Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuran'dan Sure Okuyalım ve Amin diyelim (1 Kullanıcı)

muberra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Tem 2006
Mesajlar
527
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
İSTANBUL
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)




55-RAHMAN:

1. Rahmân, Fatiha Sûresi'nde besmele tefsir edilirken bu yüce isim hakkındaki açıklamalar geçti. Yani rahmet ve sonsuz ihsanı kaynaşıp duran ve ondan dolayı bir ismi de Rahmân olan Allah Teâlâ. İrâb yönünden mübtedâ, kendinden sonra gelen de haberi görünür. Lakin müstakil bir âyet olduğuna bakarak takdir edilen bir mübtedânın haberi olarak şöyle bir cümle ortaya çıkar.

Allah, Rahmândır, yahut "O muktedir Melik, Rahmândır."

2. Rahmetiyle O Rahmân, Kur'ân'ı öğretti. İlimden, öğretmek mânâsını ifade eden "ta'lim" fiili, iki mef'ul alacağı için bu anlamda burada birinci mef'ul hazfedilmiş, böylece maksat, şuna veya buna öğretmek değil, bizzat öğretimin kendisinin ifade edildiği anlatılmıştır. Böylece bu kelime, gerek Cibril'e, gerek Peygamber'e, gerek ümmete olan öğretimin kısımlarından hepsini içine almaktadır. Bazıları da demişlerdir ki, burada alâmet mânâsınadır. Buna göre âyetin anlamı, Kur'ân'ı alâmet kıldı, yani ibret alacak olanlara bir âyet, yahut nübüvvet için bir delil ve mucize kıldı demektir. Bu durumda diğer bir mef'ulün hazfini gözetmeğe gerek kalmaz ve önceki sûrenin başında yer alan "Ay yarıldı." (Kamer, 54/1) âyeti ile mütenasib olur. Yani o sûre heybet kapısından, bu sûre de rahmet kapısından bir mucize ile başlamış bulunur. Şu halde tercemede öğretti denilmeyip de ta'lim etti denilirse bu iki duruma da işaret edilmiş olur. Mamafih Alûsî der ki: "Konuşan bin münasebet de gösterse, yine bunun ilim öğretiminden ibaret olduğunu bilmek gerekir." Kur'ân'ın öğretimi mânâsına gelince, âyette fiilinin yer alması, Kur'ân'a ilim izafe etmektedir. Bu, Kur'ân'ın yalnız lafızlarının değil, mânâsının da çok üstün bir tarzda ilim ifade ettiğini göstermektedir . Ancak bu, farklılık arzetmektedir. Bazan işaret ve remizlerden kevnî hadiselere vakıf olma derecesine kadar çıkar. İbnü Cesir ve İbnü Ebî Hâtim'in İbnü Mes'ud'dan yaptıkları rivayete göre, Kur'ân'da her şeye dair ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmiş ise de bizim ilmimiz onun tamamını kavrayacak durumda değildir. İbnü Abbas da demiştir ki: "Devemin ipi kaybolsa her halde onu Allah'ın Kitabında bulurdum." Mûrsî de şöyle der: "Kur'ân, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini içine almaktadır." Öyle ki onun hakikatini ancak mütekellim olan (konuşan) Allah Teâlâ bilir. Sonra "Onun te'vilini (yorumunu) ancak Allah bilir..." (Âli İmran, 3/7) âyetince Allah Teâlâ'nın kendine tahsis ettiği bilgiler müstesnâ olmak üzere Resulullah, sonra da sahabilerin büyükleri, onlardan sonra da ilimde onlara varis olan Tâbiîn bilir." Bir kısım âlimler de öğretimi, mânâların tasavvur edilmesi için nefsi uyarmak şeklinde tarif etmişlerdir.

