayvanı kapsardı. Fakat lügatteki genel kullanım; bu lafzı, ilk manasını terk ederek dört ayaklı hayvanlara has kıldı. Böylece bu lafız, nakledildiği manada lügavi örfi hakikat oldu.
2-Lügatin aslında bir mana için isim olur, daha sonra lügat olarak konuluşunun dışında bir manayla kullanım örfünde meşhur olur. Öyle ki; söylendiğinde lafızdan, o meşhur olduğu manadan başkası anlaşılmaz. الغائط –“Gâit”, ismi gibi. Zira o, lügatin aslında “yeryüzünde alçak/basık yer” anlamı için konulmuş olsa da onların örfünde “insandan çıkan dışkı” anlamıyla meşhur olmuştur. Öyle ki; bu lafız söylendiğinde bu manadan başkası anlaşılmaz. Zira dildeki yaygın kullanım onu “alçak/basık yer” manasından, ilk mana terk edilerek “insan dışkısı” manasına nakletmiştir. Böylece bu kelime nakledildiği manada lügavi örfi hakikat olmuştur.
Şu bilinmelidir ki, burada bu iki kısımda örfi hakikatten kast olunan lügavi hakikattir. Yani lügat ehlinin kullanımında ittifak ettiği husustur, lügat ehlinden olmayan insanların üzerinde anlaştıkları, ıstılahlaştırdıkları husus değildir. Lügat ehli nezdinde hakikat iki kısımdır: Birincisi; vazî hakikat. İkincisi; lügat ehli nezdinde hakkında ittifak edilen hakikat. Arapların belirli bir manaya delâlet etmesi için koymuş oldukları lafız, lügavi hakikattir. Yani lügavi vazî hakikattir. Belirli bir vahşi hayvana delâlet etmesi için konulan الأسد –“Esed”/aslan”, lafzı gibi. Arapların kullanım örfinde kendisi için konulduğu ilk mana terk edilerek ondan başka bir mana ile meşhur olmuş lafız –eğer onların kullanımı Şeriata tabi olarak değil de asaleten/bizzat kendiliklerinden olmuşsa- “örfi hakikattir”. Her ikisi de lügat ehli yani Araplar tarafından konulmuştur. Zira lügavi hakikati Araplar koymuştur ve o, örfidir yani onu kullanmalarıyla hakkında ittifak ettikleri hakikattir.
Nahivcilerin/gramercilerin الرفع –“Ref’u” kelimesiyle merfu yapmak, النصب–“Nasb” kelimesiyle mensup kılma/“fetha” ile harekelen- dirme, الجر –“Cerru” kelimesiyle mecrur yapmakta ıstılahları/ittifak etmeleri gibi kendilerine has kılınan ıstılah âlimlerinden her bir guruba ait olan husus, özel örfi hakikattir. Bu lügavi örfi hakikatten başkasıdır. Çünkü lügavi örfi hakikat, Arapların bizzat kendileri tarafından olur. Onlar onu kullanmalarıyla hakkında ittifak etmişlerdir. Özel örfi hakikat ise, Araplar tarafından konulmamıştır. O ancak belirli bir manaya delâlet emesi için her ilim âlimlerinin hakkında ittifak ettikleri hakikattir/lafızdır. Özel örfi hakikat, Arapların koymasından ve kullanmalarından değildir. O sadece özel bir ıstılahtır. Onun için “özel örfi” olarak isimlendirilmiştir. O özel bilgilerdeki bütün ıstılahları kapsar. İster onlar hakkında saf kan Araplar zamanında; nahiv, sarf, fıkıh v.b. dil âlimleri tarafından ıstılah hâsıl olsun, ister ise daha sonra kıyamete kadar gelen mühendislik, kimya, tıp v.b. ilimlerin âlimleri tarafından ıstılah olsun fark etmez. Zira herhangi bir ilim veya fen âlimlerinin hakkında ittifak ettiği/ıstılahlaştırdığı her husus “özel örfi hakikattir.” Bu, genel örfi hakikat gibi fark etmeksizin Arapça dilindendir. Çünkü genel örfi hakikatı Araplar, kendisi için koydukları husustan başkasında kullanmışlar ve o, onunla meşhur olmuştur. O, Arapların kullanmasından dolayı Arapçadır, Araplar tarafından kullanılan lafız gibidir. Aynı şekilde özel örfi hakikat hakkında Arap âlimleri tarafından, onların duymaları, tasdik etmeleri ve dilden saymalarına binaen ıstılah hâsıl olmuştur. Hatta onlar onu kendisi için koydukları hususun dışında genel olarak kullanmışlardır. Dolayısıyla bu Arapça olmaktadır. Aynı şekilde onlar nahivde lafzı, kendisi için konulanın dışında özel bir ilimde özel olarak kullanmışladır. Dolayısıyla da genel olarak kullandıkları lafız gibi ve yeni koydukları lafız gibi Arapçadır. Arapların koydukları ilimlere ve kullanımı tasdik ettikleri ilimlere düşen husus, her ilme uygun düşer.
