Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kur'an, lafız ve mânayı içeren bir isimdir (1 Kullanıcı)

HUSEYIN SASMAZ

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eyl 2009
Mesajlar
1,204
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
KUR'AN, LAFIZ VE MÂNAYI İÇEREN BİR İSİMDİR

Kur’an, lafız ve mânayı içeren bir isimdir. Yani Kur’an iki unsurdan oluşur: Lafız ve mâna. Kur’an bunlardan sadece lafız veya mânanın ismi değil, her ikisine birden verilen isimdir. (Nurul Envar min Keşfil Esrar s.13, Şerhul Menar fi Usulü İbn Melek s.9)

Sünnet münkirleri, Kur’an’ı Allah’ın (cc) koruyacağını fakat sünnetin bir koruyucusunun olmadığını iddia etmişlerdir. Buna delil olarak da: “Zikri biz indirdik, elbette onun koruyucusu biziz.” (Hicr 9) ayetini delil gösterirler ve buradaki “zikir” kelimesinden muradın Kur’an olduğunu söylerler.

Rauf Çelebi ise böyle bir iddiayı reddeder ve iki husustan dolayı böyle bir iddiayı doğru bulmaz:

1- Eğer “zikir”den maksat Kur’an olsaydı Allah (cc) bunu bir çok yerde açıkça serdettiği gibi yine açıkça belirtir (Kur’an lafzını kullanır)dı. Mesela; “Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola iletir.” (İsra 9)

“Hakikatte onların yalanladıkları ve aslı Levhi Mahfuz’da bulunan şerefli Kur’an’dır.” (Buruc 21-22)

“And olsun biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık.” (Kamer 17)

“Biz onu, Kur’an olarak, insanlara dura dura okuyasın diye ayırdık.” (İsra 106)

“Ve dediler ki, bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (Neml 92)

2- Eğer burada “zikir” ile kastedilen Kur’an olsaydı, ayetteki zamir şöyle olurdu:

Çünkü surenin başlangıcında “Kur’an” yazılmış ve zikredilmiştir. Gramer yönünden zamirle ifadede bulunma en güzel olanıdır. Çünkü özel isimler zamire nazaran ikinci mertebededir. Çünkü bu öğretimde meşhurdur. Bu ise irab ilminin dayandığı ve Kur’an’ın konumunun onunla ittifak ettiği bir husustur.” (es-Sünnetul İslamiyye, Rauf Çelebi s. 48-49) diyen yazar ayetteki “zikir”den maksadın Resulullahın (sav) Kur’an ve onun açıklaması olan sünnetiyle ifade ve insanları ona davet ettiği “risalet” olması gerektiğini ve böylece hem Kur’an ve hem de sünnete şamil olduğunu belirtmiştir.

Nesefi’nin de ayetteki “lehu” zamirinin Resulullaha (sav) ait olabileceğini belirttiğini burada hatırlatmak gerekir. (Medarik, Nesefi c.2/s.269)

Konuya değinen Mustafa Sibai ise: "Allah’ın ‘zikir’in korunmasıyla ilgili sözü salt Kur’an’la sınırlı değildir. Amaç Resulü aracılığı ile gönderdiği şeriat ve dini kapsamaktadır. Bu yönüyle de sadece Kur’an ve sünnet olmaktan daha genel bir anlam ifade etmektedir."

“Eğer bilmiyorsanız kitap ehline sorun.” (Nahl 43) Yine Allah’ın din ve şeriatını bilenler amaçlanmaktadır. Hiç kuşkusuz Allah, Kur’an’ı koruduğu gibi sünneti de korumuştur...” (İslam Hukukunda Sünnet, Sıbai s.145)

Muhammed Ebu Şehbe ise konuyla alakalı olarak şöyle der: “Allah Teala’nın: “Zikri biz indirdik, onu koruyacak olanda biziz.” sözüne gelince; ayetin metnindeki “lehu” zamiri hakkında iki görüş ileri sürülmüştür:

a- Bu zamir, Muhammed (sav)’e işaret etmektedir. Eğer böyle anlaşılacak olursa, ayeti kerimeden kendilerine delil getirmelerine imkan yoktur. Zira bu durumda kast olunan Kur’an değil Peygamber (sav) olmuş olur.

b- Zamir daha önce geçen “ez-zikir” kelimesine işaret etmektedir. Eğer “ez-zikir”i de kitap ve sünnet ile beraber, şeriatın tamamı olarak yorumlarsak, yine onunla delil getirmelerinin imkanı kalmayacaktır. Kur’an olarak tefsir etmek durumunda kalırsak, o zamanda elbette Kur’an dışındakilere nispetle hakiki bir tahsisin varlığını söylemekten kurtulamayacağız. Çünkü, Allah’u Teala Kur’an-dan başka daha pek çok şeyi muhafaza etmiştir. Örneğin; Resulullah (sav)’i ölümden ve hileden korumuş, kıyamete kadar arş, gökler ve yeri yok olup gitmekten muhafaza buyurmuştur. Şayet, buradaki tahsis izafe olup, özel bir şey için ise, bu durumda ona işaret eden karine veya delil olması gerekir. Halbuki, ister sünnet olsun, isterse başka bir şey, böyle bir delil söz konusu değildir. Metindeki “lehu” câr ve mecrurun öne alınması da hasr için olmayıp, ayetler arasındaki münasebetten dolayıdır... Allah Teala aynen Kur’an’ı muhafaza buyurduğu gibi sünneti de muhafaza etmiş, İslam ümmetinin bütününe sünnetin hiç bir unsuru gizli kalmamıştır.” (Sünnet Müdafaası, Muhammed Ebu Şehbe, c.2/s.207-209)

İbn Hazm ise, konuyla alakalı olarak şöyle der: “(Zikirden maksat ayettir.) diyenlere karşı der ki: “Bu yalana dayalı, kanıttan ve delilden yoksun bir iftiradır. Bu “zikri” sınırlandırmak, tahsis etmek hiç bir makul mesnede dayanmamaktadır.“Zikir” kelimesi Allah’ın Nebisine (sav) indirdiği Kur’an ve sünnetin bütününü kapsayan bir isimdir. Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Nâsa (insanlara) indirdiğini beyan etmen için sana zikri indirdik.” (Nahl 44) Resulün (sav) Kur’an’ı beyan ve açıklamayla memur olduğu kesin bir hakikattir. Kur’an’da ise mücmel olan emirler ve hükümler çoktur. Namaz, zekat, hac ve bunlardan ayrı olarak bilip bilmediklerimiz... Bu mücmelleri açıklayan Nebinin (sav) beyanı, mahfuz ve korunmuşun dışında kalınca ve mücmelin selameti için bu muhafaza olayı sünneti içermiyorsa, bu durumda Kur’an naslarından yararlanmak nasıl olacak? Elbette ondaki üzerimize farz kılınmış hükümlerin çoğu anlamını yitirecektir. Ve biz bu durumda Allah’ın sahih muradının ne olduğunu da anlayamayacağız.” (Sünnetin Etrafındaki Şüpheler, Muhammmed Tahir Hakim, s. 103, İslam Hukukunda Sünnet, Sibai s.146-147)

Onlar sünnetin vahiy yolunu, Kur’an’ın vahiy usulü gibi meleğin gelmesi, onunda ezberlenmesi, kaydedilmesi ve sonrada tevatürî bir rivayet ve hiç bir beşerin ona benzer bir şey getirememesi şeklinde anlamaktadır. Bu iki vahiy arasındaki gizli fark onları şüphe ve bunda iltibasa düşürmüştür.

Oysa Kur’an’ın vahyi, sünnetin vahyinden farklıdır.

Aslında “Cumhuru Ûlema; sünnetle nakil olarak gelen şer’i ahkamın vahyedilmiş olduğunu ve vahyin sadece Kur’an’la sınırlı olmadığında görüş birliğindedir.” (Sünnetin Etrafındaki Şüpheler, Hekim, s.113)

Biz, yukarıdaki sözümüze yeniden dönelim. Kur’an iki şeyin toplamına verilen bir isimdir. Kur’an= Lafız +Mâna

Lafız, sayfada yazılı olan ve telaffuz ederken dudaklarımızdan sesli olarak çıkmaktadır. Mâna ise bu lafızdan kastedilendir. İşte sünnet münkirlerinin iddiasına göre Allah sadece bu ikisini koruyacaktır.

Bugün Kur’an lafzıyla mütevatir olarak önümüzde durmaktadır. Bunu hiç bir Müslüman inkar etmiyor ve edememektedir. Çünkü mütevatir olarak gelmektedir. Ama mütevatirin kendisini bağlamayacağını söyleyenlere bizim diyeceğimiz bir şey yoktur. Zira dinden mütevatir olarak bilineni inkar etmek sahibini dinden çıkarır.


Kur’an’ın mânasına gelince:


Kur’an’da öyle ayetler var ki, mânası bir karineye (sünnete) dayanılmadan açıklanması mümkün değildir. Tabi ki Kur’an anlaşılması için indirildi. Kur’an’da anlaşılmayan hiç bir ayet yoktur, diyenlere bizim burada söylemeye gerek duyduğumuz bir sözümüz yoktur. Bu konuyla alakalı Garibul Kur’an vb. kitaplar ve ihtilafları içine sığdıramayan yüzlerce cilt kitaplar, bizden daha keskin cevabı vermektedirler. Bu yüzden Kur’an’da, Allah’ın anlaşılmak üzere indirdiği Kur’an, açıklaması olan sünnetin de beraberinde olduğu Kur’an’dır. Eğer Kur’an Resulullahın açıklamasına gerek kalmadan anlaşılabiliyorsa ve Allah (cc) bunu kastediyorsa;

“İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur’an’ı indirdik.” (Nahl 44) ayetinde çelişkinin olduğunu söylemek gerekirdi. Ve yine Kur’an sünnete ihtiyaç duymadan her şeyiyle ayân beyân ise, sahabenin Kur’an’ı anlama konusunda hiç bir ihtilafa düşmemesi ve Resulullaha danışmaması gerekirdi. Daha açık bir ifadeyle Resulün, insanlarla Rableri arasında ne işi vardı? Allah melek vasıtasıyla Kur’an’ı insanlara verirdi ve onlar güzel anlarlardı. Oysa Allah (cc) Kur’an’ını Resulüne bildirdiği vahiylerin toplamı olan sünnetin bütünlüğü içerisinde anlaşılır olarak nitelendirmiş ve;

“Biz Kur’an’ı sana hakkında ihtilafa düştükleri şeyi, insanlara açıklaman ve iman eden bir topluma hidayet ve rahmet olması için indirdik.” (Nahl 64) buyurmuştur. Şimdi ayete dikkatlice bakalım:

a- Önce ayette sahabenin ihtilafa düşeceği ve diğer ayetlerde de ihtilafa düştüğü görülüyor. Demek ki Kur’an anlaşılmak için tek başına yeterli değildir. Allah (cc) böyle buyuruyor. Ama Allah Tealanın gösterdiğinden daha kudretli olduğunu düşünen varsa, o kendi kendini aldatıyor demektir.

b- Anlaşılmayan zamanla da ihtilafların kaynağı olan Kur’an, insanlığa hidayet ve rehber olabilir mi? Ayetleri anlaşılmayan bir Kur’an, tarlasında nasırlı elleriyle ekip-biçen ve böylece geçimini sağlayan, Arapça bilmediği için Kur’an’dan hiç istifade edemeyene benzer. Böyle bir Kur’an insanlara rehber olabilir mi?

Ayetlerin anlamlarını, Allah’ın muradını, kendisine ulaşanı ve böylece Kur’anı insanlara rehber olacak şekilde anlatan onlara Kur’anı tanıtan bir Resulün beyanı olursa bir hidayet, bir rehber olacaktır. İşte ayette Cenabı Allah, Resulünün bu beyanını ekleyerek Kur’anı insanlara rehber kılıyor. Bunu formülize edersek Kur’an + açıklaması (sünnet) = insanlara hidayet ve rahmet. Tekrar vereceğimiz ayette bu hususu sanırım göreceksiniz:

“Biz, bu kitabı (Kur’anı) sana, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi açıklaman ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olması için indirdik.” (Nahl 64)

Kur’an’ın yanında Allah’ın (cc) Resulünün açıklamasını açıkça görüyoruz.

Eğer Kur’an’ın açıklaması olan sünneti Allah (cc) korumamışsa ve bugün Kur’an’ın mânaları üzerine binlerce görüş farklılığı meydana geliyorsa (sünneti nazarı itibara almayanların yaptığı gibi) o zaman Kur’an’ın mânası tahrif olmuş demektir. Dolayısıyla lafız ve mânadan oluşan Kur’an, mânaca muharreftir. Eğer Allah (cc), hadis münkirlerinin dediği gibi açıklamalarını korumamışsa, bu açıklamalar yerine, müsteşrik ve hadis münkirlerinin bu boşluğu dolduran yorum ve görüşleri karşısında Kur’an’ın mânaca muharref olduğunu söylememiz gerekir.

“Andolsun ki, Resulullah da sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.” (Ahzab 21)

Bu ayet nesh olunmuş değildir. Bizi de bağlamaktadır. Eğer Peygamberin sünneti korunmamış ve rivayetlerin uydurmalığı içerisinde kaybolup gitmişse, haydi buyurun amel edin!.. Oysa Rabbimiz (cc);

“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.” (Bakara 236)

Yoksa, Allah (cc), Resulünün uydurma hadisler arasında kaybolan sünnetini bulmaktaki bu acziyetimizi göremedi de mi, boyumuzu aşan bu sorumluluğun altında kaldık?

Yoksa Allah (cc), açıklaması kaybolmuş, mânası her isteyenin tuttuğu tarafa sündürülen, hakiki mânası insanlara muamma olan bir Kur’an’ın yaşanması farziyetinin ezici ağırlığı altında bizi vurdum duymazlığa mı attı? Yoksa Resulün her verdiğini alma, nehyettiği her şeyden kaçma emri, ilk nesile farz da, şimdi ortadan kaybolduğu için bize farz değil mi? Bu durumda sadece;

“Peygamber size ne verirse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr 7) ayeti değil, Kur’an’ın büyük bir bölümü, geçersiz kalmış, bir diğer ifadeyle bir çok ayet mensuh olmuş olacaktı!

Diyoruz ki; Allah bir şeyi emrediyorsa, o bizim makdurumuzdadır. Yani gücümüzün yettiği şeyi emrediyor. Ve yine Allah (cc) bir şeyi emrediyor, fakat o emrin anlaşılması Allah’ın bu maksadını anlatıcı bir Nebinin beyanına gerek duyuyorsa o zaman Allah (cc), emrinin müteallakını da asırlar sonrasına ulaştıracak, onlara güçlerinin yettiği bir ortamı sağlayacaktır.

Bugün, Resulün sahabesine açıklamış olduğu dinin hiçbir tarafı bize kapalı değildir. Öldürdüğü Kabil’i nasıl gömeceği hakkında bilgi veren kargayı Kabil’e gönderen Allah, Kur’an’ın açıklaması olan sünnet bilgisini asırlar sonra gelen kullarına ulaştırmaktan imtina etmeyecektir.

Resule tanımadıkları hakkı, fütursuzca kendileri kullanarak Kur’an’ın yorumu hakkında filozof kesilen ve Türkçe mealden ictihad yapanlara, Allah’ın hakkı fehmettirmesini umarız.

“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın..” (Maide 6)

Türkçe’den ictihad yapabileceğini öne sürenler, yukarıdaki ayete ne derler acaba? Zira, yukarıdaki ayet, daha Türkçe’ye geçmeden önce Arapçasın da وأرجلكم ayetinde ictihad gerçekleşmektedir. Türkçe’ye geçmiş hali, ictihadın bitmiş halidir. Acaba bunu nasıl izah edecekler?

Resulün hangi ameli bağlayıcıdır, hangi ameli bağlayıcı değildir, gibi sorular hep sorula geldi, merak edildi.

Biz, bu incelememizin devamında, bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durduk. Burada Cenabı Allah buyuruyor ki;

“Resul size neyi verirse alın, size neyi yasaklarsa ondan kaçının” (Haşr 7) bu ayetlerde geçen وما آتاكم “neyi verirse” ve وما نهاكم “neyi yasaklarsa” ibarelerindeki ما umum belirtir. Yani Resulullahın verdiği her şeyi alın ve nehyettiği her şeyden kaçının. Böylece Resulullahın verdiği ve nehyettiği her şey vahiydir. Bunu Allah’ın emredici olan فخذوه, فانتهوا ibareleri de delalet ediyor. Konuyu Bedir ganimetlerine hasrettirmek isteyenlerin hakikat namına ifade edecekleri bir delilleri yoktur. Zira ayetteki umumilik, Arapça grameri açısından açık ve seçiktir. Bilinen bir fıkhı kaidedir ki; “Muteber olan, itibara şayan olan; lafzın umumi oluşudur. Sebebin hususiliği değil.”

Demek ki bu umumidir. Fakat bu ayete umumilik veren ما nın cinsini belirleyen bir husus vardır. O da sebebi nuzulüdür. Bu ayet Bedir savaşı sonucu elde edilen ganimetlerin taksimi, kimlere ne kadar verileceği hususunda idi. Yani ahkama dair bir hükmü belirlemektedir. Demek ki umumi olan ما nın cinsi, nevi ahkamî olmasıdır. O halde mâna, Resulullah ahkama dair ne verirse alınacak ve neyden nehyederse ondan kaçınılacaktır. Bütün bunlar da vahyin bildirileridir.

Ahkam, Allah (cc) vaaz ettiği dinin mahiyetini belirleyen hükümlerdir. Dinin koyucusu da yalnız Allah (cc) olduğuna göre, Resulün bu dine hiçbir ilavesi olmayacaktır. O zaman Resul, din adına ne verdi ve ne yasak etti ise o, Allah’tandır. Demek ki Resulün din adına söylediği, dinin mahiyeti hakkında her dediği vahiydendir. Kur’an dışında “ictihad edipte isabet edene iki, hata edene bir sevap vardır” derken bile o (Resul), bu sevapları kendi indinden değil bizzat Allah’ın bir hükmünü bildiriyordu. O halde, Resulün bu ahkamı yaşamaya çalıştığı amelleri vahiy değil; vahyi yaşama biçimidir. O amellerin hükmü Allah’a ait ve vahiydir. Fakat yaşayabilme gayreti, Resulün kendi indindedir. Resulullah insanlara dini bazen söz, takrir ve bazen de işte bu davranışıyla açıklar. (Namaz, hac ibadetlerinde olduğu gibi.)

Allah (cc), insanlara helal kıldığı bilim-teknik ve fenle alakalı konularda, içerik bildiren vahiy indirmediği, içeriğini belirtmediği o alanda, insanları tecrübeleriyle “helal” hükmü altında serbest bıraktığı için Resulullah da diğer insanlar gibi, tecrübesiyle baş başadır. Resul de tıp, astronomi, zirai ve savaş tekniklerinde yanılabilir, yanlış karar alabilirdi. Zira Allah (cc) bu alanlara “helal” hükmü koymuş ve fıtrî kanunların keşfi uğrunda çalışmayı insanlara hedef göstermiştir. Böylece beşer aklı alabildiğine kainatı inceleyerek, gelişecek ve “halife” misyonunu yerine getirebilme imkanına kavuşacaktır. Din alanında (içerik bildiren vahyin hepsinde) ise Resulün her dediği Allah’ın indinden ve dinin mahiyetindendir. Resul bir şey dediği zaman, seçme hakkı biter, eğer bitmiyorsa veya yürekler, Resulün verdiği hükme razı olmuyorsa, onda iman yoktur.

“Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36)

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)

Buradan çıkan sonuç içerisinde, Resulullahın Kur’an’dan ayrı olarak haram-helal koyabileceğini, ama bunda Allah’ın bildirisi olan vahyin ikinci türüne dayandığı hakikati de mevcuttur.

Burada şunu belirtmeliyiz ki, sünnet münkirleri, Resulullahın evli zanilerin hükmünün recm olduğu hükmünü inkar ederlerken Nur suresinin ikinci ayetini delil getirerek hem evli, hem de bekarlara ait ortak hükmün olduğunu söylemektedirler. Mezkur ayet şöyledir:

“Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun...” (Nur 2)

Hemen söyleyelim ki bu ayet, evli ve bekarların ortak hükmü değildir. Bu hüküm sadece bekarlara ait bir hükümdür. Buna da bir sonraki ayet işaret etmektedir. Bu ayeti dikkatlice okuyalım:

“Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.” (Nur 3)

Bir önceki ayette zina edenlere vurulacak sopadan söz ediliyordu. İkinci ayettekiler (demek bekarmış ki), bu ayette de onların evlenme durumlarından bahsediliyor. Bu sözümüze karşılık “iyi ama, erkek dört kadınla evlene bilir. Belki bu ayette ikinci, üçüncü, dördüncü evlilikten bahsediliyor olabilir.” denilebilir. Biz de deriz ki; “belki ayetin erkekle alakalı olan kısmında sözünüz geçerli olabilir. Fakat ya kadınla ilgili olan bölüm! Bu bölümde kadının evlenebileceği kimseler bahsediliyor. Demek ki önceki ayette bahsedilenler bekarlardır. Çünkü Cenabı Allah:

“(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Allah'ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helal kılındı.” (Nisa 24) buyurarak bir kadının birden fazla erkekle evlenmesinin haram olduğunu belirtmiştir. Bu adet (kadının birden fazla erkekle evlenmesi) cahiliye dönemine aittir.

Demek ki Nur suresindeki ikinci ayette hükmü belirtilenler bekarlardır. Evli olanların hükmü, sünnet münkirlerinin reddettiği, ama Allah’ın hükmü olan recmdir. Mütevatiren gelmiştir. Dinden mütevatir olarak bilineni inkar ise küfürdür.

Biz burada sünnetin, Kur’anı nasıl beyan ettiğini ve bunların örneklerini açıklayacak değiliz. İnkarcıların ve şüphecilerin durumuna baktık ki, onların bütün itirazlarının altında yatan temel sebep sünnetin vahiy olup olmadığıdır. Sünnetin vahiy olup olmadığı aydınlatılırsa, buna iman edilirse, diğer meselelerin çözümü çorap söküğü gibidir. Esas mesele burada yatmaktadır.

Sünnetin bu yönden temellendirilmesi gerekir. Klasik sünnet müdafaası, asırlardır düşüncelerinde samimi olanlara deva olmuştur. Ama, başlangıçta sözünü ettiğimiz hain emellere koşan ve bunun borazanlığını yapan Müslüman evlatlarındaki, kimi kasıtlı yapılanmalar karşısındaki haklı konumunu artık pek gösterememektedir.

Bu kişilerin zehirli oklarına bir çok kişi hedef olmuş ve onlara kanmıştır. Neyi müdafaa ettiğinin farkında olamadan bugün bir çok İslam ülkesindeki Müslümanlar, İslam adına İslam’a balta vurmaktadırlar. Sünneti bütünüyle reddeden bu insanlar, ilk zamanlar herkes tarafından reddedilmişti. Bu durum karşısında başı çeken insanlar, masaya oturup düşünmeye başladılar. Acaba ne yapılmalıydı? Davadan vazgeçmemeli, ama fikirlerde yayılmalıydı. Sonunda şeytan pabucunu ters giydirecek yol bulunmuştu.

Kur’an’ın ifadeleri zaten kabul ediliyordu. Buna dayanarak onlar şöyle dediler: “Resulullah hiçbir zaman Kur’ana muhalif söz söylemez. Ama şu da bir gerçektir ki, uydurma hadisler söylenmiş ve bu da yayılmıştır. Artık hadislerin hangisi Resulün, hangisi uydurmacıya ait olduğu seçilemez olmuştur. O halde biz, Kur’ana muhalif olmayan Resulün sözlerini, bunlar arasından ayırt etmeliyiz. Kur’ana uygun olanlar Resulullaha, aykırı olanlarda uydurmacılara aittir. O halde hadislerin hepsi incelenmeye tabi tutulmalıdır.” Gayelerinden hiçbir taviz vermeden kuzu postuna bürüdükleri, düşüncelerinin bir diğer ifadesi olan bu sözleriyle onlar insanların kafalarına giriş menfezlerini bulmuş ve böylece:

1- İnsanlara kabul ettiremediği görüşlerini, diğer bir ifade tarzıyla kabul ettirmiş oluyorlar.

2- Sünnette şüphe meydana getirmiş oluyorlar.

3- Yakın vadede şüphe meydana getirmiş oldukları sünneti hayattan silerek mânasını tahrif etmek için bir engelin kalmayacağı Kur’anı, uzak vadede, müminlerin gönül dünyalarından silmiş olacaklar. Böylece o, sadece mezar taşlarının başında merasimlerde okunacak bir kitap olacak. Böyle bir kitabı (şu anda yaptıkları gibi) bizzat kafirler radyolarında, televizyonlarında okutturacak, gazete kuponuyla hediye edecek ve sonra geriye dönüp elinde anlamaktan aciz olduğu Kur’anı tutan mümine bakarak alay edecekler. Müminler kendilerine Kur’an hediye eden ve Kur’an okutan imanlı (!) babalara şükran duyguları içerisinde iken, ötede bu kişiler alaylı kahkahalarını İslam’ın bütün bir asra hakimiyeti için savaşıp ölen şehit kahramanların ardından atacaklar.

4- Kendilerine hayat veren kaynaklarına yabancı kalan Müslümanlar fikri, arkasından da fiziki çöküşe uğramış olacaklar.

5- Batı fikirlerinin transferine geçiş hattı kontağını kurmuş ve bunda bir yapılanma zemini kurmuş oluyorlar.

6- Sahih hadisleri ezberleyip kitaplarda kaydeden ve uydurma hadisleri de ayrı kitaplarda toplayıp kendilerinden sonra gelen Müslümanlara gösteren selef kitaplarını okumaktan aciz, sünnet münkirlerinin tuzağına düşmüş şu zavallılarla, bütün bunların farkında olanlar arasında bitmesi biraz zor tartışma gündemi hazırlayarak araya ihtilaf sokma ve bu arada bir çok dolapları döndürmek için zaman kazanmış oluyorlar.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt