haydar-kerrar
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 6 Ağu 2009
- Mesajlar
- 98
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 48
Kur'ân-ı Kerîm’i Tefsir Metodu ve Günümüzde yapılan Tahrifatlar
Bismillahirrahmanirrahim
Üzülerek belirtmek isterim ki, günümüzde bir sapma olarak beliren ve belirli bir amaca bağlı olarak geliştirdikleri felsefi yöntemlerle ve de Sünnet’i reddetme gayretiyle, Sünnet’den yoksun salt Kur’an-la yetinme çabaları güdülen bazı te’lif eserlerin raflarda sıkça görülmeye başlanıldığı bir zaman münasebetiyle Kur’an-ı beyan ve tefsir ettiğinden dolayı sizlere ilmimizin nisbetinde, bu önemli konuda Allâhu Teâlâ’nın “Hayırda ve iyilikte yardımlaşın” [1] emrinden yola çıkarak bir şeyler zikretmeyi uygun bulduk.
Hepimizin İslam’dan zaruri olarak bildiği husus; İslam’ın temeli Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine Allâhu Teâlâ tarafından indirilen Kur'ân-ı Kerîm’dir. İnsanlardan bir çoğu Arapça’yı biraz bilmekle Allâhu Teâlâ’nın kitabını -ne kadar hevalarına göre anladıklarını söylemesek te - akıllarına göre anlamakta kendilerini hür görebilmektedirler.
Bundan dolayı kendinde ilimden bir şey olan kişilerin üzerine, asrımızda çoğalmaya başlayıp kendisini gösteren, yarım asırdan beri kendilerini Kur'ân-a nisbet eden, kendilerine Kur'âncılar (mealciler) adı veren ve İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu iddiasına kalkışan bu fasit sinsi görüşü ibtal etme görevi düşmektedir.
Bu günde geçmiştekine benzeyen yeni bir iddia ortaya atılmıştır ki; önceki gurup gibi sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinmeyi ortaya açık olarak atmasa bile, bu konuyu yeniden tartışma gündemine sokmaları ve Müslümanların zihninde şüphe tohumları ekmeye çalışanlar İslam’ın Kur'ân-ı Kerîm’den başka bir şey olmadığını insanlara her fırsatta aşılamaya kalkışmaktadırlar. İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu iddiasının batıllığını isbat etmeye ihtiyacımız yoktur. Ancak bazı insanların Kitap ve Sünnet’e uyduklarını iddia etseler de akılları veya hevaları Sünnet’i ehemmiyetsiz görüp Kur'ân-ı Kerîm’le yetinme yönünde onların saplandığı batıla saplanmaktadırlar.
Bunun için bu yoldan gidenlerin metodunun ne kadar tehlikeli olduğunu sizlere beyan etmek istedim. Biz hepimiz Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’i muhatap olarak aldığı sözü bilmekteyiz. “Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik” [2] ve Kitap ve Sünnet’e dönmenin gerekliliğini savunan Sünnet davetçilerinin zikretmiş oldukları âyetler burada zikredilmeyecek kadar çoktur. Bunları burada zikretmek konumuzu uzatır. Ancak ben burada az önce zikretmiş olduğum Âyet-in üzerinde duracağım.
“Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik” [3]
Bu Âyet-i Kerime de apaçık ifade vardır ki; oda Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e indirilen bu Kur'ân-ı Kerîm-i açıklama göreviyle de yine o mükellef kılınmıştır. Âyet-i Kerim-ede geçen beyan kelimesi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in temiz arındırılmış sünnetidir.
Bu Âyet-in manası şudur: Bırakın arapçayı sonradan öğrenmiş olanları da fasih Arapça’yı bilen Araplar dahi olsalar, Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm’in anlayışını insanlara bırakmamıştır. [4]
Hiç şüphesiz ki onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanından (açıklamasından) mustağni olamazlar. Çünkü bu beyan Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine indirdiği ikinci vahiydir.
Allâhu Teâlâ’nın hikmeti, okunması ibadet olan Kur'ân-ı Kerîm-i gerektirdiği gibi, diğeri de Kur'ân-ı Kerîm gibi vahiy olup onun gibi okunması ibadet olmayan, ancak muhafazasına gerek duyulan ikinci bir vahiy gerektirdi. Çünkü açıklanan şeyi (Kur'ân-ı Kerîm’i) anlamanın yolu ancak açıklayanı veyahut Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in açıklamasıyla mükellef tutulduğu beyanı anlamadan geçer.