“Bu bir kıyastır” denilmez. Çünkü bu kıyas değildir. Bu ancak lafzın, kategorisine giren hususlara uygulanmasıdır. Zira Araplar, kendi zamanlarında olan الإنسان –“insan”, الفرس –“fars-at” isimlerini verdikleri gibi kendi zamanlarında الفاعل –Fail’i زفعُ/ötreli, المفعول –Mef’ûl’ü de َنصبٌ”üstünlü” olarak vasıflandırdılar. Onlar failleri, mef’ulleri vasıflandırdılar. Bununla birlikte lügat ehlinin icmâsı ile her إنسان –“İnsan” ve فرس –“At”, hakkında, fail ve mef’ul hakkında isim günümüze kadar değişmemiştir. Aynı şekilde Arapların âlimleri, zamanlarındaki ilimler için ıstılahlar koymuşlar. Bu ıstılahları özel kıldıkları belirli bir ilim hakkında koymadılar, sadece kendi zamanlarındaki ilimler için koydular. Dolayısıyla her ilim hakkındaki ıstılah, o ilimim âlimleri için değişmez olur. Arapça bir vezin/ölçü üzere ve Arapların kullanım tarzında Arapça harflerden olduğu sürece Arapçadan sayılır. Bundan dolayı özel örfi hakikat, genel örfi hakikat gibi fark etmeksizin Arapçadır.
Kur'an'da Arapça Olmayan Bir Tek Kelime Dahi Yoktur
Kur'an, Arapça olmayan bir tek kelime dahi kesinlikle içermemektedir. Bilakis Kur'an’ın tamamı Arapçadır. Onda Arapça olmayan bir tek lafız dahi yoktur.
Buna delil, Allah’u Teâla’nın şu sözüdür:
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا “Biz onu Arapça bir Kur'an yaptık.”[1] بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ “Apaçık Arapça lisanı ile...”[2] وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلا بِلِسَانِ قَوْمِهِ “Biz her Rasulü ancak kavminin lisanı ile gönderdik.”[3]
Kur'an, Arapça olmayanı içerseydi, bu ayetlere ters düşerdi. Çünkü bir kısmı Arapça olurken bir kısmı Arapça olmazdı. Bu durumda da Kur'an Arapça olmazdı. Rasul de kavminin dilinden başkasıyla onlara tebliğ etmiş olduğuna göre kavminin lisanından başkasıyla gönderilmiş olurdu. Bu her iki husus da imkânsızdır. Böylece Kur'an’da Arapça olmayan bir tek lafız dahi olsaydı, o Kur'an’dan başkası olurdu. Çünkü Allah Kur'an’ı “Arapça olmakla” vasfetti. Kur'an kelimesi, Kur'an’ın tamamına da bir tek süresine de, bir tek ayetine de, bir tek kelimesine de isim olarak verilir. Zira Kur'an’ın tamamına da, bir cüzüne de “Kur'an” denilir. Buna göre Kur'an’dan bir cüz Arapça olmasaydı, o Kur'an’dan olmazdı. Bu ise batıldır. Zira Kur'an’ın Arapça olmayan bir kelime içeriyor olması batıldır.
Ayrıca Allah’u Teâla şöyle buyuruyor: وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Âyetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu?...”[4]
Böylece Kur'an’ın Arapça olmayan başka bir dilde olması nefyedildi. أأعجمي وعربي – “Arapça olmayan ve Arap olan (birlikte) olur mu?” Sözünde, Arapça olmayanın Arap olana indirilmesi inkâr istifhamı sîgasıyla/red etme sorusu üslubuyla nefyedilmiştir. Bu da Kur'an’da Arapça olmayanın olmadığına yani onda Arapça olmayan bir lafız olmadığına dair bir delildir.
Kur'an’ın başka dillerden alınmış lafızları içermesine gelince; Buna örnek şunlardır: المشكاة –“Mişkâtü”, lafzı Hintçe bir lafızdır. Hititçe de denilmektedir. الكوة –“Küvve/gedik”, “duvardaki oyuk”, “gözetleme deliği” demektir. القسطاس –“Kustâs”, lafzı Rumcadır. Manası; الميزان –“Mizân/terazi”, “tartı, ölçü” demektir. الاستبرق –“Istabrak”, lafzı Farsçadır. Manası; “brokar, bir yüzü kabartma, kalın kumaş”. سجيل –“Siccîl”, lafzı da Farsçadır. Manası; “çamurdan taş” demektir. طه –“Tah”, lafzı Nabatçadır.
Kur'an’ın bunun gibi lafızları içermesi, Arapça olmayan bazı bir takım kelimeleri içeriyor olması demek değildir. Çünkü bu lafızlar, Arapçalaştırılmış ve Arapçalaşmıştır. Böylelikle Kur'an, Arapça olmayan lafızları değil, Arapçalaştırılmış lafızları içeriyor demektir.
Arapçalaşmış lafızlar, Arapçadır. Fark etmeksizin Arapların koymuş olduğu lafız gibidir. cahiliyye şiiri, Kur'an indirilmeden önce de Arapçalaşmış lafızları içermiştir. Imrî’ul Kays’ın şiirinde; المرآة –“Mirât/ayna”, “yansıyan” anlamında geçen السجنحل –“Secencel”, kelimesi gibi. Cahiliyye şairlerinin birçoğunun şiirlerinde benzer kelimeler geçmiştir.
Araplar, Arapçalaşmış lafızları kendi koydukları lafızlar gibi aynı seviyede Arapça olarak sayıyorlar. Arapçalaştırma, başka dillerden kelimeyi olduğu gibi alıp Arapçaya katmak değildir. Fakat Arapçalaştırmak, Arapça olmayan lafzı Arapça vezin/kalıp ile şekillendirmektir. Zira o lafız, Arapça lafızların veznine ya da onların sözlerine göre Arap dili فعل –kalıplarından birisine konulmasından sonra Arapça olmaktadır. Araplar, Arapça olmayan lafızları almak kastı ile bakıyorlar, onları فعل، أفعل، فاعل، افتعل، انفعل gibi فعل –kalıbından birisine koyuyorlardı. O lafız bu kalıplara uygun düşer ve harfleri de Arap dili harflerine uygun düşerse onu alıyorlardı. Arapça kalıplardan birisine uygun düşmeyerek Arapça فعل –kalıplarında değilse o lafzı, bir harf ilave ederek ya da bir veya birkaç harf noksanlaştırarak Arapça kalıba göre şekillendiriyorlardı. Böylece o lafız, Arapların kendi فعل –kalıplarına göre şekil aldığında onu alıyorlardı. Aynı şekilde Arapça olmayan lafzın harflerinde de yapıyorlardı. Zira Arapların dili ile uyum sağlamayan harfi kesip atıyorlar ve onun yerine Arapça harflerden bir harf koyuyorlardı. Ta ki o da Arapça harflerden bir harf olsun. O zaman da o lafzı alıyorlardı. Arapçalaştırma işte böyle oluyordu. Zira Arapçalaştırma, Arapça olmayan kelimeyi; Arapça kalıp ve harflerde Arapça bir lafız olasıya kadar kalıp ve harfleriyle yeni bir şekle sokmaktır. O kelime işte o zaman alınır ve Arapçalaşmış bir lafız olur. Böylelikle Arapçalaşmış lafız, Arapların koyduğu lafız gibi aynı seviyede Arapça olur.
Buna binaen Kur'an’ın Arapçalaşmış lafızları içermesi, Arapça olmayan lafızları içerdiğine delâlet etmez. Çünkü Arapçalaşmış olan, Arapça olmayan bir lafız değil, Arapça bir lafızdır. Onu Arap lügatini koyan Arapların kendileri Arapçalaştırmıştır. Bundan açığa çıkıyor ki; Kur'an, Arapça olmayanı kesinlikle içermemektedir. Kur'an’da Arapça olmayan bir tek lafız dahi yoktur.
Arapçalaşmış lafızlar hakkında konuşulması münasebetiyle şu soru gelebilir: “Arapçalaştırmak; Arap lügatini koyan ve Arapların kendilerinden naklettiği gerçek Araplara mı hastır, yoksa her asırdaki Araplar için caiz midir?”
Buna cevap: Arapça âlimleri bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir kısmı şöyle demiştir: “Arapçalaştırmak, lafız koymak olduğundan dolayı Arap dilini koyan Araplara hastır. Zira onlar, kendilerinden falanca lafzı falanca manaya delâlet etmesi için koydukları gibi, aynı şekilde Arapça olmayan lafzı, kendilerinin فعل –kalıplarında ve lügatlerinin harfleriyle şekillendirip filanca mana için koymuşlardır. Dolayısıyla Arapçalaştırmak, lafız/dil koymaktır ki bu Arap olmayanlara ait olmaz. Bundan dolayı, Arapçalaştırmak saf kan Araplara hastır, onlardan başkalarına caiz değildir.”
Arapça âlimlerden bir kısmı da şöyle demiştir: “Arapçalaştırmak, her asırdaki her Arap için caizdir. Ancak Arapçalaştırmanın, Arapçayı bilen, onun فعل –kalıplarını, ölçülerini tam kavramış olan, harfleri konusunda çok tecrübeli olan, Arapça ilimlerinde özellikle dil, nahiv, sarf ilimlerinde sabit bir yeri olan kişiler tarafından yapılması şarttır.”
Gerçek şudur ki; ikinci söz doğru olandır. Zira Arapçalaştırmak, Arapça dilinde müçtehit olması şartı ile her Arap için caizdir. Herhangi bir asırdaki Arapça dilinde her müçtehide Arapça olmayan herhangi bir lafzı Arapçalaştırıp Arap diline katması caizdir. O lafız, o müçtehidin Arapçalaştırmasından sonra Arapların koymuş olduğu lafız gibi fark etmeksizin Arapça olur. O, ister dilin bozulmasından önce olsun yani Hicrî dördüncü asırdan önce olsun, isterse sonra olsun, ister bu asırda olsun, ister gelecek asırda olsun fark etmez. Böylece Arapçada müçtehit olan herkesin Arapça olmayan dillerden Arapça diline Arapçalaştırma yapması caizdir.
Çünkü Arapçalaştırmak, asıl itibarı ile lafız koymak değildir. O ancak özel harflerle özel kalıplarda şekillendirmektir. Arapçalaştırmanın vakıası budur. Şu halde Arapçalaştırmakla lafız koymak arasında büyük bir fark vardır. Lafız koymanın sadece saf kan Araplara has olup, onlardan başkasına caiz olmadığına dair söz doğrudur. Çünkü lafız koymak, başlangıçta sözde ve ıstılahta mevcut olmayan bir şeyi icad etmektir. Dolayısıyla bu, ancak ıstılah ehli için uygun olur. Fakat Arapçalaştırma, mevcut olmayan bir şeyi icad etmek değildir. Bilakis o, mevcut olan bir şeyde içtihat etmektir. O ilk ıstılah değil, sadece hakkında anlaşmanın yapıldığı hususta içtihattır. Zira Araplar, Arapça dilinin ölçülerini فعل –kalıplarını belirli harfler ve sayılarla Arapça harfleri belirlediler. Arapçalaştırma bu harflerden bir lafzın Arapça ölçülerinden bir ölçü ve kalıpta şekillendirilmesidir. Bu ise, şüphe yok ki içtihattır, lafız koymak değildir. Bundan dolayıdır ki, Arapçalaştırmak, Arap dilindeki her müçtehit için caizdir. Zira bu, kelime türetmek gibidir.
“Kelime türetmek” Arapların kullanım tarzıyla, mastardan fiil veya ismi fail veya ismi mef’ul gibi Arap harflerinden türetilmiş başka bir şey türetmektir. Türetilen o hususu Araplar ister söylemiş olsunlar isterse söylememiş olsunlar fark etmez. Aynı şekilde Arapçalaştırmak da Arapça olmayan bir lafzı alıp, Arapların ölçülerinden ve Arap harflerinden bir ölçü veya kalıpta şekillendirmektir. Böylece mastardan ismi fail veya ismi mef’ul türevinin çıkartılması gibi, Arapça olmayan lafızlardan da Arapça lafız çıkartılmış olur. Arapça âlimi olan herkese, kelime türetmenin caiz olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. Arapçalaştırmak da aynı şekilde Arapçada müçtehit olan herkese caiz olur. Çünkü Arapçalaştırmak kelime türetmektir, lafız koymak değil. Bunun için Arapçalaştırmak saf kan Araplara has değil, bilakis her Arap için geneldir. Ancak bir kişinin Arapçalaştırma yapması için, onun Arapçada müçtehit olması şart koşulur. Ta ki onda Arapça olmayan bir lafzı, Arapların diğer lafızları gibi Arapça lafız yapmak hâsıl olsun.
Fakat şu bilinmelidir ki; Arapçalaştırmak eşya isimlerine hastır, her Arapça olmayan lafız için genel değildir. Zira Arapçalaştırmak, manalara delâlet eden lafızlara ve tasavvur edilene delâlet eden cümlelere dâhil değildir. O ancak eşyaların isimlerine hastır ve başkasında olması kesinlikle doğru olmaz. Araplar, Arapçalaştırdıklarında sadece eşyaların isimlerini Arapçalaştırdılar. Arapçalaştırma bunlardan başkasında olmamıştır. Araplar manalar için kelime türetmeyi koydular. Tasavvurlar ve benzetmeler için de mecazı koydular. Arapçalaştırmayı sadece eşyaların isimlerinde kullandılar, “İbrahim” gibi özel isimler de buna dâhildir. Bundan dolayı Arapçalaştırmak, sadece eşyaların isimlerinde ve özel isimlerde caiz olmaktadır. Bu ikisinden başkasına Arapçalaştırmanın olması hiçbir şekilde caiz değildir. Eşyaların isimleri ve özel isimlerin dışında kalan hususlara gelince; onların alınması alanı, kelime türetme ve mecazda geniştir. Zira kelime türetme; ne kadar çok ve çeşitli olursa olsun manaların alınması ve ifade edilmesi için geniş bir alandır. Aynı şekilde mecaz da; ne olursa olsun tasavvur edilenin ve benzetmelerin alınması ve ifade edilmesi için verimli bir alandır.
Arapçalaştırma, türetme ve mecaz gibi ümmetin hayatının zaruretlerinden bir zaruret ve Arap dilinin yaşamasının ve bekasının zaruretlerinden bir zarurettir, hatta İslâm şeriatının zaruretlerinden bir zarurettir. Zira manalar ve eşyalar her gün yenilenmektedirler. Müslümanların da İslâm davetini âleme taşıma farziyetini yerine getirmelerinden dolayı diğer ümmetlerle karışmaları kaçınılmazdır. Müslümanların ilimlere, keşiflere, icatlara gereksinim duymalarından dolayı, diğer milletlerden bu ilimleri, keşifleri ve icatları almaları kaçınılmazdır. Müslümanlar Şer’î hükümlerle kayıtlı olmalarından dolayı yenilen her şeyin ve ortaya çıkan her yeni durumun hükmünü bilmek zorundadırlar. Bütün bunlar Arapçalaştırmayı, kelime türetmeyi, mecazı Müslümanlara farz kılmaktadır ve onları onunla bizzat karşı karşıya getirmektedir. Zira Müslümanların, İslâm’ın fikirleri ve hükümlerini diğer ümmetlerde olan eşya ve vakıalara indirerek açıklamaları kaçınılmazdır. Bundan dolayı önceden olmayan yeni manalar ve eşyalar için daha önce mevcut olmayan yeni lafızlar bulmaları onlara zorunludur. Bu yeni lafızları icad etmek onlara kaçınılmazdır. Aksi halde Daveti taşımaktan geri kalırlar, hayatla beraber ilerlemekten ve hayatın gereksinimlerinden geri kalırlar, haklarında şeriatın hükmünün mutlaka açıklanması gerektiği eşya ve vakıalar hakkında şeriatın hükmünü açıklamaktan geri dururlar. Bundan dolayı Arapçalaştırma, kelime türetme ve mecaz; ümmetin hayatının ve Şeriatın zaruretlerinden bir zarurettir. Arap dili de ancak kullanma yolu ile yaşar ve varlığını devam ettirir. Zira ümmetin hayatı için zorunlu olan yani manalar bulunduğunda Arap dilinde kendileriyle o manaları ifade edecek lafızlar olmayınca zorunlu olarak, kendisi ile zaruretlerinden olan o hususu ifade etmek için başka bir dile yönelinir. Böylece dil donuklaşır, daha sonra zamanla birlikte terk edilir, bırakılır. Bundan dolayı da Arapçalaştırmak, kelime türetmek ve mecaz gibi Arapça dilinin yaşamasının ve bekasının zaruretlerinden bir zarurettir. Onun için Arapçalaştırma kaçınılmazdır.
Arapça dili, Arapça olmayan lafzın manasının alınmasına ve onun -Müslümanların yapmaya çalıştıkları gibi- Arapçadaki benzer bir manaya delâlet eden bir lafızla ifade edilmesine gereksinim içinde değildir. Bilakis Arapça olmayan lafzın kendisi alınır, Arapların kullanım tarzı üzere harflerle, Arapça bir kalıba konulup Arapçalaştırılmış bir lafız türetilir.
قطار –Kıtâr, عربة –Araba, سيارة –Seyyâre, هاتق –Hâtıf, مقود –Mikved, v.b. kelime koymalarına gelince; bu tamamen yanlış bir iştir, fikri donukluğa delâlet etmektedir. Zira bunlar mana tasavvurlar ve benzetmeler değil, eşyadırlar. Bunlar için benzer manaların isimleri konulmaz ve isimler de türetilmez. Sadece bunların Arapça olmayan isimlerinin kendileri alınıp Arapların kullanım tarzı üzere, Arapça harflerle Arapların فعل –kalıplarından birisine konularak Arapçaya yeni bir lafız türetilir. Arapçalaşmış lafız ve Arapların koyduğu lafız aynı seviyede olur. تلفون –Telefon kelimesi olduğu gibi alınmalıdır. Çünkü kalıbı Arapça bir kalıp olan فعلول –kalıbındandır. عربون –‘Urbûn/peşinat vermek kelimesi de bu kalıptandır. Bunların bütün harfleri Arapça harflerdir. جدون –kelimesi de bu kalıptandır. Fakat G-harfi Arapça dilinde yoktur. Dolayısıyla onun yerine ج –harfi veya غ –harfi konulup غدون veya جدون –denilir. Böylece bu tür kelimeler de Arapçalaşmış bir lafız olur. İşte böyle diğer kelimelere benzer eşyalara delâlet eden Arapça lafız konulması doğru olmaz. Zira bu Arapça dili ile ve Arapların kurallarıyla çelişmektedir. Çünkü Arapça, eşyaların isimleri ve özel isimleri koymak için Arapçalaştırmayı ortaya koymuştur. Benzerlikleri, eşya isimleri ve özel isimleri koymak için vasıta kılmamıştır. Ayrıca السيارة ، العربة ، القطار v.b. kelimeler gibi, yeni eşyaların isimleri için konulan bu lafızlar, kesinlikle Arapça dili lafızlarından sayılmazlar. Yani onlar hem lügavi hakikat, hem Şer’î hakikat, hem de örfi hakikat değildirler, dolayısıyla kesinlikle Arapça olmazlar. Çünkü Arapça lafız, Arapların belirli bir manaya delâlet etmesi için koyduğu lafızdır. Arapların koymuş olduğu lafız, onların kendisi için koymadıkları bir manada kullanılınca, bu kullanım Araplardan olur. Bu ya Şer’î hakikattir, ya da örfi hakikattir, lügavi hakikat değildir.
“Lügavi hakikat” için Arapların lafız koyması kaçınılmazdır. Arapça dilinin lafızları şu üç şıktan birisidir: 1- Lügavi hakikat, 2- Şer’î hakikat, 3- Örfi hakikat. الهاطف ، العربة ، القطار v.b. lafızları, dilin konuluşuna göre bir şeye delalet etmeleri için konulmuştur. Bu lafızları koyanlar, bununla o lafzın o şeyin lügaten manası olmasını kast etmişlerdir. Yani lügavi hakikat olmasını kast etmişlerdir. Lügavi hakikat; lügatte ilk önce kendisi için konulan hususta kullanılan lafızdır. القطار –lafzı ve benzerlerini kendilerine delâlet etmesi için karşısına Araplar bir mana koymadılar. Bununla birlikte Şer’î hakikat da, örfi hakikat da değildirler. Böylece Arapça olmayan bir lafız olurlar. الهاطف ، العربة ، القطار kelimeleri, bir takım eşya için sonradan konulan isimlerdir, Arapça lafızlar değil.
Örfi Hakikat:
Hakikat; konuşma ıstılahında kendisi için konulan hususta kullanılan lafız olarak tarif edilmiştir. Bu tarif lügavi hakikati, Şer’î hakikati ve örfi hakikati kapsamaktadır. Fakat bunlardan her birisine bizzat has olan ayrı tarifler ise şöyledir:
“Lügavi hakikat”; dilde kendisi için ilk önce konulan hususta kullanılan lafızdır.
“Şer’î hakikat”; Şeriatın ıstılahında kendisi için ilk olarak konulan hususta kullanılan lafızdır. Başka bir ifade ile Şer’î hakikat, Şeriatta kendisi için ilk olarak konulmuş hususta Şer’î ismin kullanılmasıdır. Yani Şeriatın, kendisine intikal eden mana ile onu kullanmasından dolayı, lügavi manasından başkasına intikal eden lafızdır.
“Örfi hakikat” ise; lügavi kullanım örfi ile kendisi için konulan hususta kullanılan lafızdır. Yani örfi hakikat; ilk konulan mananın terk edilerek dilde yaygın kullanımdan dolayı, lügavi manasından başkasına intikal eden lafızdır. Örfi hakikat iki kısımdır:
1-Genel bir mana için konulmuş isim olur, daha sonra lügat ehlinin kullanım örfiyle manalarından birisine tahsis edilir. الدابة –“Dâbbe” lafzının örfen dört ayaklı hayvanlara has kılınması gibi. Hâlbuki bu lafız lügatin aslında yeryüzündeki her canlı varlığa delâlet ederdi. İnsanı ve hayvanı kapsardı. Fakat lügatteki genel kullanım; bu lafzı, ilk manasını terk ederek dört ayaklı hayvanlara has kıldı. Böylece bu lafız, nakledildiği manada lügavi örfi hakikat oldu.
2-Lügatin aslında bir mana için isim olur, daha sonra lügat olarak konuluşunun dışında bir manayla kullanım örfünde meşhur olur. Öyle ki; söylendiğinde lafızdan, o meşhur olduğu manadan başkası anlaşılmaz. الغائط –“Gâit”, ismi gibi. Zira o, lügatin aslında “yeryüzünde alçak/basık yer” anlamı için konulmuş olsa da onların örfünde “insandan çıkan dışkı” anlamıyla meşhur olmuştur. Öyle ki; bu lafız söylendiğinde bu manadan başkası anlaşılmaz. Zira dildeki yaygın kullanım onu “alçak/basık yer” manasından, ilk mana terk edilerek “insan dışkısı” manasına nakletmiştir. Böylece bu kelime nakledildiği manada lügavi örfi hakikat olmuştur.
Şu bilinmelidir ki, burada bu iki kısımda örfi hakikatten kast olunan lügavi hakikattir. Yani lügat ehlinin kullanımında ittifak ettiği husustur, lügat ehlinden olmayan insanların üzerinde anlaştıkları, ıstılahlaştırdıkları husus değildir. Lügat ehli nezdinde hakikat iki kısımdır: Birincisi; vazî hakikat. İkincisi; lügat ehli nezdinde hakkında ittifak edilen hakikat. Arapların belirli bir manaya delâlet etmesi için koymuş oldukları lafız, lügavi hakikattir. Yani lügavi vazî hakikattir. Belirli bir vahşi hayvana delâlet etmesi için konulan الأسد –“Esed”/aslan”, lafzı gibi. Arapların kullanım örfinde kendisi için konulduğu ilk mana terk edilerek ondan başka bir mana ile meşhur olmuş lafız –eğer onların kullanımı Şeriata tabi olarak değil de asaleten/bizzat kendiliklerinden olmuşsa- “örfi hakikattir”. Her ikisi de lügat ehli yani Araplar tarafından konulmuştur. Zira lügavi hakikati Araplar koymuştur ve o, örfidir yani onu kullanmalarıyla hakkında ittifak ettikleri hakikattir.
Nahivcilerin/gramercilerin الرفع –“Ref’u” kelimesiyle merfu yapmak, النصب–“Nasb” kelimesiyle mensup kılma/“fetha” ile harekelen- dirme, الجر –“Cerru” kelimesiyle mecrur yapmakta ıstılahları/ittifak etmeleri gibi kendilerine has kılınan ıstılah âlimlerinden her bir guruba ait olan husus, özel örfi hakikattir. Bu lügavi örfi hakikatten başkasıdır. Çünkü lügavi örfi hakikat, Arapların bizzat kendileri tarafından olur. Onlar onu kullanmalarıyla hakkında ittifak etmişlerdir. Özel örfi hakikat ise, Araplar tarafından konulmamıştır. O ancak belirli bir manaya delâlet emesi için her ilim âlimlerinin hakkında ittifak ettikleri hakikattir/lafızdır. Özel örfi hakikat, Arapların koymasından ve kullanmalarından değildir. O sadece özel bir ıstılahtır. Onun için “özel örfi” olarak isimlendirilmiştir. O özel bilgilerdeki bütün ıstılahları kapsar. İster onlar hakkında saf kan Araplar zamanında; nahiv, sarf, fıkıh v.b. dil âlimleri tarafından ıstılah hâsıl olsun, ister ise daha sonra kıyamete kadar gelen mühendislik, kimya, tıp v.b. ilimlerin âlimleri tarafından ıstılah olsun fark etmez. Zira herhangi bir ilim veya fen âlimlerinin hakkında ittifak ettiği/ıstılahlaştırdığı her husus “özel örfi hakikattir.” Bu, genel örfi hakikat gibi fark etmeksizin Arapça dilindendir. Çünkü genel örfi hakikatı Araplar, kendisi için koydukları husustan başkasında kullanmışlar ve o, onunla meşhur olmuştur. O, Arapların kullanmasından dolayı Arapçadır, Araplar tarafından kullanılan lafız gibidir. Aynı şekilde özel örfi hakikat hakkında Arap âlimleri tarafından, onların duymaları, tasdik etmeleri ve dilden saymalarına binaen ıstılah hâsıl olmuştur. Hatta onlar onu kendisi için koydukları hususun dışında genel olarak kullanmışlardır. Dolayısıyla bu Arapça olmaktadır. Aynı şekilde onlar nahivde lafzı, kendisi için konulanın dışında özel bir ilimde özel olarak kullanmışladır. Dolayısıyla da genel olarak kullandıkları lafız gibi ve yeni koydukları lafız gibi Arapçadır. Arapların koydukları ilimlere ve kullanımı tasdik ettikleri ilimlere düşen husus, her ilme uygun düşer.
“Bu bir kıyastır” denilmez. Çünkü bu kıyas değildir. Bu ancak lafzın, kategorisine giren hususlara uygulanmasıdır. Zira Araplar, kendi zamanlarında olan الإنسان –“insan”, الفرس –“fars-at” isimlerini verdikleri gibi kendi zamanlarında الفاعل –Fail’i زفعُ/ötreli, المفعول –Mef’ûl’ü de َنصبٌ”üstünlü” olarak vasıflandırdılar. Onlar failleri, mef’ulleri vasıflandırdılar. Bununla birlikte lügat ehlinin icmâsı ile her إنسان –“İnsan” ve فرس –“At”, hakkında, fail ve mef’ul hakkında isim günümüze kadar değişmemiştir. Aynı şekilde Arapların âlimleri, zamanlarındaki ilimler için ıstılahlar koymuşlar. Bu ıstılahları özel kıldıkları belirli bir ilim hakkında koymadılar, sadece kendi zamanlarındaki ilimler için koydular. Dolayısıyla her ilim hakkındaki ıstılah, o ilimim âlimleri için değişmez olur. Arapça bir vezin/ölçü üzere ve Arapların kullanım tarzında Arapça harflerden olduğu sürece Arapçadan sayılır. Bundan dolayı özel örfi hakikat, genel örfi hakikat gibi fark etmeksizin Arapçadır.