Kıyametin yaklaşmasına karşı ilâhî rahmetten ortaya çıkan en büyük ve önemli nimetin Kur'ân öğretimi nimeti olduğu böylece ifade edildikten sonra, kime ve nasıl öğretildiği hususunu anlatmak için buyuruluyor ki:

3. O Rahmân insanı yarattı. Bazı âlimler burada insanla kasdedilen Âdem, bazıları da Kur'ân'ın işaretiyle Muhammed Aleyhisselâtü ve's-selâm'ın olduğunu söylemişlerse de, hepsini içine almak üzere insan cinsi olması daha doğru olabilir. Mamafih Kur'ân'ın öğretimine konu alan kâmil insanın kasdedilmiş olması da düşünülebilir. Yani Kur'ân'ı öğretmek üzere insanı yarattı.

4. Ona beyanı öğretti, yani kendini, vicdan ve gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadı anlatmak ve anlamak demek olan konuşma ve dil nimetini belletti ki, ilmin elde edilmesi ve Kur'ân öğretimi nimeti de bununla meydana gelir. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bildi, onların ulaşamadıklarına ulaştı. Peygamberlerin nübüvvete nâil olmaları, Allah tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri hep beyan ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi, Kur'ân'a ve Kur'ân'ın tefsir ve tercemesi nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanma derecemiz dahi o nimetten aldığımız hisse oranındadır. Ebu's-Suud der ki: "Âyette ifade edilen beyanı öğretmekten murad, insanı sırf kendi beyanına gücü yeter kılmaktan ibaret değil, onunla başkasının beyanını anlamak mânâsını da ifade eder. Çünkü Kur'ân'ı öğretmek ancak onun üzerinde dönüp dolaşır." Bu cümleler, eşanlamlı haberlerdir. Sonrakilerin atıf harfi olmadan zikredilmeleri teker teker sayım üslubunda geldikleri içindir. Müsned-i ileyhin (mübtedânın) başta zikredilmesi de, kasr (tahsis) ifade eder.

5. Bundan sonra beşer hayatının en fazla ilgilendiği nimetler güzel bir surette beyan edilerek secde ve şükretmeye davet için buyuruluyor ki: Güneş ve ay bir hisâb iledir, yani hesâb ile cereyan ederler. Binaenaleyh insanlar hesâbı iyi bellemeli ve bir hesâb gününün geleceğini bilip ona göre hesâba hazır olmalıdır.

Hüsbân, "hâ"nın ötresiyle hisâb mânâsına ve hisâbın çoğulu hisâblar mânâsına gelir. Bir de değirmen taşının eksenine hüsbânü'r-rehâ denilir.

6. Ve Necim, yani arzdan çıkıp da sapı olmayan bitki, çemen ve şecer, sapı olan bitki, ağaç secde ederler, Allah'ın iradesine tabii olarak boyun eğerler, kanunları karşısında elastikiyetle istediği konumu alırlar. O halde insanlar isteyerek Allah'ın emirlerine uyarak, nimetlerine şükretmek için secdeyi bilmelidirler.

7. Hem semaya bak onu yükseltti. Bu terkib Nahiv'de tabiri ile ifade edilir. Yani bir mef'ulün fiilini önce hazfedip sonra zamiriyle meşgul olarak tefsir etmektir. Şu halde kelâm, "Göğü yükseltti, onu yükseltti." takdirindedir. Bunun faydası, evvela mef'ule dikkatleri çekmek, sonra da fiilin bilindiğini beyan etmekle özel bir şekilde bunu hatırlatmaktır. Semadan kasıt, bütün cisimleriyle üzerimizde yükselen yüce bir alemdir. Onun yükseltilmesi, yani yükseklik verilip yukarı kaldırılması da yüksek olarak yaratılması ve inşa edilmesidir. Yükseklikten maksat da, belli olan hissi ve sûrî yüksekliktir. Genel mecaz yoluyla hissi ve manevi yüksekliği içine alacak bir mânânın kasdedilmiş olması da caiz olabilir. Belli ki semanın böyle yüksekliği onu yükselten Rahmân'ın kudret ve rahmetinin yüksekliğini, böylece kendisinin daha yüce, yani cihet ve mekânın ötesinde bir ululukla yüksek olduğunu gösterir. Evet, O Rahmân öyle ulu, öyle yüksek, öyle secde ve saygıya müstahaktır ki, gerek maddî ve gerekse manevî tarafı ile yüksekliği görülüp duran o güzel semaya yüksekliği O verdi. Ve mizanı koydu, yani o yüksekliklerin durabilmesi için aşağıya ve yukarıya çeşitli ve birden fazla ağırlıklar, varlıklar ve haklar arasında her şeyin kendi hakkına göre duruşu ve konumu demek olan denge kanununu, adalet kanununu koydu ki, bu kanun olmasaydı göklerin ve yerin nizam ve intizamı olmazdı. Nitekim bir hadis-i şerifte "Göklerin ve yerin varlığını sürdürmesi adaletledir." buyurulmuştur.

Mizan, "misâk" kelimesi gibi hem tartmak mânâsına masdar hem de tartı aleti, terazi, mânâsına ism-i âlet olabilir. Vezin, eşyanın diğerine nibsetle miktarı veya miktarının tanınmasıdır ki esasen bu kelime ağırlık için kullanılır. Ve bir mukayese ve eşitlikle yapılır. İşte bu mukayesenin yapıldığı alete de mizan denilir. Bu surette vezin, daima bir muâdele, yani bir denkleşme nisbetini ifade ettiğinden adalete ve adaletin ölçüsü olan şeriata da mizan denilmiştir. Onun için burada mizan, eşyanın gerek ağırlık itibarıyla ve gerek diğer hususlarda miktarlarının bilinmesine ölçü olarak herhangi bir alet mânâsına yorumlanabildiği gibi daha genel bir anlam ifade etmek üzere adalet mânâsında kullanıldığı ve şeriat olarak da tefsir edildiği olmuştur. Burada mizan kelimesi üç kere zikredilmiştir. Her ne kadar Zemahşerî bunun şiddetli bir tavsiye ve takviye için tekrar edildiğini söylemiş ise de, marifet yönüyle zikir ve tekrar da ilk yaratıcının aynı olması şeklinde bir külli kaidenin olmadığı ve peşpeşe gelen üç fâsılanın (âyet sonunda yer alan kelimenin) aynı mânâda bir tekrardan ibaret olmasının uygun düşmeyeceği cihetle biz bunlardan herbirinin ayrı bir mânâya işaret ettiğine inanıyoruz. Öncelikle "Mizanı koydu." âyetinde yer alan mizan, semanın yüksekliği münasebetiyle ortaya çıkan bütün eşya arasındaki genel denge kanunudur ki: (pesenteur) yahut (gravitaion) denilen yer çekimi veya ağırlık kanunu bunun en açık görüntüsüdür. Bildiğimiz terazi, kantar ve çeki gibi tartı ölçeği olan bütün mizanların esası da budur. Eskiler bunun yalnız yeryüzünde kullanıldığını zannediyor idiyseler de, sema ve yerdeki bütün cisimler hakkında geçerli genel bir kanun olduğu ve astronomi ilmi bakımından hususi bir önemi bulunduğu artık anlaşılmıştır. Bununla beraber genel denge kanunu yalnız cansız, duygusuz ve fizikî olan çekim kanununa hasredilmeyip kimyevî ve ruhî münasebetleri dahi içine almak üzere adalet kanunu adıyla daha kapsamlı olarak izah edildiği takdirde, faydasının daha fazla olacağı âşikârdır. Bu, her şeyi eşya arasında layık ve münasib olduğu yer ve mertebeye koyma demektir. Kâdi Beydâvî mizanı, her hazır olan şeye hak ettiğini, her hak sahibine da hakkını vermek suretiyle âlemdeki işlerin düzeni ve doğru hareket etmesi diye tarif etmiştir. Böylece o, gerek yaratma ve gerek kanun koyma açısından adalet ve dengeden daha genel bir mânâ ifade etmiş olur. Şu halde ikinci mizan kelimesi, mastar yahut şeriat, üçüncüsü de amel defteri olabilir. Mamafih başka türlü düşünmek de mümkündür.

8. Evet, mizanı koydu ki tartıda haksızlık etmeyesiniz. Şeriat ve kanuna tecavüz edip de haddinizi aşmayasınız, tartısız iş yapmayasınız, yahut maddî ve manevî tartıda taşkınlık etmeyesiniz de Allah Teâlâ'nın emirlerine, hükümlerine itaat ve hukuka riayet edesiniz.

9. Hem vezni: ister söz, ister fiil olsun her hususta tartma işini adaletle yapın, yani hem ayarsız tartı kullanmayın, hem de tartarken insaf ve adaletle dosdoğru tartın. Kendiniz için tartarken bir tarafı, başkası için tartarken de diğer tarafı ağır tutmayınız. Hepsinde terazinin dilini doğru tutunuz. Ve tartıyı aksatmayın, eksiltmeyin. Teraziyi kötü niyetli kullanmak suretiyle ahirette mizanınıza yazık etmeyesiniz diye O Rahmân, mizanı koydu ve göğe yükseklik verdi.

10. Arzı da alta koydu, tevazulu (alçak gönüllü) kıldı, aşağıya serdi. Enâm için. Enâm, lugatta halk, yahut cin ve insan yahut yer yüzünde ki yaratıklar demektir. Yerin bu şekilde aşağıya konulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir.

11. Şöyle ki: Onda bir çok meyva vardır. Mahlukatın özellikle insanların faydalanabilmesi için bir çok meyva vardır. Ve ekmamı olan hurma ağacı vardır. Ekmâm, kâfın kesriyle "kimm"in çoğuludur ki, meyvanın çiçeğinin üzerindeki kabcık, tomurcuk demektir. Yahut kâfın fethiyle "kemm"den çoğul olarak örtmek anlamını ifade etmesi sebebiyle, lifleri, dalları ve kabcıkları gibi üzerini örten şeyler demektir ki birisinde gelecek için çoğalma ve faydalarına, diğerinde de kurutmasına işaret edilmiş demektir.

12. Ve çimli daneler, buğday ve arpa gibi hububat ki, taze çim yaprakları içinde yetişir ve o yapraklar kuruduğu zaman saman olur ve bu suretle hem kendilerinden hem de yapraklarından istifade edilir. Hem de reyhan, ki koku alma organını temizler, sinirlere ve ruha neş'e ve canlılık verir. Reyhan, güzel kokulu ve gönül açıcı demek olup, bizim de reyhan dediğimiz nebat gibi koklanan güzel kokulu otların hepsine denir. Bununla beraber İbnü Abbas'tan reyhanın burada rızık mânâsına olduğu da nakledilmiş. Nitekim bir a'rabiye nereye gidiyorsun? diye sormuşlar o da: "Allah'ın reyhanından yani rızkından istiyorum." diye cevap vermiş. Rızkın insana rahatlık vermesi, yahut ekmek kokusunun özellikle acıkmış olanlara her kokudan daha güzel gelmesi, reyhan ile rızık arasındaki münasebeti ortaya koymaktadır. Buna göre maksat, Zemahşeri'nin de dediği gibi, dânenin çimli yapraklarına karşılık özü demek olur. Hamza, Kisâ'i ve Halef-i âşir kırâetlerinde nasb ile şeklinde okunması, ihtisas üzere fiilin hazfedilmesinden dolayıdır. "Taneyi yarattı." Takdir edenler olmuşsa da "Özellikle taneyi..."takdiri bizim zevkimize göre daha mülayimdir ki, bu durumda mânâsı, hele o çimli daneler ve o hoş reyhan (koku) demektir.
 

muberra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Tem 2006
Mesajlar
527
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
İSTANBUL
13. şimdi Rabbinizin nimetlerinin hangisini yalanlıyorsunuz? "Fâ" kendisinden sonra geleni önce geçene uygun olarak sıralamak içindir. Âlâ, Necm Sûresi'nde geçtiği üzere nimetler ve lütuflar demek olup müfredi 'dür.

Nimeti yalanlamak, inkâr ile nankörlük etmektir. Nimetin nimet olmasını inkar veya nimeti verene nisbetini inkâr veya her ikisini inkâr mânâsını ifade eder. Mesela hem Kur'ân öğretiminin bir nimet olduğunu hem de bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu inkâr ederler. Yaratılışın, lisanın, yer ve göğün, adalet ve mizanın nimet olduğunu inkâr edenler de bulunmaktadır. Meyvaların, yiyeceklerin ve koklanacakların nimet olduğunu inkâr etmeseler de özellikle Allah'a nisbetini açıkça veya işaretle inkâr edenler de çoktur. Hitab, aşağıda açıklanacağı üzere ins ve cinne olduğu içindir ki, yaratıkların hepsi buna dahildir. Rab isminin açıklanması da, azarlama da şiddet ifade etmektedir. Yani ey o yaratıkların gizli ve âşikâr iki kısmını teşkil eden insanlar ve cinler! Şimdi siz bunları işittikten sonra Rabbiniz Rahmân Teâlâ'nın şu dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi birine yalan deyip de nankörlük edersiniz! Hiç böyle bir nimet sahibine nankörlük edilir mi? İbnü Ömer ve Câbir (r.a)'den rivayet edilmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) ashabına er-Rahmân Sûresi'ni okuduğunda onlar sükût ettiler. Buyurdu ki, niye ben cinnilerden, sizden işitmediğim güzel cevaplar işitiyorum? Cinlerin gecesinde ben bu sûreyi onlara okumuştum da âyetini her tekrar ettiğimde "Hayır nimetlerinden hiçbir şeyi yalanlamayız, Ey Rabbimiz hamd sana." dediler. Bunun için Rahmân Sûresi okunurken dinleyenlerin her âyeti okundukça öyle söylemelerinin mendub olduğu nakledilmiştir.

14. İnsanlar ve cinlerden her birinin özellikle kendi yaratılışlarıyla ilgili nimetin şükrünü yerine getirmemelerine karşı kınamaya mukaddime yapılmak üzere her birinin yaratılışlarının başlangıç ve esasını beyan ile buyuruluyor ki: (Allah) insanı fehhâr gibi bir salsalden yarattı. İbtidâ içindir. Salsal, tıngır tıngır ses veren kuru çamur demektir. Fehhâr, iyi pişkin saksı, yani fağfur (porselen) gibi çın çın ses verecek kadar kurumuş, hayattan o derece uzak kuru topraktır ki, insanın ilk çıkış yeri olan arz, güneşin sıcaklığı karşısında bu derece hayattan uzak iken Allah Teâlâ ondan tavırdan tavıra bir sülale (soy) seçerek insanı yarattı. (Bakara, Al-i İmran, Hicr, Mü'minûn Sûrelerine bkz.)

15-16. Cânnı da yarattı. Cânn, nûn'un şeddelenmesiyle cin demektir. Mâlih ile milh gibi, ikisi de vasıftır. Veya cin milh gibi cins ismi, cânn da, mâlih gibi sıfat ismidir. Yahut burada insandan murad, Âdem (a.s.) olduğuna göre cânndan murad da, cinnin babası demektir. Bazıları bunu Mücâhid'den İblis değil, cinnin babasıdır diye nakletmişlerdir. Bizim kanaatimize göre başlangıç itibarıyla bütün insan cinsi salsalden yaratılmış olduğundan insandan kasıt, Âdem değil insan cinsi olduğu gibi, Cânn'dan kasıt da cin cinsidir. Aşağıda da "İnsan ve cin..." diye ikisi de cins olarak zikrolunacaktır. Hicir Sûresi'nde "Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık." (Hîcir, 15/27) buyurulduğuna göre, demek ki Allah Teâlâ, insanı yaratmadan önce cânn yahut cin denilen gizli mahlukları yaratmıştı. Bir mâriç ateşten, birinci ibtidâiyye, ikinci beyaniyye olarak bir mâric ateşten demektir. Burada mâric iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Bazıları asıl mânâsı, ızdırap anlamını ifade eden merec'den, halis ateş ya da dumansız sâfi alev demek olduğunu söylemişler, bazıları da merec'in asıl mânâsının ihtilât (karışma) olması itibariyle, mâric'in muhtelit (karışık) dumanlı bir ateş olduğunu ifade etmişlerdir. Hicir Sûresi'nde geçen "nâri's-semûm" tâbirine (Hicr, 15/27) muhtelif mânâsı daha uygun düşmektedir. Şu kadar var ki, muhtelit, yalnız duman karışık demek gibi ibtidâi bir mânâya olmayıp, "semûm" anlamına da uygun olmak üzere her şeye nüfuz edebilen ve karışan mânâsında ateşin hakikatini ifade etmiş olsa gerektir. Bundan başka mâric "merc"den müteaddi olarak haltedici yani karıştırıcı mânâsına da gelebilir ki bu da ateşin, yani hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur. Kısaca demek oluyor ki, insan yaratılmadan önce güneşte veya arzın başlangıç durumunda olduğu gibi çalkalanıp duran ızdıraplı ve çoşkun bir halde bulunan saf bir ateş, veya elektrik halinde olduğu gibi her şeye karışabilen bir ateş veyahut eşyayı birbirine karıştırmak özelliği taşıyan bir ateşten, biz insanların gözüne âdet olduğu vechile görünmeyen gizli bir takım hayat kuvvetleri, hayati unsurlar yaratılmıştır ki, bunlara cânn ismi verilmektedir.

17-18. Hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir O yaratıcı Rahmân, yani yalnız insan ve cinnin başlangıçtan yaratıcısı olmakla kalmayıp, bütün varlık yönlerinin hatta varlık ve yokluk nimetlerinin hepsinin sahibi ve bütün tekamül (gelişme) mertebelerinin Rabbidir. Âyette geçen iki doğu ve iki batı tabirlerinde de bir kaç mânâ vardır. Birincisi, "Güneş ve ay bir hesap iledir." âyetinden anlaşılacağı gibi güneş ve ayın doğuları ve batıları demektir. İkincisi, yaz ve kış mevsimlerinde günlerin uzayıp kısalmasına göre olan doğular ve batılardır. Bu durumda gerçi hergün için ayrı bir doğu ve batı varsa da, en son noktalarını zikretmekle aralarındakileri de içine aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim "bütün doğu ve batı O'nun" denildiği vakit, bunlar arasında kalan bütün yönler de kasdedilmiş olmaktadır. Üçüncüsü, nev'i kasdedilerek gerek güneş ve gerek diğerlerinin doğusu demek olabilir ki, bununla bütün cisimlerin doğu ve batısına işaret edilmiş olur. Dördüncüsü arzın, kürevî olması nedeniyle her yarısına nazaran bir doğu ve batıya işaret edilmiş olur ki, bunda doğu kabul edilen bir nokta aynı zamanda batı ve batı kabul edilen nokta da aynı zamanda doğu olmuş olur. Beşincisi de, güneş ve ay gibi görünen ışıklarla, akıl ve şuur gibi görünmeyen ışıkların doğuş ve batış noktalarına işaret olabilir ki bunu, bir yönüyle üçüncü kısma dahil etmek de mümkündür. Bunlardan hangisi olursa olsun, asıl kasdedilen mânâ, Allah'ın var olan ve olmayan bütün nimetlerin sahibi ve yöneticisi olduğunu beyan etmektir. Görülüyor ki bu âyetler, hem nimeti hem kudreti hatırlatmaktadır. Nimeti tenbih, şükrü gerektirir, kudreti tenbih de, nankörlüğe karşı kınamayı takviye eder.

19. Evet iki denizi mercetti (salıverdi) . Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki, salıverdi demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan Sûresi'nde geçen "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere biri tatlı diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Şap denizine Nil, Basra Körfezi'ne Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların birbirlerine kavuşması ile beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın bir hayli mesafeleri uzayıp giden büyük sularla temsil edilmiştir. Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiilî olarak birbirine temas mânâsına gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık ve komşuluk olarak da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında yer alan su hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir. İkincisi, her ikisinin suyu da acı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen Hint Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve aralarındaki engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere bulundukarı Süveyş engelidir. Buna göre : "o iki deniz, birleşeceklerdir" mânâsına da yorumlanabilir ki, bu da Süveyş kanalının ileride açılacağını göstermektedir. "İkisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu ikinci mânâya daha yakın bir anlam ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve mercan çıkması, biraz te'vile dayalıdır. Üçüncüsü, gök denizi ve arz denizi denilmiştir ki denizlerle, bulutlar veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş olabilir. Dördüncüsü, yeri etrafından kuşatan dış denizle yerin kıtaları arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirine kavuşurlar. Yer, aralarında bir engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri istilâ edemezler.

Beşincisi, "maşrikayn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı, tatlı, iç dış, semavî ve arzî hatta hakikat ve mecaz her iki nev'iyle deniz de demek olabilir ki en genel anlamı budur. Bu suretle işarî mânâ olarak cismanî (maddi) âlem ile ruhanî (manevî) âlem anlamı da bulunabilir ki aralarında mevcut olan berzah da, hayal ve gölge alemi olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye (başlangıç) ya da hal cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar. Veyahutta öyle bir halde salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.

20. Fakat "aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

21. Fakat "aralarında bir berzah vardır." Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

22. inci, özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.

23. inci, özellikle iri inci ve mercan. Lisanımızda da mercanın kırmızısı meşhurdur. Bilindiği gibi inci ile mercan, hem süs eşyası olarak kullanılır hem de ticaret nimetlerindendir.

24-25. O denizde inşa edilmiş akıp gidenler O'nundur. Cevârî, akıcı mânâsına câriyenin çoğuludur ki gemiler demektir.

Münşeât, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, bilindiği üzere inşa edilmişler demektir ki, gemilerin inşasının ehemmiyetini ve bunun Allah'ın bir nimeti olduğunu gösterir. İnsanlar tarafından inşa edilmiş olması, "Oysa sizi de, yaptığınız (bu şeyler)ı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyetine göre onların, Allah'a ait olmasına mani değildir. İkincisi yelkenleri açılmış mânâsına da tefsir edilmiştir. Çünkü inşa, yükseltmek, yukarı kaldırmak mânâsına geldiği için, münşeât, yükseltilmiş demektir. Gemiler hakkında kullanıldığında bu vasıf, yelken açmış veya bayrak açmış anlamını ifade eder. Şu teşbih de, buna da bir işaret vardır. Alemler gibi, yani dağlar gibi burada alem, dağ mânâsına olmakla beraber, bayrak ve alâmet mânâsına da gelebilir. Evet, inşa edilip de denizde akıp giden, o inci ve mercan gibi nice faydalı şeyleri taşıyan o dağlar gibi gemiler de Allah'ın nimetlerindendir. Mamafih "cevâri'l- münşeât" vasfı, gök deryasında yüzüp duran bütün gök cisimlerinin Allah Teâlâ'nın kudret delillerinden olarak denizde yüzüp giden gemiler gibi akıp gittiklerini de ifade etmeye müsaittir. Bu durumda gelecek âyete de bir girizgâh (maksadı beyan için uygun söz) olmuş olur. Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

26. Yer üzerinde bulunan her şey fânidir.

27. Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (zâtı) baki kalacaktır.

28. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

29. Göklerde ve yerde bulunanlar, O'ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir.

30. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

31. Ey insan ve cin! sizin de hesabınızı ele alacağız.

32. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz.

34. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

35. Üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir, kendinizi savunamazsınız.

36. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz

37. Gök yarılıp da, erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman...
 

muberra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Tem 2006
Mesajlar
527
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
İSTANBUL
38. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

39. İşte o gün, ne insana ne de cinne günahından sorulmaz.

40. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

41. Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından tutulur.

42. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

43. İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir.

44. Onunla kaynar su arasında dolaşırlar.

45. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
46. Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.

47. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

48. İkisinin de çeşitli ağaçları, meyvaları vardır.

49. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

50. İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır.

51. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

52. İkisinde de her türlü meyvadan çift çift vardır.

53. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

54. Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır.

55. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

56. Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

57. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

58. Sanki onlar yâkut ve mercandırlar.

59. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?

61. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

62. Bu ikisinden başka iki cennet daha vardır.

63. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

64. (Bu cennetler) yemyeşildirler.

65. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

66. İkisinde de fışkıran iki kaynak vardır.

67. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

68. İkisinde de her türlü meyva, hurma ve nar vardır.

69. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

70. İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır.

71. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

72. Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş hûriler vardır.

73. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

74. Bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

75. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

76. Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslanırlar.

77. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

78. Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir!

-Rahman suresini okudum. Allah kabul etsin. Amin.-
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt