Muhtazaf
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Mar 2008
- Mesajlar
- 9,591
- Tepki puanı
- 957
- Puanları
- 113
- Yaş
- 66
- Web Sitesi
- www.aydin-aydin.com
Kur’an Bağlamında “Cahiliye” Kavramını Yeniden Düşünmek
Doç. Dr. Mustafa Öztürk
Hicaz bölgesindeki Arap toplumunun İslam öncesindeki inanç, düşünce ve davranış tarzları İslâmî dönemde “cahiliye” diye anılır. Cahiliye kelimesinin kolektif Müslüman bilinçteki anlam içeriği tamamen olumsuzdur. Çünkü bu kelime İslâmî kaynaklarda zemmedici bir dille kavramlaştırılmıştır. Kelimenin Kur’an’daki kullanımı bu kavramlaştırmada belirleyici olmuştur. Zira cahiliye kelimesi Medine döneminde nazil olan dört ayette geçer ve bu ayetlerin tümünde zemme medar olan hususlara delalet eder. Âl-i İmrân 3/154. ayette münafıkların ALLAH hakkındaki yanlış düşüncelerinin “cahiliye zannı”na benzediği belirtilir. Mâide 5/50. ayette haksızlık, adaletsizlik ve zulme atfen cahiliye hükmünden/idaresinden söz edilir. Ahzâb 33/33. ayette Hz. Peygamber’in hanımlarına, “Geçmiş cahiliye devrindeki kadınlar gibi açılıp saçılmayın.” mealinde bir emir tevcih edilir. Feth 48/26. ayette cahiliye taassubundan söz edilir. Çeşitli hadislerde ise İslâm öncesi dönemdeki birtakım kötü davranışlar ve âdetler cahiliye nitelemesiyle zemmedilir.1
Müslümanlar arasındaki yaygın inanış ve anlayışa göre cahiliye “ilimsizlik” anlamında cehalet ve karanlığın kol gezdiği bir çağdır. İslâmiyet ise ilim ve aydınlık çağıdır, dolayısıyla cahiliyenin karşıtıdır. Hâlbuki cahiliye, ilimsizlikten öte hilimsizliği ifade eden bir kavramdır. Çünkü ‘cehl’ kelimesinin asıl karşıtı ‘ilm’ değil ‘hilm’dir. Muallâka şairlerinden Amr b. Külsûm’ün bir kasidesinde geçen, elâ lâ yechelenne ehadun aleynâ fe-nechele fevka cehli’l-câhilînâ (Bakın, hiç kimse bize kibir-kurum satmaya, hamiyet taslamaya kalkmasın; yoksa biz kibir - kurum satmanın dik âlâsını yaparız) ifadesinde olduğu gibi, cehl-cehâlet kelimesi kibir, gurur, küstahlık, mutaassıplık, zorbalık, haddini bilmezlik, ihtiyatsızlık gibi anlamlar içerir. Hilm ise te’enni, ağırbaşlılık, itidallilik ve ihtiyatlılık gibi manalara gelir.2
Cehl-cehalet kelimesiyle ilgili bu semantik tahlili Kur’an’la şahitlendirmek de mümkündür. Mesela, Nisâ 4/17. ayette geçen ve meallerin çoğunda, “bilmeyerek kötülük yapanlar” şeklinde çevrilen (li)llezîne ya’melûne’s-sûe bicehâletin ifadesi, neyin iyi neyin kötü olduğunu tefrik/temyiz edememekten kaynaklanan bir kötülük/günah işlemeye değil, iyinin ve kötünün bilinmesine rağmen iradeye hâkim olamama ya da düşünüp tartmama sebebiyle kötülük/günah irtikâp etmek gibi bir manaya karşılık gelir.3 Benzer şekilde, Furkân 25/63. ayetteki “câhilûn” (cahiller) kelimesi de bilgisizler değil, hilimsizler (densizler, kendini bilmezler, küstahlar) anlamına gelir.4
Cahiliye kelimesinin hadislerdeki kullanımına gelince, Hz. Peygamber birçok kez cahiliyeye menfi atıflarda bulunmuş, sözgelimi, “Ümmetim cahiliye devrinden kalma şu dört âdeti tamamen terk edemeyecektir. Bunlar, asaletleriyle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlara tevessülde bulunarak yağmur beklemek ve ölünün ardından yüksek sesle ağlamaktır” buyurmuş,5 ama cahiliye döneminde hayırlı ve faziletli insanların mevcudiyetiyle ilgili beyanlarda da bulunmuştur.6 Ayrıca, İslam’ın zuhurundan önce Kureyş’e mensup bazı kabilelerin Mekke’de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek amacıyla yaptıkları ve bizzat kendisinin de iştirak ettiği “hilfü’l-fudûl” ittifakından övgüyle bahsetmiş, böyle bir ittifaka tekrar davet edilmesi hâlinde tereddüt göstermeden icabet edeceğini söylemiştir.7
Hilfü’l-fudûl örneğinin de gösterdiği gibi İslam öncesi Arap toplumunda da fazilet sahibi insanların ve güzel ahlâkî değerlerin bulunduğu, hatta bu tür sıfatlarla muttasıf birçok kişinin darb-ı mesel olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu gerçeği cahiliye devrine ait şiirler, kıssalar gibi muhtelif kaynaklarla çok daha müdellel kılmak mümkündür.8 Binaenaleyh, cahiliye kelimesinin bilhassa Kur’an’daki menfi bağlamlarını dikkate alarak genelleme yapmak pek isabetli olmasa gerektir. Ayrıca, “sebebin hususîliği lafzın umumiliğine engel değildir” veya “sebebin hususiliğine değil lafzın umumiliğine itibar edilir” şeklindeki tefsir kaidesinin özellikle Kur’an’ın tarih kaynağı olarak istimalinde gelişigüzel genellemelere meydan verdiği/vereceği şüphesizdir. Öte yandan bu husus dikkate alınmadığı takdirde, gerek ibadetler ve sair dinî ritüeller, gerekse muamelat ve ukubat açısından İslam öncesi Arap toplumundaki uygulamalarla Kur’an ve Sünnet’te vazedilen hükümler arasındaki benzerlik, hatta birçok konudaki aynîlik keyfiyetini izah etmek çok güçleşir. Kabul etmek gerekir ki cahiliyeyi külliyen karanlık bir zihniyet dünyası olarak tasavvur ederken Kur’an’da ibtidaen şer’î hüküm isbatı denebilecek türden hemen hiçbir hükmün mevcut olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek, bilhassa ezber tekrarıyla kaim zihin konforunun bozulması açısından oldukça sıkıntılı bir durumdur. Dahası İslam’ı tebcil etmek gibi samimi bir niyete mebni de olsa bir taraftan cahiliyeyi topyekûn mezmum addedip diğer taraftan da Kur’an’ın söz konusu dönemde mer’î olan birçok örf, âdet ve uygulamayı ya aynıyla ibka ya da ıslah yoluyla ibka ettiği gerçeğini kabullenmek çok garip bir ironi ve aynı zamanda büyük bir çelişki oluşturur. Bunun aksini savunmak ise -en azından bize göre- Cumhuriyet devri resmî ideolojisinin Osmanlı tanımlamasını hatırlatan bir yaklaşımı benimsemek olur.
Erken döneme ait kaynaklardan İbn Habîb’in (ö. 245/860) el-Muhabber’inde, geç döneme ait kaynaklardan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin (ö. 1176/1762) Hüccetullâhi’l-Bâliğa’sında verilen bilgilere göre cahiliye devrindeki Araplarda göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin ALLAH tarafından yaratıldığı inancı mevcuttu. Kur’an’ın beyanıyla sabit olduğu üzere Hz. Peygamber dönemindeki bazı müşrikler de bu inanca sahipti.9 Cahiliye devrinde, ALLAH’ın ezelde her şeyi takdir ettiği ve O’nun hüküm ve takdirinin önüne geçilemeyeceği inancı da mevcuttu. Hasen el-Basrî’nin ifadesine göre, “Cahiliye devrindeki Araplar hitabelerinde ve şiirlerinde kaderden söz etmişlerdir. Şeriat [İslam] bu konuda onların inançlarını teyidin ötesinde yeni bir şey söylememiştir.”10
Cahiliye devrinde Arapların birçoğu -İbn Habîb’in ifadesine göre çoğunluğu- ölümden sonra diriliş, hesap ve cezaya inanırdı. Nitekim A’şâ, Ümeyye b. Ebi’s-Salt, Ahnes b. Şihâb et-Temîmî gibi şairlerin dizelerinde bu inancın sarih ifadeleri mevcuttur.11 Cahiliye devrinde melekût âlemine de inanılır, hatta mele-i a’lâ ve hamele-i arştan söz edilirdi. İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber, cahiliye şairi Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın hamele-i arşla ilgili bir şiirini duyunca bu şiirin muhtevasını tasdik etmiştir.12
Arap yarımadasına putperestlik ve şirk inancını sokan kişi olarak anılan Amr b. Luhay el-Huzâî’den önceki dönemlere dair haberler Kus b. Sâide, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Âmir b. Zarib, Ubeydullah b. Cahş gibi fazilet ve hikmet sahibi insanlarla ilgili nakiller İslamiyet’in zuhurundan önce birçok Arab’ın tevhid ve ahiret inancına sahip olduğunu söyler.13 Mesela Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, “İşler alt üst olmuşken [din hususunda temel ilkeler, inançlar büsbütün bozulmuşken] tek bir rabbe mi yoksa bin rabbe mi boyun eğeyim?! Lât’ı, Uzzâ’yı topyekûn terk ettim ben; basiret sahibi olan adam böyle yapar zaten.” demiştir.14 Hz Peygamber ise Ümeyye b. Ebi’s-Salt hakkında, “Şiiri iman etti ve fakat kalbi imana gelmedi” demiştir. Şah Veliyyullah’a göre bütün bu inançlar Hz. İsmail’in din ve şeriatından tevarüs edilmiştir. Bunun yanında cahiliye devri Arap toplumu Ehl-i Kitap’tan da bazı şeyler öğrenmiştir.15
Dinî ritüeller ve ibadetler konusuna gelince, cahiliye devrinde cünüplük sebebiyle gusül abdesti almak gerektiği bilinirdi. Abdest de bilinirdi. Dolayısıyla namaz, bilinen ve ifa edilen bir ibadet idi. Ebû Zer el-Ğıfârî Hz. Peygamber’e gelip İslam’a girmeden üç sene önce namaz kılardı. Kus b. Sâide de namaz kılanlar arasındaydı. Cahiliye devrinde zekât ve/veya sadaka da bilinirdi. Misafirler ve yolcular ağırlanır, zayıf ve düşkünlere yardımda bulunulur, fakir fukaraya sadaka verilir, sıla-ı rahim yapılır ve bu tür işleri yapanlar övgüyle anılırdı. Oruç ibadeti de bilinirdi. Kureyşliler İslamiyet’ten önce tazim ve kefaret için Aşure orucu tutarlardı. İtikâfa çekilmek de onların meçhulü değildi. Keza Araplar hac ve umreyle ilgili bütün menâsiki bilir, kurban keserlerdi; fakat bütün bu ibadetlere şirk bulaştırmışlardı.16
Kur’an’da namaz emrinin birçok ayette akîmu’s-salât şeklinde gelmesi ve bu ifade kalıbıyla namazı tevhid inancı temelinde dosdoğru şekilde kılmak (ikâme-i salât) gerektiğine dikkat çekilmesi, Bakara 2/196. ayetteki ve-etimmu’l-hacce ve’l-umrete lillah ifadesinde hac ve umre ibadetinin şirk unsurlarından arındırılıp sırf ALLAH’a adanarak yerine getirilmesinin istenmesi, kurban hususunda ALLAH’tan başka varlıkların adı anılarak (tehlil) kesilen hayvanların etini yemenin haram kılınması (Bakara 2/173; Mâide 5/3; En’am 6/145; Nahl 16/115) ve kurbanların kanlarını teberrüken Kâbe’nin duvarlarına sürmenin bir şirk ritüeli olduğuna atfen, “[Bilin ki] kestiğiniz kurbanların ne etleri ne kanları ALLAH’a ulaşır” (Hac 22/37) buyrulması hem bütün bu ibadetlerin cahiliye devrinde malum ve mevcut olduğunu hem de özünden ve asıl amacından saptırıldığını gösterir.
Zikri geçen ibadetlere ilaveten İslam öncesi dönemde cenaze namazı, cenazeyi kefenleme ve “rahmetullahi aleyk” (ALLAH’ın rahmeti üzerine olsun; -bugünkü tabirle- ALLAH rahmet etsin) duasıyla defnetme, üç talâkla boşama gibi ritüeller de vardı. Ayrıca, ceza hukukuyla ilgili olarak eşkıyalık (hirâbe) suçunu idamla, hırsızlık suçunu el kesmeyle cezalandırma örfü de mevcuttu.17 Bütün bunların yanında İslam öncesi Arap toplumunda üç talakla boşama (bâin talak)18 ve bu şekilde boşanmış kadının ancak bir başka erkekle evlilikten sonra önceki eşine dönebilme şartı (hülle), zıhar, îlâ, hu’l (muhâlea) ve Zülmesâcid el-Yeşkûrî diye anılan adamla ilgili rivayetteki bilgiye göre mirasta erkek çocuklara kızların payının iki misli pay verilmesi gibi uygulamalar da mevcuttu.19 Bu bilgilerin ardından bazı zihinlerde, “Naslarla sübut bulan ahkâmın hemen hepsi İslam öncesi dönemde mevcut olduğuna göre Kur’an ve Sünnet insanlığa yeni denebilecek hiçbir şey getirmemiş midir?” şeklinde bir istifham ve itirazın belirmesi kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir istifham ve itiraza cevap olarak, Kur’an ve Sünnet’in ibda ve icat mahiyetinde değil, çoğunlukla ıslah tarzında yenilik getirdiği söylenebilir. Bu noktada Kur’an’da “hanîf” diye ifade edilen20 ve “tevhid”e karşılık gelen sahih inanç temelinde Allah’a teslimiyetin ve aynı zamanda selim fıtratın ifadesi olan hak dine (İslam, ed-dîn, dîn-i kayyim, fıtratullah, sıbğatullah) uygun olan ne varsa hepsi Kur’an ve Sünnet tarafından onaylanmış, buna mukabil söz konusu uygunluk ölçütüne aykırı biçimde özünden saptırılmış inanç ve uygulamalarda tadil yoluna gidilmiş, gerek tevhide gerek maruf kavramında ifadesini bulan meşru örfe ters düşen inanç ve uygulamalar ise tümden ilga edilmiştir.21
Burada bir kez daha belirtmek gerekir ki Kur’an’ın İslâm öncesiyle ilgili atıflarını genelleştirerek anlayıp yorumlamak, -kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinden söz eden ayetlerin yorumunda olduğu gibi-, en azından tarihî vakıaya aykırılık gibi ciddi bir hataya yol açar. Bu husus, Kur’an ve Sünnet’teki ahkâmın hemen tamamıyla İslam öncesi dönemde mevcut olduğuna ilişkin bilgiler için de geçerlidir. Sonuçta tüm genellemeler risklidir ve çok kere yanlış hükümlere sebebiyet verir. Esasen cahiliye haniflik ve tevhid binasını zedeleyen unsurların peyda olduğu bir dönemdir; İslam ise bu binayı özgün ve aslî yapısına kavuşturmayı hedefleyen bir renovasyon dönemidir. Rûm 30/30-32. ayetler tam da bunu anlatır mahiyettedir:
[Ey Peygamber!] Şirkten uzak olarak bütün benliğinle dosdoğru inanca, Allah’ın insanı yaratırken özüne nakşettiği tevhid inancına bağlılığı sürdür. Allah’ın yarattığı saf yapıyı ve o yapıya özgü tevhid inancını kimsenin değiştirme hak ve yetkisi yoktur. [O hâlde, Allah’ın yarattığı saflığı bozmaya, O’ndan başkasına ilahlık/tanrılık yakıştırmaya kalkmayın]. İşte hak/dosdoğru din budur. Ne var ki insanların çoğu [Mekke halkının müşrik çoğunluğu] bu gerçeği bir türlü anlamaz. [Ey Müminler!] Siz de şirkten arınmış olarak tüm kalbinizle Allah’a yönelin. O’na eş ve ortak koşmaktan sakının; namazı hakkıyla kılın ve sakın [kendilerine emredilen] tevhid dinini bozup/terk edip farklı inanç ve anlayışları benimseyen o müşrikler gibi olmayın. Onlardan her bir grup kendi inancı ve görüşü ile övünüp durur; [oysaki hepsinin inancı büsbütün batıldır].
Bu ayetlerde geçen ed-dîn, hanîf, fıtrat, ed-dînü’l-kayyim kavramları tevhid ve İslam’a delalet etmekte, dolayısıyla müşriklerin ferrakû -Hamza ve Kisâî’nin kıraatine göre fârakû-22 dînehüm diye ifade edilen fiilleri hak dini (Tevhid/İslam) bozmaya yahut ondan uzaklaşmaya karşılık gelmektedir.23 Ayrıca, bu ayetler cahiliye devrinde şirkin aslî, tevhidin arızî olduğuna değil, bunun tersine işaret etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’e şiddetle muhalefet edenler, bazı kaynaklarda bir kısmı “Kureyş’in zındıkları”, diğer bir kısmı Hicr 15/90. ayete atfen “Muktesimûn” diye anılan ve Ebu Süfyan b. Harb, Übey b. Halef, Nadr b. Hâris, Âs b. Vâil, Velid b. Muğîre, Ukbe b. Ebî Muayt, Nübeyh b. Haccâc, Münebbih b. Haccâc, Ebû Cehil Amr b. Hişam, Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Ebû Kays b. Velîd, Kays b. el-Fâkih, Züheyr b. Ümeyye, Esved b. Abdülesed gibi isimlerden müteşekkil on beş yirmi kişilik bir gruptur.24 Mekke dönemine ait ayetlerdeki “el-insân” kelimesinin medlulleriyle ilgili rivayetler tarandığında da yine bu isimlerle karşılaşılır.25
Doç. Dr. Mustafa Öztürk
Hicaz bölgesindeki Arap toplumunun İslam öncesindeki inanç, düşünce ve davranış tarzları İslâmî dönemde “cahiliye” diye anılır. Cahiliye kelimesinin kolektif Müslüman bilinçteki anlam içeriği tamamen olumsuzdur. Çünkü bu kelime İslâmî kaynaklarda zemmedici bir dille kavramlaştırılmıştır. Kelimenin Kur’an’daki kullanımı bu kavramlaştırmada belirleyici olmuştur. Zira cahiliye kelimesi Medine döneminde nazil olan dört ayette geçer ve bu ayetlerin tümünde zemme medar olan hususlara delalet eder. Âl-i İmrân 3/154. ayette münafıkların ALLAH hakkındaki yanlış düşüncelerinin “cahiliye zannı”na benzediği belirtilir. Mâide 5/50. ayette haksızlık, adaletsizlik ve zulme atfen cahiliye hükmünden/idaresinden söz edilir. Ahzâb 33/33. ayette Hz. Peygamber’in hanımlarına, “Geçmiş cahiliye devrindeki kadınlar gibi açılıp saçılmayın.” mealinde bir emir tevcih edilir. Feth 48/26. ayette cahiliye taassubundan söz edilir. Çeşitli hadislerde ise İslâm öncesi dönemdeki birtakım kötü davranışlar ve âdetler cahiliye nitelemesiyle zemmedilir.1
Müslümanlar arasındaki yaygın inanış ve anlayışa göre cahiliye “ilimsizlik” anlamında cehalet ve karanlığın kol gezdiği bir çağdır. İslâmiyet ise ilim ve aydınlık çağıdır, dolayısıyla cahiliyenin karşıtıdır. Hâlbuki cahiliye, ilimsizlikten öte hilimsizliği ifade eden bir kavramdır. Çünkü ‘cehl’ kelimesinin asıl karşıtı ‘ilm’ değil ‘hilm’dir. Muallâka şairlerinden Amr b. Külsûm’ün bir kasidesinde geçen, elâ lâ yechelenne ehadun aleynâ fe-nechele fevka cehli’l-câhilînâ (Bakın, hiç kimse bize kibir-kurum satmaya, hamiyet taslamaya kalkmasın; yoksa biz kibir - kurum satmanın dik âlâsını yaparız) ifadesinde olduğu gibi, cehl-cehâlet kelimesi kibir, gurur, küstahlık, mutaassıplık, zorbalık, haddini bilmezlik, ihtiyatsızlık gibi anlamlar içerir. Hilm ise te’enni, ağırbaşlılık, itidallilik ve ihtiyatlılık gibi manalara gelir.2
Cehl-cehalet kelimesiyle ilgili bu semantik tahlili Kur’an’la şahitlendirmek de mümkündür. Mesela, Nisâ 4/17. ayette geçen ve meallerin çoğunda, “bilmeyerek kötülük yapanlar” şeklinde çevrilen (li)llezîne ya’melûne’s-sûe bicehâletin ifadesi, neyin iyi neyin kötü olduğunu tefrik/temyiz edememekten kaynaklanan bir kötülük/günah işlemeye değil, iyinin ve kötünün bilinmesine rağmen iradeye hâkim olamama ya da düşünüp tartmama sebebiyle kötülük/günah irtikâp etmek gibi bir manaya karşılık gelir.3 Benzer şekilde, Furkân 25/63. ayetteki “câhilûn” (cahiller) kelimesi de bilgisizler değil, hilimsizler (densizler, kendini bilmezler, küstahlar) anlamına gelir.4
Cahiliye kelimesinin hadislerdeki kullanımına gelince, Hz. Peygamber birçok kez cahiliyeye menfi atıflarda bulunmuş, sözgelimi, “Ümmetim cahiliye devrinden kalma şu dört âdeti tamamen terk edemeyecektir. Bunlar, asaletleriyle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlara tevessülde bulunarak yağmur beklemek ve ölünün ardından yüksek sesle ağlamaktır” buyurmuş,5 ama cahiliye döneminde hayırlı ve faziletli insanların mevcudiyetiyle ilgili beyanlarda da bulunmuştur.6 Ayrıca, İslam’ın zuhurundan önce Kureyş’e mensup bazı kabilelerin Mekke’de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek amacıyla yaptıkları ve bizzat kendisinin de iştirak ettiği “hilfü’l-fudûl” ittifakından övgüyle bahsetmiş, böyle bir ittifaka tekrar davet edilmesi hâlinde tereddüt göstermeden icabet edeceğini söylemiştir.7
Hilfü’l-fudûl örneğinin de gösterdiği gibi İslam öncesi Arap toplumunda da fazilet sahibi insanların ve güzel ahlâkî değerlerin bulunduğu, hatta bu tür sıfatlarla muttasıf birçok kişinin darb-ı mesel olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu gerçeği cahiliye devrine ait şiirler, kıssalar gibi muhtelif kaynaklarla çok daha müdellel kılmak mümkündür.8 Binaenaleyh, cahiliye kelimesinin bilhassa Kur’an’daki menfi bağlamlarını dikkate alarak genelleme yapmak pek isabetli olmasa gerektir. Ayrıca, “sebebin hususîliği lafzın umumiliğine engel değildir” veya “sebebin hususiliğine değil lafzın umumiliğine itibar edilir” şeklindeki tefsir kaidesinin özellikle Kur’an’ın tarih kaynağı olarak istimalinde gelişigüzel genellemelere meydan verdiği/vereceği şüphesizdir. Öte yandan bu husus dikkate alınmadığı takdirde, gerek ibadetler ve sair dinî ritüeller, gerekse muamelat ve ukubat açısından İslam öncesi Arap toplumundaki uygulamalarla Kur’an ve Sünnet’te vazedilen hükümler arasındaki benzerlik, hatta birçok konudaki aynîlik keyfiyetini izah etmek çok güçleşir. Kabul etmek gerekir ki cahiliyeyi külliyen karanlık bir zihniyet dünyası olarak tasavvur ederken Kur’an’da ibtidaen şer’î hüküm isbatı denebilecek türden hemen hiçbir hükmün mevcut olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek, bilhassa ezber tekrarıyla kaim zihin konforunun bozulması açısından oldukça sıkıntılı bir durumdur. Dahası İslam’ı tebcil etmek gibi samimi bir niyete mebni de olsa bir taraftan cahiliyeyi topyekûn mezmum addedip diğer taraftan da Kur’an’ın söz konusu dönemde mer’î olan birçok örf, âdet ve uygulamayı ya aynıyla ibka ya da ıslah yoluyla ibka ettiği gerçeğini kabullenmek çok garip bir ironi ve aynı zamanda büyük bir çelişki oluşturur. Bunun aksini savunmak ise -en azından bize göre- Cumhuriyet devri resmî ideolojisinin Osmanlı tanımlamasını hatırlatan bir yaklaşımı benimsemek olur.
Erken döneme ait kaynaklardan İbn Habîb’in (ö. 245/860) el-Muhabber’inde, geç döneme ait kaynaklardan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin (ö. 1176/1762) Hüccetullâhi’l-Bâliğa’sında verilen bilgilere göre cahiliye devrindeki Araplarda göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her şeyin ALLAH tarafından yaratıldığı inancı mevcuttu. Kur’an’ın beyanıyla sabit olduğu üzere Hz. Peygamber dönemindeki bazı müşrikler de bu inanca sahipti.9 Cahiliye devrinde, ALLAH’ın ezelde her şeyi takdir ettiği ve O’nun hüküm ve takdirinin önüne geçilemeyeceği inancı da mevcuttu. Hasen el-Basrî’nin ifadesine göre, “Cahiliye devrindeki Araplar hitabelerinde ve şiirlerinde kaderden söz etmişlerdir. Şeriat [İslam] bu konuda onların inançlarını teyidin ötesinde yeni bir şey söylememiştir.”10
Cahiliye devrinde Arapların birçoğu -İbn Habîb’in ifadesine göre çoğunluğu- ölümden sonra diriliş, hesap ve cezaya inanırdı. Nitekim A’şâ, Ümeyye b. Ebi’s-Salt, Ahnes b. Şihâb et-Temîmî gibi şairlerin dizelerinde bu inancın sarih ifadeleri mevcuttur.11 Cahiliye devrinde melekût âlemine de inanılır, hatta mele-i a’lâ ve hamele-i arştan söz edilirdi. İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber, cahiliye şairi Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın hamele-i arşla ilgili bir şiirini duyunca bu şiirin muhtevasını tasdik etmiştir.12
Arap yarımadasına putperestlik ve şirk inancını sokan kişi olarak anılan Amr b. Luhay el-Huzâî’den önceki dönemlere dair haberler Kus b. Sâide, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Âmir b. Zarib, Ubeydullah b. Cahş gibi fazilet ve hikmet sahibi insanlarla ilgili nakiller İslamiyet’in zuhurundan önce birçok Arab’ın tevhid ve ahiret inancına sahip olduğunu söyler.13 Mesela Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, “İşler alt üst olmuşken [din hususunda temel ilkeler, inançlar büsbütün bozulmuşken] tek bir rabbe mi yoksa bin rabbe mi boyun eğeyim?! Lât’ı, Uzzâ’yı topyekûn terk ettim ben; basiret sahibi olan adam böyle yapar zaten.” demiştir.14 Hz Peygamber ise Ümeyye b. Ebi’s-Salt hakkında, “Şiiri iman etti ve fakat kalbi imana gelmedi” demiştir. Şah Veliyyullah’a göre bütün bu inançlar Hz. İsmail’in din ve şeriatından tevarüs edilmiştir. Bunun yanında cahiliye devri Arap toplumu Ehl-i Kitap’tan da bazı şeyler öğrenmiştir.15
Dinî ritüeller ve ibadetler konusuna gelince, cahiliye devrinde cünüplük sebebiyle gusül abdesti almak gerektiği bilinirdi. Abdest de bilinirdi. Dolayısıyla namaz, bilinen ve ifa edilen bir ibadet idi. Ebû Zer el-Ğıfârî Hz. Peygamber’e gelip İslam’a girmeden üç sene önce namaz kılardı. Kus b. Sâide de namaz kılanlar arasındaydı. Cahiliye devrinde zekât ve/veya sadaka da bilinirdi. Misafirler ve yolcular ağırlanır, zayıf ve düşkünlere yardımda bulunulur, fakir fukaraya sadaka verilir, sıla-ı rahim yapılır ve bu tür işleri yapanlar övgüyle anılırdı. Oruç ibadeti de bilinirdi. Kureyşliler İslamiyet’ten önce tazim ve kefaret için Aşure orucu tutarlardı. İtikâfa çekilmek de onların meçhulü değildi. Keza Araplar hac ve umreyle ilgili bütün menâsiki bilir, kurban keserlerdi; fakat bütün bu ibadetlere şirk bulaştırmışlardı.16
Kur’an’da namaz emrinin birçok ayette akîmu’s-salât şeklinde gelmesi ve bu ifade kalıbıyla namazı tevhid inancı temelinde dosdoğru şekilde kılmak (ikâme-i salât) gerektiğine dikkat çekilmesi, Bakara 2/196. ayetteki ve-etimmu’l-hacce ve’l-umrete lillah ifadesinde hac ve umre ibadetinin şirk unsurlarından arındırılıp sırf ALLAH’a adanarak yerine getirilmesinin istenmesi, kurban hususunda ALLAH’tan başka varlıkların adı anılarak (tehlil) kesilen hayvanların etini yemenin haram kılınması (Bakara 2/173; Mâide 5/3; En’am 6/145; Nahl 16/115) ve kurbanların kanlarını teberrüken Kâbe’nin duvarlarına sürmenin bir şirk ritüeli olduğuna atfen, “[Bilin ki] kestiğiniz kurbanların ne etleri ne kanları ALLAH’a ulaşır” (Hac 22/37) buyrulması hem bütün bu ibadetlerin cahiliye devrinde malum ve mevcut olduğunu hem de özünden ve asıl amacından saptırıldığını gösterir.
Zikri geçen ibadetlere ilaveten İslam öncesi dönemde cenaze namazı, cenazeyi kefenleme ve “rahmetullahi aleyk” (ALLAH’ın rahmeti üzerine olsun; -bugünkü tabirle- ALLAH rahmet etsin) duasıyla defnetme, üç talâkla boşama gibi ritüeller de vardı. Ayrıca, ceza hukukuyla ilgili olarak eşkıyalık (hirâbe) suçunu idamla, hırsızlık suçunu el kesmeyle cezalandırma örfü de mevcuttu.17 Bütün bunların yanında İslam öncesi Arap toplumunda üç talakla boşama (bâin talak)18 ve bu şekilde boşanmış kadının ancak bir başka erkekle evlilikten sonra önceki eşine dönebilme şartı (hülle), zıhar, îlâ, hu’l (muhâlea) ve Zülmesâcid el-Yeşkûrî diye anılan adamla ilgili rivayetteki bilgiye göre mirasta erkek çocuklara kızların payının iki misli pay verilmesi gibi uygulamalar da mevcuttu.19 Bu bilgilerin ardından bazı zihinlerde, “Naslarla sübut bulan ahkâmın hemen hepsi İslam öncesi dönemde mevcut olduğuna göre Kur’an ve Sünnet insanlığa yeni denebilecek hiçbir şey getirmemiş midir?” şeklinde bir istifham ve itirazın belirmesi kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir istifham ve itiraza cevap olarak, Kur’an ve Sünnet’in ibda ve icat mahiyetinde değil, çoğunlukla ıslah tarzında yenilik getirdiği söylenebilir. Bu noktada Kur’an’da “hanîf” diye ifade edilen20 ve “tevhid”e karşılık gelen sahih inanç temelinde Allah’a teslimiyetin ve aynı zamanda selim fıtratın ifadesi olan hak dine (İslam, ed-dîn, dîn-i kayyim, fıtratullah, sıbğatullah) uygun olan ne varsa hepsi Kur’an ve Sünnet tarafından onaylanmış, buna mukabil söz konusu uygunluk ölçütüne aykırı biçimde özünden saptırılmış inanç ve uygulamalarda tadil yoluna gidilmiş, gerek tevhide gerek maruf kavramında ifadesini bulan meşru örfe ters düşen inanç ve uygulamalar ise tümden ilga edilmiştir.21
Burada bir kez daha belirtmek gerekir ki Kur’an’ın İslâm öncesiyle ilgili atıflarını genelleştirerek anlayıp yorumlamak, -kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinden söz eden ayetlerin yorumunda olduğu gibi-, en azından tarihî vakıaya aykırılık gibi ciddi bir hataya yol açar. Bu husus, Kur’an ve Sünnet’teki ahkâmın hemen tamamıyla İslam öncesi dönemde mevcut olduğuna ilişkin bilgiler için de geçerlidir. Sonuçta tüm genellemeler risklidir ve çok kere yanlış hükümlere sebebiyet verir. Esasen cahiliye haniflik ve tevhid binasını zedeleyen unsurların peyda olduğu bir dönemdir; İslam ise bu binayı özgün ve aslî yapısına kavuşturmayı hedefleyen bir renovasyon dönemidir. Rûm 30/30-32. ayetler tam da bunu anlatır mahiyettedir:
[Ey Peygamber!] Şirkten uzak olarak bütün benliğinle dosdoğru inanca, Allah’ın insanı yaratırken özüne nakşettiği tevhid inancına bağlılığı sürdür. Allah’ın yarattığı saf yapıyı ve o yapıya özgü tevhid inancını kimsenin değiştirme hak ve yetkisi yoktur. [O hâlde, Allah’ın yarattığı saflığı bozmaya, O’ndan başkasına ilahlık/tanrılık yakıştırmaya kalkmayın]. İşte hak/dosdoğru din budur. Ne var ki insanların çoğu [Mekke halkının müşrik çoğunluğu] bu gerçeği bir türlü anlamaz. [Ey Müminler!] Siz de şirkten arınmış olarak tüm kalbinizle Allah’a yönelin. O’na eş ve ortak koşmaktan sakının; namazı hakkıyla kılın ve sakın [kendilerine emredilen] tevhid dinini bozup/terk edip farklı inanç ve anlayışları benimseyen o müşrikler gibi olmayın. Onlardan her bir grup kendi inancı ve görüşü ile övünüp durur; [oysaki hepsinin inancı büsbütün batıldır].
Bu ayetlerde geçen ed-dîn, hanîf, fıtrat, ed-dînü’l-kayyim kavramları tevhid ve İslam’a delalet etmekte, dolayısıyla müşriklerin ferrakû -Hamza ve Kisâî’nin kıraatine göre fârakû-22 dînehüm diye ifade edilen fiilleri hak dini (Tevhid/İslam) bozmaya yahut ondan uzaklaşmaya karşılık gelmektedir.23 Ayrıca, bu ayetler cahiliye devrinde şirkin aslî, tevhidin arızî olduğuna değil, bunun tersine işaret etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’e şiddetle muhalefet edenler, bazı kaynaklarda bir kısmı “Kureyş’in zındıkları”, diğer bir kısmı Hicr 15/90. ayete atfen “Muktesimûn” diye anılan ve Ebu Süfyan b. Harb, Übey b. Halef, Nadr b. Hâris, Âs b. Vâil, Velid b. Muğîre, Ukbe b. Ebî Muayt, Nübeyh b. Haccâc, Münebbih b. Haccâc, Ebû Cehil Amr b. Hişam, Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Ebû Kays b. Velîd, Kays b. el-Fâkih, Züheyr b. Ümeyye, Esved b. Abdülesed gibi isimlerden müteşekkil on beş yirmi kişilik bir gruptur.24 Mekke dönemine ait ayetlerdeki “el-insân” kelimesinin medlulleriyle ilgili rivayetler tarandığında da yine bu isimlerle karşılaşılır.25