“Arabların arabı, onların en akıllısı, ve fasihi de olsa Kur'ân-ı Kerîm’i anlamada hiç kimse bağımsız değildir” sözümüz belki bazılarına garip gelebilir. Ancak bunlar Kur'ân-ı Kerîm onların dilinde indirildiği halde arapçayı anlamada Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabından da daha anlayışlı ve arap diline onlardan daha çok mu vakıftırlar ki? Böyle olmasına rağmen bazı âyetleri anlamada bazı sorunlarla karşılaştıklarında meseleyi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e arzederlerdi.
Bunun açık örneğini İmam Buhari {Rahmetullahi Aleyh}’in Sahihinde ve İmam Ahmed {Rahmetullahi Aleyh}’in de Müsned’inde Abdullah b. Mes’ud {radiyallahü anhu}’dan rivâyet ettikleri hadistir: Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} ashabına Allâhu Tebâreke ve Teâlâ’nın “İman ettikten sonra imanlarına zulum bulaştırmayanlar var ya. İşte güvenlik onlaradır ve doğru yolda olanlar da onlardır.” [5] Mealindeki kavlini okunduğunda ashabı bu Âyet-i Kerime altında ezildi, ağır geldi ve dediler ki: Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizden kim nefsine zulmetmez ki?
Buradaki zulümden kişinin nefsine zulmetmesi veya kişinin arkadaşına zulmetmesi veyahut ehline zulmetmesi gibi herhangi bir zulmü anladılar. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} meselenin onların zihinlerinde çağrıştırdığı mana değil de bu zulmün büyük zulüm olup Allâhu Teâlâ’ya şirk koşma olduğunu beyan etti ve Allâhu Teâlâ’nın Lokman Suresindeki Salih Kul Lokman {aleyhisselam}’ın sözünü hatırlattı. “Oğluna; -Ey evlatçığım! Sakın Allah’a ortak koşma! Şirk gerçekten büyük bir zulümdür, dedi” [6]
İşte onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabı. Onlar ki arabın en fasih olanları. Onlar Âyet-i Kerime’de geçen bu lafzı anlamada zorluk çekip ancak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanından sonra müşkilleri son buluyor.
İşte Allâhu Teâlâ’nın geçen Âyet-i Kerime’de zikrettiği budur. “Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik” Bundan dolayı hiç bir kimsenin Sünnet’e başvurmadan Kur'ân-ı Kerîm’i anlamada müstakil olamayacağını zihinlerimizde karar kılıp, bunu âkîde olarak kabullenip inanmamızdır.
Gerçekten Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “Size iki husus bıraktım, bunlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz: Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve benim sünnetim.” [7]
Başka bir rivâyette: “Allâhu Teâlâ’nın Kitabı ve akrabalarım. Onlar havuza gelene kadar ayrılmazlar.”
Hadiste size iki şey bıraktım deniyor. İki vahiy, bir değil. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Kitabullah ve Sünnetim.
Bu hadisin anlamı: Bunlardan sadece birine tutunan taifeler sapıktırlar. Kitap ve sünnetin dışındadırlar. Sadece Kur'ân-ı Kerîm’i alıp sünneti terk edenin durumu aynen sadece sünneti alıp Kur'ân-ı Kerîm’i bırakan gibidir. Bunları yapan topluluklar açık bir sapıklık içerisindedirler. Hidâyet ve nur bu iki nura birden sarılmaktır. Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bizlere bu sahih hadiste verdiği müjde; Rabbimizin kitabı ve Peygamberimiz {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Sünnetine tutunduğumuzda hiç bir zaman sapıtmayacağımızdır.
Bunun için Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile tefsir etmek tefsir usulu ve tefsir ilmi kaidesidir. Ve bunu üzerine basarak söylüyorum ki: Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile tefsir etmek gereklidir. Çünkü gördüğünüz gibi sünnet Kur'ân-ı Kerîm’i beyan, mücmelini tafsil edip, mutlak olanı da kayda bağlar. Umumi olanı hususileştirip, buna benzer Müslüman’ın ihtiyaç duyduğu beyyinatları (açıklamalar) içerir. Bunun için Kur'ân-ı tefsirde sadece Kur'ân-ı Kerîm ile yetinmek caiz değildir. Doğru ve hak olan Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnetle beraber tefsir etmek gerekir. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bu gerçeği, “Onlar ikisi havuza yanıma gelene kadar birbirinden ayrılmazlar” hadisiyle beyan etmiştir.
Böylelikle Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet tefsir etmek isteyen müfessirin takınacağı uslup; Kur'ân-ı Kerîm ve Sünneti bir araya toplaması gerekmektedir. Tefsir edeceği âyet âkîde, ahkam veya ahlak ve suluka dair meselerde olduğunda bu ihtiyaç daha da şiddetlidir. Neden böyle diyoruz? Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanını gerektirebilir. Örneğin
Hepimiz Allâhu Teâlâ’nın şu sözünü biliyoruz:
“Size ölü eti ve kan haram kılındı,” [9] birisi bu ayete bakacak olsa denizin ölüsünden sorsan o kişiye, ilk etapta Kur'ân-ı Kerîm’e bakacak, cevabı âyette açık olan hüküm “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-ine dayanarak balığın ölüsünü haram kılacak. Aynı şekilde ciğer ve dalaktan sorulduğunda yalnız Âyet-i kerimeye istinad edersede cevabı aynı olacak çünkü âyette kanın hükmü ölü etiyle aynıdır. “Size ölü eti ve kan haram kılındı” dalakla ciğer kandır. O zaman sadece Âyet-i kerimeye dayanarak vermiş olduğu hüküm İslami bir hüküm değildir. Çünkü daha önce de zikrettiğim gibi İslam dini sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret değildir, bilakis hem Kur'ân-ı Kerîm ve beyandır, hem Kur'ân-ı Kerîm ve sünnettir. Bu Âyet-i kerimeyle ilgili olarak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanı nedir?
Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den senedi hakkında söz edilen ancak İbnu Umer {radiyallahü anhu}’dan sahih bir senetle mevkuf olarak gelen bir rivâyette ki, bunun hükmü hadis alimleri indinde merfudur. Çünkü lafzı şöyledir: “Bize iki çeşit ölü eti ve iki çeşit kan helal kılındı: Çekirge ve balık, dalak ve ciğer.” [10]
Bu hadise göre, bazı ölü etinin ve bazı kanın helal kılınmasıdır.
Aynı şekilde İmam Müslim’in sahihinde Cabir b. Abdullah’dan konuyla ilgili diğer bir hadis vardır:
Nebi {sallAllahu aleyhi ve sellem} başlarında Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı komutan tayin ettiği bir seriyye [11] gönderir. Deniz kenarına doğru yol almışlardı. Azıkları biraz hurmadan ibaret olup oda bitmeye yüz tutmuştu. Hurmaları azalınca her ferde birer hurma dağıtmaya başladılar. Çok uzaktan sahil kenarında büyük bir şey kendilerine belirdi, yaklaştıklarında onun karaya vurmuş anber denilen büyük bir balık olduğunu gördüler.
Ebu Ubeyde: “Bu bir ölüdür” dedi, sonra da: “Hayır, muhakkak ki bizler Allah’ın Rasûlunun elçileriyiz ve Allah yolunda (mücahidler) yız. Şimdi de açlık zaruretine düşmüş haldesiniz. Binaenaleyh bundan yeyiniz” dedi. Sahabeler ondan bir ay üç yüz kişi semizlenerek yediklerini, ondan öküz büyüklüğünde parçalar kestiklerini. Onun büyüklüğünü de on üç kişinin göz çukuruna oturabilip, kaburga kemiklerinden birini alıp diktiklerini, altından deveye binmiş bir insanın kolaylıkla geçtiği şeklinde tarif etmişlerdir. Ve yine onun etini kaynatıp kurutarak kendilerine yol azığı elde ettiklerini söylemektedir. Medine’ye döndüklerinde olayı Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e haber verirler. Bunu üzerine Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “O, Allâhu Teâlâ’nın sizler için çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bir şey var mı ki bize de yediresiniz?” buyurdu. Müteâkiben biz ondan Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e gönderdik o da bunu yedi. [12]
Bu hadis önceki İbnu Umer {radiyallahü anhu}’nun hadisinin delalet ettiği denizin ölüsünün helal olması konusuyla bağlantılıdır.
Sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinen veya bunların şüphelerinden etkilenmiş bir kişinin deniz ölüsünden veya buna benzer şeylerden sorulduğunda takınacağı tavır sadece “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-ini okuyup, buda ölüdür demek olacaktır.
Ancak Kur'ân-ı Kerîm’e dönüp Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e itaatin Allâhu Teâlâ’ya itaat olduğunu isbat eden Âyet-i kerimeleri müracaat ettiğinde o da sünnete dönme gereğini duyacak ve onu Kur'ân-ı Kerîm’le birlikte ele alacaktır. Ve “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-i kerimesinin hükmüne deniz hayvanlarının ölüsünü, kan olan ciğer ve dalağı bu hükümden ayrı tutacaktır.
Bunun ayrı tutulması gerektiğini nasıl karar veriyoruz? Tabii ki Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanında buluyoruz ki, bu çok önemli bir husustur. Bunun için şeriatın tümü, sünneti Kur'ân-ı Kerîm’le birleştirmeye dayanır. İmam Şafii {Rahmetullahi Aleyh}’den şöyle bir rivâyet gelmiştir. “Sünnetin tümü Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e öğretisidir.” İmamı Şafii {Rahmetullahi Aleyh} sahih sünnetin tümünü Kur'ân-ı Kerîm içerir demek istemiştir. Allâhu Teâlâ Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e Müslümanların beyanına ihtiyaç duydukları şeyleri ilham etmiştir. Bu verdiğimiz misal yeterlidir inşaAllah.
İşte Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde uygulayacağımız kaide; Kur'ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnet’te birden dönmektir. Kur'ân-ı Kerîm’e sonrada Sünnete diyemeyiz. Çünkü burada sünneti ikinci mertebeye indirme vardır.
Evet, sünnet bize ulaşması yönünden mütevatir yolla gelen Kur'ân-ı Kerîm’e göre ikinci mertebededir. Ancak iş görmesi ve ona duyulan ihtiyaç yönünden Kur'ân-ı Kerîm’le aynı seviyededir. Burada bu ikisinin arasını ayırt etmemiz caiz değildir. Bazı mütehassıs hadis alimlerinden mulahaza edilen ayırım rivâyet ilmiyle alakalı olup, dirâyet yönüyle veya fıkıh yahut Kitabı anlama hususuyla ilgili değildir. Bu hususlarda Allâhu Teâlâ’nın kitabıyla Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti arasında bir ayırım yoktur.
Bazı şüphecilerin Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti için ortaya attıkları şüpheler, bizi ister istemez onların sünnetin rivâyet yollarını bilmedikleri onun temel kaidelerinden cahil oldukları, ravilerin hal tercemelerini bilmedikleri için başka bir araştırmaya götürür.
O şüpheleri hadisi ahad ve tevatür dedikleri şey değil midir?
Mütevatir ve Ahad’ın Hükmü
Hadisu’l-ahad dedikleri bu terimlerden sadece istifade edecek olanlar bu ümmetin alimlerinden hadis ve sünnet hususunda mütehassıs olmuş bazı fertlerdir. Müslümanların umumuna gelince bu tafsilattan hiç bir kazanç elde edemezler. Bilakis bu Nebi {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den gelen ve iman edilmesi gereken bu hadisleri, şek ve şüphecilerin akıllarının kavramamasına bir sebeptir.
Hadis: Hangi yolla olursa olsun sahih olarak peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den bize alimlerin tarif ettiği şekilde rivâyet edilen hadis demek olup bunun tafsili Müslümanların umumunu ilgilendirecek bir konu değildir.
Hadisin kısımları olan; hasen, sahih, hasen li zatihi, hesen li ğayrihi, sahih li zatihi, sahih li ğayrihi, sahih garib, sahih mustafid, sahih meşhur, sahih mutevatir, bunların hepsi ilim ehlinin sahası olup, Müslümanların umumunu ilgilendiren; hadisin ilim ehlinden sahih olmasını öğrenip, ona iman ve tasdik etmeleri onlar için yeterlidir.
Bismillahirrahmanirrahim
Üzülerek belirtmek isterim ki, günümüzde bir sapma olarak beliren ve belirli bir amaca bağlı olarak geliştirdikleri felsefi yöntemlerle ve de Sünnet’i reddetme gayretiyle, Sünnet’den yoksun salt Kur’an-la yetinme çabaları güdülen bazı te’lif eserlerin raflarda sıkça görülmeye başlanıldığı bir zaman münasebetiyle Kur’an-ı beyan ve tefsir ettiğinden dolayı sizlere ilmimizin nisbetinde, bu önemli konuda Allâhu Teâlâ’nın “Hayırda ve iyilikte yardımlaşın” [1] emrinden yola çıkarak bir şeyler zikretmeyi uygun bulduk.
Hepimizin İslam’dan zaruri olarak bildiği husus; İslam’ın temeli Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine Allâhu Teâlâ tarafından indirilen Kur'ân-ı Kerîm’dir. İnsanlardan bir çoğu Arapça’yı biraz bilmekle Allâhu Teâlâ’nın kitabını -ne kadar hevalarına göre anladıklarını söylemesek te - akıllarına göre anlamakta kendilerini hür görebilmektedirler.
Bundan dolayı kendinde ilimden bir şey olan kişilerin üzerine, asrımızda çoğalmaya başlayıp kendisini gösteren, yarım asırdan beri kendilerini Kur'ân-a nisbet eden, kendilerine Kur'âncılar (mealciler) adı veren ve İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu iddiasına kalkışan bu fasit sinsi görüşü ibtal etme görevi düşmektedir.
Bu günde geçmiştekine benzeyen yeni bir iddia ortaya atılmıştır ki; önceki gurup gibi sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinmeyi ortaya açık olarak atmasa bile, bu konuyu yeniden tartışma gündemine sokmaları ve Müslümanların zihninde şüphe tohumları ekmeye çalışanlar İslam’ın Kur'ân-ı Kerîm’den başka bir şey olmadığını insanlara her fırsatta aşılamaya kalkışmaktadırlar. İslam’ın sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret olduğu iddiasının batıllığını isbat etmeye ihtiyacımız yoktur. Ancak bazı insanların Kitap ve Sünnet’e uyduklarını iddia etseler de akılları veya hevaları Sünnet’i ehemmiyetsiz görüp Kur'ân-ı Kerîm’le yetinme yönünde onların saplandığı batıla saplanmaktadırlar.
Bunun için bu yoldan gidenlerin metodunun ne kadar tehlikeli olduğunu sizlere beyan etmek istedim. Biz hepimiz Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’i muhatap olarak aldığı sözü bilmekteyiz. “Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik” [2] ve Kitap ve Sünnet’e dönmenin gerekliliğini savunan Sünnet davetçilerinin zikretmiş oldukları âyetler burada zikredilmeyecek kadar çoktur. Bunları burada zikretmek konumuzu uzatır. Ancak ben burada az önce zikretmiş olduğum Âyet-in üzerinde duracağım.
“Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik” [3]
Bu Âyet-i Kerime de apaçık ifade vardır ki; oda Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e indirilen bu Kur'ân-ı Kerîm-i açıklama göreviyle de yine o mükellef kılınmıştır. Âyet-i Kerim-ede geçen beyan kelimesi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in temiz arındırılmış sünnetidir.
Bu Âyet-in manası şudur: Bırakın arapçayı sonradan öğrenmiş olanları da fasih Arapça’yı bilen Araplar dahi olsalar, Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm’in anlayışını insanlara bırakmamıştır. [4]
Hiç şüphesiz ki onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanından (açıklamasından) mustağni olamazlar. Çünkü bu beyan Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in kalbine indirdiği ikinci vahiydir.
Allâhu Teâlâ’nın hikmeti, okunması ibadet olan Kur'ân-ı Kerîm-i gerektirdiği gibi, diğeri de Kur'ân-ı Kerîm gibi vahiy olup onun gibi okunması ibadet olmayan, ancak muhafazasına gerek duyulan ikinci bir vahiy gerektirdi. Çünkü açıklanan şeyi (Kur'ân-ı Kerîm’i) anlamanın yolu ancak açıklayanı veyahut Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in açıklamasıyla mükellef tutulduğu beyanı anlamadan geçer.
“Arabların arabı, onların en akıllısı, ve fasihi de olsa Kur'ân-ı Kerîm’i anlamada hiç kimse bağımsız değildir” sözümüz belki bazılarına garip gelebilir. Ancak bunlar Kur'ân-ı Kerîm onların dilinde indirildiği halde arapçayı anlamada Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabından da daha anlayışlı ve arap diline onlardan daha çok mu vakıftırlar ki? Böyle olmasına rağmen bazı âyetleri anlamada bazı sorunlarla karşılaştıklarında meseleyi Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e arzederlerdi.
Bunun açık örneğini İmam Buhari {Rahmetullahi Aleyh}’in Sahihinde ve İmam Ahmed {Rahmetullahi Aleyh}’in de Müsned’inde Abdullah b. Mes’ud {radiyallahü anhu}’dan rivâyet ettikleri hadistir: Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} ashabına Allâhu Tebâreke ve Teâlâ’nın “İman ettikten sonra imanlarına zulum bulaştırmayanlar var ya. İşte güvenlik onlaradır ve doğru yolda olanlar da onlardır.” [5] Mealindeki kavlini okunduğunda ashabı bu Âyet-i Kerime altında ezildi, ağır geldi ve dediler ki: Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizden kim nefsine zulmetmez ki?
Buradaki zulümden kişinin nefsine zulmetmesi veya kişinin arkadaşına zulmetmesi veyahut ehline zulmetmesi gibi herhangi bir zulmü anladılar. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} meselenin onların zihinlerinde çağrıştırdığı mana değil de bu zulmün büyük zulüm olup Allâhu Teâlâ’ya şirk koşma olduğunu beyan etti ve Allâhu Teâlâ’nın Lokman Suresindeki Salih Kul Lokman {aleyhisselam}’ın sözünü hatırlattı. “Oğluna; -Ey evlatçığım! Sakın Allah’a ortak koşma! Şirk gerçekten büyük bir zulümdür, dedi” [6]
İşte onlar Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in ashabı. Onlar ki arabın en fasih olanları. Onlar Âyet-i Kerime’de geçen bu lafzı anlamada zorluk çekip ancak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanından sonra müşkilleri son buluyor.
İşte Allâhu Teâlâ’nın geçen Âyet-i Kerime’de zikrettiği budur. “Sana zikri, insanlara indirileni (li tubeyyine) açıklayasın diye indirdik” Bundan dolayı hiç bir kimsenin Sünnet’e başvurmadan Kur'ân-ı Kerîm’i anlamada müstakil olamayacağını zihinlerimizde karar kılıp, bunu âkîde olarak kabullenip inanmamızdır.
Gerçekten Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “Size iki husus bıraktım, bunlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz: Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve benim sünnetim.” [7]
Başka bir rivâyette: “Allâhu Teâlâ’nın Kitabı ve akrabalarım. Onlar havuza gelene kadar ayrılmazlar.”
Hadiste size iki şey bıraktım deniyor. İki vahiy, bir değil. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Kitabullah ve Sünnetim.
Bu hadisin anlamı: Bunlardan sadece birine tutunan taifeler sapıktırlar. Kitap ve sünnetin dışındadırlar. Sadece Kur'ân-ı Kerîm’i alıp sünneti terk edenin durumu aynen sadece sünneti alıp Kur'ân-ı Kerîm’i bırakan gibidir. Bunları yapan topluluklar açık bir sapıklık içerisindedirler. Hidâyet ve nur bu iki nura birden sarılmaktır. Allâhu Teâlâ’nın kitabı ve Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bizlere bu sahih hadiste verdiği müjde; Rabbimizin kitabı ve Peygamberimiz {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in Sünnetine tutunduğumuzda hiç bir zaman sapıtmayacağımızdır.
Bunun için Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile tefsir etmek tefsir usulu ve tefsir ilmi kaidesidir. Ve bunu üzerine basarak söylüyorum ki: Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnet ile tefsir etmek gereklidir. Çünkü gördüğünüz gibi sünnet Kur'ân-ı Kerîm’i beyan, mücmelini tafsil edip, mutlak olanı da kayda bağlar. Umumi olanı hususileştirip, buna benzer Müslüman’ın ihtiyaç duyduğu beyyinatları (açıklamalar) içerir. Bunun için Kur'ân-ı tefsirde sadece Kur'ân-ı Kerîm ile yetinmek caiz değildir. Doğru ve hak olan Kur'ân-ı, Kur'ân ve sünnetle beraber tefsir etmek gerekir. Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem} bu gerçeği, “Onlar ikisi havuza yanıma gelene kadar birbirinden ayrılmazlar” hadisiyle beyan etmiştir.
Böylelikle Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet tefsir etmek isteyen müfessirin takınacağı uslup; Kur'ân-ı Kerîm ve Sünneti bir araya toplaması gerekmektedir. Tefsir edeceği âyet âkîde, ahkam veya ahlak ve suluka dair meselerde olduğunda bu ihtiyaç daha da şiddetlidir. Neden böyle diyoruz? Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’den bir âyet Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanını gerektirebilir. Örneğin
Hepimiz Allâhu Teâlâ’nın şu sözünü biliyoruz:
“Size ölü eti ve kan haram kılındı,” [9] birisi bu ayete bakacak olsa denizin ölüsünden sorsan o kişiye, ilk etapta Kur'ân-ı Kerîm’e bakacak, cevabı âyette açık olan hüküm “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-ine dayanarak balığın ölüsünü haram kılacak. Aynı şekilde ciğer ve dalaktan sorulduğunda yalnız Âyet-i kerimeye istinad edersede cevabı aynı olacak çünkü âyette kanın hükmü ölü etiyle aynıdır. “Size ölü eti ve kan haram kılındı” dalakla ciğer kandır. O zaman sadece Âyet-i kerimeye dayanarak vermiş olduğu hüküm İslami bir hüküm değildir. Çünkü daha önce de zikrettiğim gibi İslam dini sadece Kur'ân-ı Kerîm’den ibaret değildir, bilakis hem Kur'ân-ı Kerîm ve beyandır, hem Kur'ân-ı Kerîm ve sünnettir. Bu Âyet-i kerimeyle ilgili olarak Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanı nedir?
Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den senedi hakkında söz edilen ancak İbnu Umer {radiyallahü anhu}’dan sahih bir senetle mevkuf olarak gelen bir rivâyette ki, bunun hükmü hadis alimleri indinde merfudur. Çünkü lafzı şöyledir: “Bize iki çeşit ölü eti ve iki çeşit kan helal kılındı: Çekirge ve balık, dalak ve ciğer.” [10]
Bu hadise göre, bazı ölü etinin ve bazı kanın helal kılınmasıdır.
Aynı şekilde İmam Müslim’in sahihinde Cabir b. Abdullah’dan konuyla ilgili diğer bir hadis vardır:
Nebi {sallAllahu aleyhi ve sellem} başlarında Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı komutan tayin ettiği bir seriyye [11] gönderir. Deniz kenarına doğru yol almışlardı. Azıkları biraz hurmadan ibaret olup oda bitmeye yüz tutmuştu. Hurmaları azalınca her ferde birer hurma dağıtmaya başladılar. Çok uzaktan sahil kenarında büyük bir şey kendilerine belirdi, yaklaştıklarında onun karaya vurmuş anber denilen büyük bir balık olduğunu gördüler.
Ebu Ubeyde: “Bu bir ölüdür” dedi, sonra da: “Hayır, muhakkak ki bizler Allah’ın Rasûlunun elçileriyiz ve Allah yolunda (mücahidler) yız. Şimdi de açlık zaruretine düşmüş haldesiniz. Binaenaleyh bundan yeyiniz” dedi. Sahabeler ondan bir ay üç yüz kişi semizlenerek yediklerini, ondan öküz büyüklüğünde parçalar kestiklerini. Onun büyüklüğünü de on üç kişinin göz çukuruna oturabilip, kaburga kemiklerinden birini alıp diktiklerini, altından deveye binmiş bir insanın kolaylıkla geçtiği şeklinde tarif etmişlerdir. Ve yine onun etini kaynatıp kurutarak kendilerine yol azığı elde ettiklerini söylemektedir. Medine’ye döndüklerinde olayı Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e haber verirler. Bunu üzerine Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}: “O, Allâhu Teâlâ’nın sizler için çıkardığı bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bir şey var mı ki bize de yediresiniz?” buyurdu. Müteâkiben biz ondan Rasûlullah {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e gönderdik o da bunu yedi. [12]
Bu hadis önceki İbnu Umer {radiyallahü anhu}’nun hadisinin delalet ettiği denizin ölüsünün helal olması konusuyla bağlantılıdır.
Sadece Kur'ân-ı Kerîm’le yetinen veya bunların şüphelerinden etkilenmiş bir kişinin deniz ölüsünden veya buna benzer şeylerden sorulduğunda takınacağı tavır sadece “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-ini okuyup, buda ölüdür demek olacaktır.
Ancak Kur'ân-ı Kerîm’e dönüp Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e itaatin Allâhu Teâlâ’ya itaat olduğunu isbat eden Âyet-i kerimeleri müracaat ettiğinde o da sünnete dönme gereğini duyacak ve onu Kur'ân-ı Kerîm’le birlikte ele alacaktır. Ve “Size ölü eti ve kan haram kılındı” Âyet-i kerimesinin hükmüne deniz hayvanlarının ölüsünü, kan olan ciğer ve dalağı bu hükümden ayrı tutacaktır.
Bunun ayrı tutulması gerektiğini nasıl karar veriyoruz? Tabii ki Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in beyanında buluyoruz ki, bu çok önemli bir husustur. Bunun için şeriatın tümü, sünneti Kur'ân-ı Kerîm’le birleştirmeye dayanır. İmam Şafii {Rahmetullahi Aleyh}’den şöyle bir rivâyet gelmiştir. “Sünnetin tümü Allâhu Teâlâ’nın Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e öğretisidir.” İmamı Şafii {Rahmetullahi Aleyh} sahih sünnetin tümünü Kur'ân-ı Kerîm içerir demek istemiştir. Allâhu Teâlâ Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’e Müslümanların beyanına ihtiyaç duydukları şeyleri ilham etmiştir. Bu verdiğimiz misal yeterlidir inşaAllah.
İşte Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde uygulayacağımız kaide; Kur'ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnet’te birden dönmektir. Kur'ân-ı Kerîm’e sonrada Sünnete diyemeyiz. Çünkü burada sünneti ikinci mertebeye indirme vardır.
Evet, sünnet bize ulaşması yönünden mütevatir yolla gelen Kur'ân-ı Kerîm’e göre ikinci mertebededir. Ancak iş görmesi ve ona duyulan ihtiyaç yönünden Kur'ân-ı Kerîm’le aynı seviyededir. Burada bu ikisinin arasını ayırt etmemiz caiz değildir. Bazı mütehassıs hadis alimlerinden mulahaza edilen ayırım rivâyet ilmiyle alakalı olup, dirâyet yönüyle veya fıkıh yahut Kitabı anlama hususuyla ilgili değildir. Bu hususlarda Allâhu Teâlâ’nın kitabıyla Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti arasında bir ayırım yoktur.
Bazı şüphecilerin Peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’in sünneti için ortaya attıkları şüpheler, bizi ister istemez onların sünnetin rivâyet yollarını bilmedikleri onun temel kaidelerinden cahil oldukları, ravilerin hal tercemelerini bilmedikleri için başka bir araştırmaya götürür.
O şüpheleri hadisi ahad ve tevatür dedikleri şey değil midir?
Mütevatir ve Ahad’ın Hükmü
Hadisu’l-ahad dedikleri bu terimlerden sadece istifade edecek olanlar bu ümmetin alimlerinden hadis ve sünnet hususunda mütehassıs olmuş bazı fertlerdir. Müslümanların umumuna gelince bu tafsilattan hiç bir kazanç elde edemezler. Bilakis bu Nebi {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den gelen ve iman edilmesi gereken bu hadisleri, şek ve şüphecilerin akıllarının kavramamasına bir sebeptir.
Hadis: Hangi yolla olursa olsun sahih olarak peygamber {sallAllahu aleyhi ve sellem}’den bize alimlerin tarif ettiği şekilde rivâyet edilen hadis demek olup bunun tafsili Müslümanların umumunu ilgilendirecek bir konu değildir.
Hadisin kısımları olan; hasen, sahih, hasen li zatihi, hesen li ğayrihi, sahih li zatihi, sahih li ğayrihi, sahih garib, sahih mustafid, sahih meşhur, sahih mutevatir, bunların hepsi ilim ehlinin sahası olup, Müslümanların umumunu ilgilendiren; hadisin ilim ehlinden sahih olmasını öğrenip, ona iman ve tasdik etmeleri onlar için yeterlidir.