Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

‘Kral, Savaşçı, Büyücü, Âşık’ (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ÇOCUK KRAL: MUKADDES ÇOCUK
Mukaddes çocuk arketipi, hepimizin içinde güçlü bir akım olarak bulunmaktadır. Hatta bu arketipe doğuştan sahib olduğumuz bile söylenebilir. Birçok değişik ad almakta ve değişik psikoloji okullarınca farklı şekillerde değerlendirilmektedir. Psikologlar, genellikle bu arketipi suçlu bulur ve sonuçta danışanlarını (psikoloğa gidenleri) ondan kurtarmaya çalışırlar. Oysa önemli olan, Mukaddes Çocuğun, olgunlaşmamış erkekliğin temel bir yapısı olarak bizlerde bulunduğunu görebilmektir.
Bu arketipi yaşatan çocuk, içinde derin bir enerjinin şuurdışından şuura doğru ilerlediğini hissetmektedir sanki. Farklılıklar kaybolmakta, tüm zıdlar "aşkın" dünya düzeni içinde biraraya getirilmektedir. Fakat bu yeni psikolojik hayat, nazik ve kırılgandır. Çünkü saldırıya uğrama ihtimali yüksektir ve korunması gerekir. Hem her zaman güçlü, kâinatın merkezi hem de aynı zamanda çaresiz ve zayıf.. Aslında bu, bebeklerin gerçekten yaşadığı bir durumdur.
İçimizdeki Mukaddes Çocuk, hayatın kaynağıdır ve büyülü, güç verici hususiyetlere sahibtir. Kalbimizi genç tutan, bizi yenileyen, budur.
Aksiyon adamı, sanatçı, idareci veya öğretmen olsun, liderlik kapasitesi olan herkes, içindeki ibdâcı, üretici ve neşeli çocukla bağ kurmak zorundadır. Böylece tüm potansiyelini açığa vurmuş ve kendisini, dâvâsını, verimliliğini geliştirmiş olacaktır. Bu arketiple aramızda kurulan bağlantı, bir kenara atılmışlık, sıkıntılı olma duygularından uzak kalmamızı sağlayacak ve etrafımızdaki insanî potansiyellerin bolluğunu görmemizi sağlayacaktır.
Mukaddes Çocuğa tam olarak ulaşabilmek için, onun varlığını kabul etmeli ama onunla aynîleşmemeliyiz.
Terapistlerin sık sık, danışanlarındaki devâsâ Benliği değersizleştirdiğini söyledik. Bu, danışanların Mukaddes Çocuktan hissî ve zihnî bir uzaklığa sahib olabilmeleri için yapılıyor ama bizler, en azından terapiye gelenler arasında, üreticilikleriyle aynîleşen çok fazla erkekle karşılaşmadık. Daha ziyâde onunla ilişkiye geçme ihtiyacındaydılar. Biz erkeklerdeki yüceliği yüreklendirmek istiyoruz. Hırsı kamçılamak istiyoruz. Kimsenin gri-normal olmayı gerçekten istediğine inanmıyoruz. Çoğunlukla normalin târifi, ortalama (vasat) olandır. Bize öyle geliyor ki, ortalama (mediocre) olanın yükselişinin karakterize ettiği normallik belâsına takılmış bir çağda yaşıyoruz. Sürekli olarak, danışanlardaki devâsâ Benliğin "ışıltı"larını değersizleştiren terapistler, asıl kendilerini kendi Mukaddes Çocuklarından ayırmaktalar. Danışanlarındaki güzellik ve canlılığı, üreticilik ve hayat doluluğu kıskanmaktalar.
Antik Romalılar, her insanın, "genius" (dehâ?) dedikleri doğuştan gelen bir koruyucu ruhla doğduğuna inanırlardı. Roma`da doğumgünü partileri, şahsı değil, o şahısla dünyaya gelen mukaddes varlığı yüceltmek için yapılırdı. Romalılar; insanın müziğinin, sanatının, siyasî dehâsının, cesur hareketlerinin kaynağının o insanın Ego`su olmadığını biliyorlardı. Bu kaynak, insan Benliğinin bir parçası olan Mukaddes Çocuktu.
Minik Tiran: Olgunlaşmamış "Mukaddes Çocuğun" ifrad kutbu... Kâinatın merkezi olduğunu hisseder. Onun için başkaları, daima güçlü olma ihtiyaç ve arzusunu giderdiği sürece vardır. Böyle bir çocuk, annesini onu beslemesi, öpmesi, ilgi göstermesi için çağırır ama, yemeği geldiğinde meselâ, ya geç geldiği ya sıcak ya soğuk ya tatlı ya tuzlu olduğu için onu beğenmez, yemeği döker, kaşığı fırlatır, çılgınca bağırıp çağırır. Kendini "haklı" buluyorsa, yemek veya yememek o kadar önemli değildir. Ve aç kalarak varlığına da zarar verebilir.
Minik Tiran, kâinatın merkezi olmadığını ve kâinatın onun her ihtiyacını, daha doğrusu ilâhlık iddialarını karşılamak için varolmadığını öğrenmek zorundadır. Kâinat onu besleyip büyütecektir ama ilâh olarak değil. Minik Tiran, olgunlaşmamış "Kral" vasıtasıyla, yetişkinlikte de hâkim olan bir arketipik tesir olarak varlığını sürdürebilir. Hepimiz, yıldızı parlamaya başlamışken kendi kuyusunu kazan ümid vaadeden lideri biliriz. Bu kişi, kendi başarısını sabote eder ve yere çalar. Allah, çok gururlu, talebkâr ve kibirli ölümlülerin daima ayağını kaydırmıştır.
Biz erkekler, yükselip daha çok otorite ve güç kazandıkça, kendimize zarar verme riskimiz de o kadar artar. Sadece "evet efendim"ciyi isteyen, ne olup bittiğini öğrenmek istemeyen patron, kurmaylarının nasihatlarını duymak istemeyen başkan, hepsi körükörüne düşüşlerini hazırlayan Minik Tiran`ın hükmü altındadır.
İçinde olduğu insana saldıran Minik Tiran, mükemmeliyetçidir; kendisinin yapamayacağı şeyleri ondan, içinde olduğu erkekten ister. Ve içindeki bebeğin taleblerini yerine getiremezse kendi kendine öfkelenir. Tiran, misafir olduğu bu erkeğe daha iyi ve daha fazla performans göstermesi için baskı yapar ve ne üretirse üretsin asla tatmin olmaz. Şanssız adam, içindeki iki yaşındaki bebeğin esiri olur; bahsettiğimiz anne gibi. O, daha fazla maddiyata sahib olmalıdır. Yanlış yapmamalıdır. Ve neticede, hasta düşer, ülser olur veya kalb krizi geçirir bu zavallı.
Ülkesinin veya şirketinin selâmeti veya felâketiyle ilgilenmek yerine, kendi devâsâlığıyla, içindeki talebkâr "ilâh" ile aynîleşen lider yahut patron, neticede kendi ülkesini, kendi şirketini batırır. Çünkü, bir taraftan da, parmağını kımıldatmak ve sorumluluk almaktansa, ona doğru akan herşeye sahib olmak istemekte, kendisine hayran olunmasını beklemektedir. Kendisini çok güçlü ve önemli biri gibi hayâl etmektedir.
Âciz Prens: Olgunlaşmamış "Mukaddes Çocuğun" tefrid kutbu... Âciz Prensin hâkimiyetindeki erkek çocuk (ve yetişkin erkeğin) şahsiyeti gelişmemiştir, yaşama sevinci yoktur ve çok az inisiyatif sahibidir. Bu çocuk nazlanarak büyümek ister, etrafındakileri sessizliği veya çaresizlikten şikâyet edip sızlanması ile kontrol altına alır.
Çocukların oyunlarına çok az katılır; çok az arkadaşı vardır; okulda başarılı değildir; çoğunlukla hastalık hastasıdır.
Ne var ki, kardeşlerine yönelttiği zehir gibi sözleri, yaralayıcı alayları, onların duygularını hünerlice yönlendirmesi, bu çaresizliğin bir çeşit ikiyüzlülük olduğunu açığa çıkarır. Anababasını, kendisinin hayatın zavallı bir kurbanı olduğuna ve başkalarının ona saldırdığına inandırmıştır.
Âciz Prens, Minin Tiran`ın karşı kutubtaki karşılığıdır. Tiran`ın sinir krizlerini çok ender sergilediği için onun tahtı daha zor farkedilir. Tüm iki kutublu bozukluklarda olduğu gibi, bir uçtaki Ego, bazen diğer uca sıçrar. Çocuk, tiranik patlamalardan bunalımlı bir pasifliğe veya görünür bir zayıflıktan öfkeli dışavurmalara geçecektir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ÇOCUK BÜYÜCÜ: ERKEN BÜYÜMÜŞ ÇOCUK
Bir çocuk öğrenmeye hevesli olduğunda, zihni hızlandığında, öğrendiklerini başkalarıyla paylaşmak istediğinde Erken Büyümüş Çocuk kendini gösterir. Gözlerinde, fikirler dünyasında serüvenlere çıktığını gösteren bir parıltı, vücudunda ve zihninde bir enerji vardır. Bu çocuk, herşeyin sebebini bilmek ister.
Çoğunlukla, kendi sorularını cevablayabilmek için erken yaşta okumayı öğrenir, genelde iyi bir öğrencidir ve sınıf tartışmalarının hevesli bir katılımcısıdır. Bu çocuk, çoğunlukla bir veya birçok alanda üstün nitelikler gösterir. İyi resim çizer, bir müzik âletini yetkin bir şekilde çalar. Sporda iyidir. Erken Büyümüş Çocuk, harika çocukların kaynağıdır.
O, merak duygumuzun ve serüvenci temâyüllerimizin temel kaynağıdır. Bilinmeyen, garib ve mistik şeylerin araştırmacısı ve öncüsü olmamızı sağlar. Etrafımızdaki ve içimizdeki dünyayı merak etmemize sebeb olur.
İçedönük ve düşünceli olmaya meyillidir ve hâdiseler arasındaki gizli bağlantıları görebilir. Akranından çok önce, çevresindeki insanlardan zihnî bir kopuşu gerçekleştirir. İçedönük olsa da, aynı zamanda dışadönüktür ve iç müşâhedelerini, üstünlüklerini başkalarıyla paylaşmak için hevesle onlara yönelir. Çoğu zaman, başkalarına bilgisiyle yardım etmek için güçlü bir istek duyar ve arkadaşları sık sık hem başlarını yaslayıp ağlayacakları hem de kendilerine derslerinde yardım edecek biri olarak ona gelir. Bir erkekteki Erken Büyümüş Çocuk, o erkeğin merak ve hevesini canlı tutar, zekâsını geliştirir ve onu olgun Büyücü`nün yoluna gönderir.
Çokbilmiş Numaracı: Olgunlaşmamış "Erken Büyümüş Çocuğun" ifrad kutbu... Olgunlaşmamış erkek arketiplerinin bütün gölge (ifrad-tefrid) formları gibi, Erken Büyümüş Çocuğun gölgesi de yetişkinlikte devam edebilir. Bu, "sözümona" yetişkin erkeklerin, duygu, düşünce ve davranışlarında yersiz bir bebeksilik göstermelerine yolaçar. Çokbilmiş Numaracı, adından da anlaşılacağı üzere, kendisinin veya başkalarının hayatında aldatmacalara başvuran olgunlaşmamış erkek enerjisidir. Görüntü imâlinde ve sonra bu görüntüleri bizlere "satmada" ustadır. İnsanları kendisine inandırmak için kandırır ve sonra ayaklarını kaydırır. Ona inanmamızı sağlar ve ardından bize ihanet eder. Sonra da acınası durumumuza güler. O daima bir keriz arar.
Çokbilmiş, başkalarını şaşırtmaktan zevk alır. Ağzına geleni söyler ve ne kadar zeki olduğunun anlaşılması için bunu yapar. Sadece entellektüel şovmenlikte değil, her konu ve faaliyette "çokbilmiş" olabilir. Genellikle, başkalarını ve -belki de kendini- önemlilik veya bilgi açısından hor görür.
Fakat müsbet bir yöne de sahibtir. Kendimizin veya başkalarının Ego`larının havasını söndürmekte üstüne yoktur. Ve çoğu zaman buna ihtiyacımız vardır. Nasıl ve ne zaman devâsâlığımızla şişindiğimizi ve aynîleştiğimizi bize bir ânda gösterebilir. Bizi yeniden insanî buuda indirmek ve tüm düşkünlüklerimizi göstermek için onun üzerine gider.
Minik Tiran gibi Numaracı da kendi başına birşey yapmak istemez. Birşeyi dürüstlükle kazanmak istemez. Psikoloji diliyle söylersek, pasif-agresiftir.
Bu, yüce erkeklerin çöküşünü arzulayan enerji biçimidir. Bir erkeğin önemini yitirmesinden zevk alır. Fakat, Numaracı, çöken erkeğin yerine geçmek istemez. O erkeğin sorumluluklarını üzerine almak istemez. Aslında hiçbir sorumluluğu istemez. Sadece başkalarına hayatı zehir etmek ister.
Böylesi bir çocuk (yahut çocuksu erkek), kendisinden nefret edecek ve onu yere serecek birini mutlaka bulur. Ve hemen güçlü olan bütün erkeklerin tâcizkâr ve kötü olduğuna inanır. Âciz Prens`in hükmettiği erkek gibi, o da sonsuza dek hayatın dışında kalmaya, kendi faaliyetlerinin ve kendisinin sorumluluğunu üstlenmemeye mahkûmdur.
Numaracı`nın enerjisi kıskançlıktan gelir. Bir erkek kendi gerçek istidad ve becerilerinden ne kadar habersizse, o kadar başkalarını kıskanacaktır. Ne kadar çok kıskanırsak, o kadar kendi fevkalâdeliğimizi, kendi Mukaddes Çocuğumuzu reddetmiş oluruz. Yapmamız gereken, şey, kendi orijinalitemize, güzelliğimize ve ibdâcılığımıza uzanmaktır. Kıskançlık, ibdâcılığı, orijinal eser koyuculuğu engeller.
Numaracı, Mukaddes Çocuk ile bağ kuramamış yahut onu kabullenmeyen çocuk veya erkeğin içindeki boşluğa hücum eden arketiptir. Anababalarımız veya kardeşlerimiz bize saldırıp aşağıladığında, hissî olarak horlandığımızda, Numaracı içimizde boy vermeye başlar. Böylece, hiçbir işimize yaramasa da, başkalarının orijinalitesini, duygularını söndürmeye çalışırız.
Çokbilmiş Numaracının kahramanları yoktur; çünkü kahramanı olanlar başkalarına hayranlık duyuyor demektir. Başkalarını, ancak kendimize değer veriyorsak ve kendi "ibdâcı-oldurucu" enerjilerimize güvenimiz varsa takdir ederiz.
Saf: Olgunlaşmamış "Erken Büyümüş Çocuğun" tefrid kutbu... O da aynen Âciz Prens gibi şahsiyetsizdir, kuvvetten ve ibdâcılıktan mahrumdur. Tepkisiz ve kalın kafalı görünür. Çoğunlukla "yavaş öğrenen" etiketini alır. Ayrıca mizah duygusu yoktur ve esprileri anlamaz. Fizikî olarak da zayıf görünümlüdür. Koordinasyonu zayıftır.
Yine de, Saf`ın beceriksizliği pek dürüst değildir. Gösterdiğinden çok daha fazlasına sahibtir. Aptalca davranışları, kendisini çok önemli biri olarak hisseden gizli bir devâsâlık duygusunu gizlemek için olabilir. Yani gizli bir çokbilmişlikle çok yakından kanbağı olan Saf, aynı zamanda bir Numaracıdır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ÇOCUK ÂŞIK: ÖDİPAL ÇOCUK
Ödipal Çocuğun güçlü arketipik bir tesirinin sözkonusu olduğu erkek çocuk, gelişmekte olan erkeklik tecrübesinde problemler yaşasa da, bu arketipin müsbet hususiyetlerine sahib olmayı başarır.
Tutkuludur ve merak duygusuna sahibtir. Kendi derinliklerine, başkalarına ve tüm varlıklara karşı derin bir bağlılığı vardır. Samimi, ilgili ve şefkatlidir. Hepimizin en temel ilişkisi olan Anne`ye bağlılığı vasıtasıyla mâneviyat diyebileceğimiz şeyin kaynaklarını da göstermektedir. Mistik bütünlük ve tüm varlıkların karşılıklı birliği duygusunu; sonsuz iyi, sonsuz güzel ve sonsuz şefkatli Annesine olan hasretine borçludur.
Bu Anne, onun yaşayan gerçek ölümlü annesi değildir. Gerçek annesi çoğu zaman onun bağlılık, yetkinlik yahut ebedî aşk ve şefkat ihtiyaçlarını karşılayamaz. Onun tüm güzelliklerden ve dünyadaki tüm varlıklarda bulunan Eros`tan öte hissettiği; iç dünyasında derin duygu ve imajlarla yaşattığı Anne, daha çok Yüce Annedir. Birçok halkın ve kültürün mitlerinde, efsânelerinde değişik biçimlerde ortaya çıkan Ana Tanrıça`dır.
Hayalci: Olgunlaşmamış "Ödipal Çocuk"un ifrad kutbu... İdeal "Anne"yi aktif olarak ister ama bu, çocuğun kendisini yalnız ve insan ilişkilerinden kopuk hissetmesine yolaçar. Hayalcinin direktiflerine uyan erkek çocuk için ilişkiler, kavranamaz şeylerden ve kendi hayal dünyasından ibarettir. Neticede, başka çocuklar oyun oynarken, o bir taşın üzerine oturup hayallerini hayal eder. Bunu çok az başarır ve küskün ve bunalımlı bir hâl takınır. Çoğunlukla hayalleri melankoliktir, ama diğer yandan Saf ve havaidir. Diğer "gölge-ogunlaşmamış" kutublar gibi, bu da pek dürüst değildir ve depresyonunun altında, ideal "Anne"ye sahib olma arzusunun devâsâlığı yatmaktadır.
Ana Kuzusu: Olgunlaşmamış "Ödipal Çocuk"un tefrid kutbu... Eğer baba yoksa yahut âciz bir babaysa, bu sözde Ödipal istek daha da güç kazanır ve Ödipal Çocuğun iki kutublu Gölgesinin bu sakatlayıcı yanı, çocuğu ele geçirir.
Ana Kuzusu, çekimine kapıldığı bu ideal anneye ulaşabilmek; güzel, çekici bir ilişki kurabilmek için sık sık bir kadından öbürüne koşar. Ölümlü bir kadınla asla tatmin olamaz, çünkü onun istediği ölümsüz Tanrıça`dır. Burada Don Juan sendromu sözkonusudur. Bir kadına bu yüzden bağlanamaz.
Ayrıca, Ana Kuzusu`nun etkisi altındaki erkek çocuk otoerotiktir. Aşırı mastürbasyon yapabilir. Kadın vücudunun mükemmele yakın biçimi içinde Tanrıçayı bulabilmek için pornografiye düşkün olabilir.
Pornografiye ve mastürbasyona aşırı tutsak olan Ana Kuzusu, bütün olgunlaşmamış enerjiler gibi, sorumluluktan kaçar. Ölümlü bir kadınla gerçek birlikteliğin gereklerini yapmak istemez, yakın bir ilişkinin karmaşık duygularıyla uğraşmak istemez. Hiçbir sorumluluk almak istemez.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ÇOCUK SAVAŞÇI: KAHRAMAN
Genellikle, hayata veya bir vazifeye kahramanca bir yaklaşımın en yüce şey olduğukabul edilir, oysa bu kısmen doğrudur. Aslında, Kahraman, Erkek Çocuk Psikolojisinin gelişkin bir biçimidir, erkek çocuğun erkeksi enerjilerinin doruk noktasıdır. Gelişimin "büluğ-ergenlik" çağını en iyi sembolize eden arketiptir. Ama yine de olgunlaşmamıştır ve yetişkinliğe hâkim arketip olarak taşınırsa, erkeklerin tam olgunluğunu engeller.
Eğer Kahramanı, Tribün Serserisi yahut Kabadayı olarak düşünürsek, bu menfî yönü daha belirgin olacaktır.
Tribün Kabadayısı: Olgunlaşmamış "Kahraman"ın ifrad kutbu... Kabadayının tesirindeki erkek çocuk veya erkek, başkalarını etkilemeyi hedefler. Stratejisi, üstünlüğünü sergilemek ve etrafındakilere hükmetme hakkını isbatlamak üzerine düzenlenmiştir.
Tüm merkezî mevkîleri doğuştan haketmiş gibi davranır. Eğer bu hususî mevkî iddialarına karşı konacak olursa, meydana gelecek öfke gösterilerini izlemeye hazır olun! Şişinmesinin "kokusunu alıp" sorgulayanlara çok sert sözlü ve çoğu zaman fizikî tâcizlerle saldıracaktır. Başkalarına yönelttiği bu saldırılar, onun gizli korkaklığının ve derin güvensizliğinin anlaşılmasını önlemek içindir.
Kahramanın bu menfî yönünün tesirinden kurtulamayan erkek, bir takım oyuncusu değildir; yapayalnızdır. O, ateşli bir idareci, satıcı, ihtilâlci, borsa uzmanıdır. Çarpışmada gereksiz risklere atılan askerdir ve eğer liderlik mevkiindeyse, kendi adamlarından da aynısını bekler. Arkadaşları arasında kendisine dönük umumî reaksiyonsa, dışlama ve bıkkınlıktır. O bir kahramandır, ama tam bir savaşçı değildir.
Bu Tribün Kabadayısı`nın esiri olan erkek, kendi önemini ve kabiliyetlerini fazlasıyla abartır. Bir idareci böyleleriyle karşılaşınca şöyle demelidir: "Siz gençler, iyisiniz. Fakat düşündüğünüz kadar iyi değilsiniz. Bir gün öyle olacaksınız. Ama şimdi o kadar iyi değilsiniz."
Sarsılmazlık duygusu, Tribün Kabadayısının ve tüm ilâh olmak isteyen olgunlaşmamış erkek enerji biçimlerinin bir dışavurumudur.
Diğer olgunlaşmamış erkek arketiplerinde olduğu gibi, Kahraman da "Anne"ye fazlaca bağlıdır. Fakat Kahraman, onun üstesinden gelme ihtiyacındadır. Kadınlarla ölümcül bir kavganın içine tıkılıp kalmıştır ve onları fethetmeye, erkekliğini isbatlamaya çalışır. Ortaçağ`ın kahramanlar ve prensesler ile ilgili efsânelerinde; kahraman, ejderhayı öldürüp prensesle evlendikten sonra ne olduğu pek anlatılmaz. Bunu öğrenemeyiz. Çünkü Kahraman, bir arketip olarak, Prenses`i kazandıktan sonra onunla ne yapacağını bilmez. Şartlar normale döndüğünde şaşırıp kalır.
Kahramanın çöküşü, sınırlarını bilmemesinden ve onları kabul edememesinden dolayı olur. Kendisinin "ölümlü" bir varlık olduğunu gerçekten farketmez. Ölümün, insan hayatının en önemli sınırının inkârı, onun hususiyetidir.
Batı Kültürünün kahramansı tabiatının temel çabası, hep söylendiği gibi, tabiatın "fethedilmesi", kullanılması ve değiştirilmesi gibi gözüküyor. Kirlilik ve ekolojik felâket, bu kibirli ve olgunluktan mahrum projenin apaçık cezası oluyor.
Kahraman; erkek çocuğun, büluğun sonunda "Anne"den kopabilmesi, hayatın ona dayattığı zor vazifelerin üstesinden gelebilmesi için hassas Ego yapılarını harekete geçirir. Daha bağımsız ve yetkin olmasını sağlamak, kendi kabiliyetlerini yaşayıp kabuğunun dışına çıkmasına önayak olmak ve dünyadaki zorlu ve hatta düşmansı güçlere karşı kendisini sınamasını sağlamak için, o olgunlaştıkça daha da saf ve rafine olacak erkeksi rezervlerini yardıma çağırır.
Kahraman; erkek çocuğa, şuurdışının (erkekler için çoğunlukla kadınsılık yani Anne olarak yaşatılan şuurdışının) dayanılmaz gücüne karşı bir fener kurma şansı verir. Kahramanın yardımıyla kendini ortaya koymaya ve başkalarından farklı biri olarak târif etmeye başlayan erkek çocuk, nihayet orijinal biri olarak, başkalarıyla ibdâcı, üretici, oldurucu ve tam bir ilişki kurabilir.
Kahraman; erkek çocuğu sınırlara ve sertliklere karşı itiverir. Yeterince cesaret gösterirse gerçekleşebilecek imkânsız hayalleri düşlemesi için ona cesaret verir, savaşma gücü verir.
Bir kere daha belirtelim ki, bizler, akrabaların, arkadaşların, otorite mevkiindeki insanların, hatta terapistlerin, erkeklerdeki Kahramanın ışıltısına saldırdığını iddia ediyoruz. Çağımız kahramanları istemiyor. Çağımız, tembelliğin ve kendine düşkünlüğün kural olduğu bir kıskançlık çağı. Parlamak, kalabalığın içinde ayakta kalmak için uğraşanlar, çelme takmayı vazife edinen arkadaşları tarafından alaşağı edilir.
Dünyamızda kahramansılığın yeniden doğuşuna ihtiyaç var. Dünyamızın neresinde olursa olsun, insan toplumlarının her kesimi, şuurdışı bir kaosun içine kayıyor gibi gözüküyor. Sadece kahramanca bir şuurluluk, tüm kudretini kullanarak ilgisizliğe giden bu kayışı durdurabilir. Sadece, kadın ve erkeklerdeki cesaretin kitle hâlinde yeniden doğuşu dünyayı kurtarabilir. Tüm güçlüklere rağmen Kahraman kılıcını çeker ve canavarın kalbine, ejderhanın ağzına, karabüyücünün elindeki şatoya saplar.
Kahramanın "ölümü", çocukluğun ve Çocuk psikolojisinin "ölümü"dür. Erkekliğin ve Erkek psikolojisinin doğumudur. Bir erkek çocuk (veya erkek) için Kahramanın "ölümü" aslında, bu kişinin en sonunda sınırlarıyla karşılaştığı anlamına gelir. Düşmanıyla tanışmıştır artık ve bu düşman kendisidir. Karanlık yönleriyle, kahraman "olmayan" yönüyle tanışmıştır. Ejderhayla savaşmış ve onunla birlikte yanmıştır; devrim için savaşmış ve kendi insaniyetsizliğinin tortularını içmiştir. Annenin üstesinden gelmiş ve sonra Prensese olan aşkının yetersizliğini farketmiştir. Kahraman`ın "ölümü", erkek çocuğun veya erkeğin "gerçek" tevazu ile tanıştığının işaretidir: Sınırlarını bilmek ve ihtiyaç duyduğu yardımı edinmek!..
Korkak: Olgunlaşmamış "Kahraman"ın tefrid kutbu... Fizikî karşılaşmalarda kendini ayakta tutabilmek için bile korkunç bir tutukluk yaşar. Kavga görünce hemen uzaklaşır, büyük ihtimalle, oradan uzaklaşmasının "daha erkekçe" olduğunu söyleyerek kendini rahatlatıyordur. Fakat bu bahanelerine rağmen kendini sefil hissedecektir. Ne yazık ki, kaçtığı sadece fizikî kavgalar değildir. Kendisine hissî ve entellektüel olarak kaba davranılmasına da izin verir. Bir başkası ona karşı talebkâr ve zorlayıcı davrandığında, Korkağın yönettiği çocuk -kendisini kahraman gibi hissetmeyerek- kendi içine çekilir. Başkalarının baskısına razı olur; bir paspas gibi çiğnendiğini ve istilâ edildiğini hisseder. Ancak bunu yeterince yaşadıktan sonra, içindeki Tribün Kabadayısı`nın devâsâlığı ayaklanır ve karşı tarafın tamamen hazırlıksız olduğu bir fizikî veya sözlü saldırıyla "düşman"ın üzerine atılır.

 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ERKEK PSİKOLOJİSİ
Bir insan için, bütün potansiyelini gerçekleştirmek fazlasıyla zordur. İçimizdeki bebekle yaptığımız mücadele, bu yetişkin potansiyeli gerçekleştirmeye karşı çok büyük bir "yerçekimi" tesiri doğurur. Ne yazık ki, bu çekime karşı yoğun bir çabayla savaşmak ve önce çocukluğun, sonra da erkekliğin piramitlerini kurmak zorundayız. Antik Mayalılar, kendi sitelerinin geçmişten gelen yapılarını çok az tahrib etmişlerdir. Onlar gibi biz de, çocukluğun piramitlerini yıkmak istemiyoruz, çünkü bunlar bizim kadîm geçmişimizin enerji kaynaklarına giden geçitler ve güç üreticileri olmuştur ve daima böyle olacaklardır.
Bizim belirlediğimiz kadarıyla, olgun erkeklik enerjilerinin dört temel biçimi Kral, Savaşçı, Büyücü ve Âşıktır. Hepsi birbiriyle çakışır ve ideal olarak birbirlerini zenginleştirir. İyi bir Kral, aynı zamanda bir Savaşçı, Büyücü ve Âşıktır. Aynı şey, diğer üçü için de geçerlidir.
Erkek çocuk enerjileri de birbiriyle çakışır ve birbirini besler. Mukaddes Çocuk tabiî bir şekilde Ödipal Çocuğun doğumuna yol açar. İkisi birlikte, bir erkekteki güzel, enerjik, ilgili, sıcak, şefkatli ve mânevî olan herşeyin çekirdeğini oluşturur. Erkek çocuğun Ego`su, Erken Büyümüş Çocuğun, kendini diğer enerjilerden ayırdetmesini sağlayan idrak açıklığına ihtiyaç duyar. Ve bu üçü Kahramanın oluşumunu sağlar. Kahraman onları "kadınsı" şuurdışının baskısından kurtararak erkek çocuğun ayrı bir kişi olarak "kimlik" kazanmasını sağlar. Çocuğu erkekliğe hazırlar.
Arketipler, sırrî yapılar yahut enerji akışlarıdır. Bir kağıdın altındaki mıknatısa benzetilebilirler. Demir parçaları kağıdın üstüne serpilirse, bunlar ânında manyetik gücün çizgileri boyunca sıralanırlar. Bu parçaların dizilişini görebiliriz ama alttaki mıknatısı göremeyiz. İşte arketipler de böyledir ki, kendilerini göremesek de, tesirlerini sanatta, şiirde, müzikte, dinde, ilmî buluşlarımızda, duygu, düşünce ve davranış biçimlerimizde görürüz. Arketip biçimlerini, bu dışavurmalar vasıtasıyla görürüz ama bu "enerjiler"in kendisini göremeyiz. Birbiriyle çakışmış ve içiçe geçmiş olsa da, açık seçik anlaşılabilmeleri gayesiyle birbirinden ayırdedilebilirler. Aktif muhayyile vasıtasıyla, bunları yeniden harmanlar ve böylece hayatlarımızdaki tesirleri arasında istediğimiz muvazeneyi gerçekleştirmiş oluruz.
Egolarımız, konsey başkanına benzer ve konsey âzâları da içimizdeki bu arketiplerdir. Herbiri dinlenilmek ihtiyacındadır. Herbiri kendi ayakları üstünde durmak ve kendi katkısını yapmak ister. Fakat o kişinin bütünlüğü, Ego`nun süpervizyonu altında gerçekleşir ve hayatlarımızdaki belirleyici kararı vermek ona düşer.
Psikolojide "sorumlu olmadığımız şeylerin de sorumluluğunu almalıyız" diye bir söz vardır. Bu demektir ki, erkekliğin olgunlaşmamış seviyelerinde tıkanıp kaldığımız, şahsiyetimizin geliştiği o ilk yıllara saplanmamız ve körelmemiz için bize yapılanlardan (hiçbir bebeğin sorumlu olmayışı gibi) sorumlu değiliz. Fakat bu, toplumu suçlayıp herşeyden kaçmamızın bahanesi olamaz. Şimdi kendi içimizde ve kendimiz için birşeyler yapmak zorundayız.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
KRAL
Kral enerjisi, tüm erkeklerdeki temel bir yapıdır. Mukaddes Çocuğun diğer üç olgunlaşmamış erkek enerjisine kaynaklık etmesi gibi, Kral da diğer üç olgun erkek potansiyeliyle aynı ilişkiye girer. Önem bakımından birinci sıradadır, diğer arketiplerin yetkin bir muvazenede kalmasını sağlar. İyi ve üretici bir Kral aynı zamanda iyi bir Savaşçı, müsbet bir Büyücü ve yüce bir Âşıktır. Ve çoğumuzda olduğu gibi, Kral en son ulaşılabilendir. Kral için, tecrübeli, çok yönlü, bilge bir Mukaddes Çocuk diyebiliriz. O da, Mukaddes Çocuk kadar kozmik olarak kendi düşüncelerine gömülmüştür ve bir anlamda benliksizdir. İyi Kral, "Hazreti Süleyman fazileti"ne sahibtir.
Kral, birçok bakımdan da "baba" enerjisidir ama ona temel teşkil etse de, daha yoğun ve daha temel önemdedir.
Krallar, tarihte her zaman takdis edilmiştir ama, "ölümlü erkek"ler olarak izâfî bir önemleri olmuştur. Önemli olan, krallık yahut Kral enerjisinin kendisidir. Bir kral ölünce, yerine geçecek kişi tahtı beklerken söylenen meşhur sözü herkes bilir: "Kral öldü, yaşasın kral!".
Sir James Frazer ve diğer âlimlerin müşâhede ettiği gibi, antik dünyanın kralları, Kral arketipini hayata geçirme kabiliyetlerini kaybedince "ritüel" olarak öldürülürler. Önemli olan, bu üretici enerjinin, yaşlanan ve gittikçe güçsüzleşen ölümlünün kaderine bağlanmamasıdır.
Kahraman, sınırlarını farkedip, içindeki enerjiyi "ölümlü" nefsiyle aynîleştirmekten vazgeçtiğinde, artık içindeki gücün asıl kaynağıyla, Kral enerjisiyle sağlıklı bir irtibata geçmeye başlamış demektir.
Bütünlüklü Kralın İki Fonksiyonu: Birincisi "düzen-nizam", ikincisi "doğurganlık ve lütuf"tur.
Kral "merkezî arketip"tir. Mukaddes Çocuk gibi, Kral da dünyanın merkezidir. Ve tüm kâinat, bu merkezî yerden krallığın en uzak noktalarına doğru geometrik biçimde yayılır. "Dünya", Kral tarafından düzenlenen, organize edilen gerçekliğin bir bölümünün adıdır. Onun tesirinin dışında kalan herşey, kâinat dışıdır, kaostur, şeytanîdir ve dünya dışıdır.
Ve eski Mısır mitolojisine göre, dünya, fazilet ve nizam ilâhı Ptah`ın (Baba ilâhın) mukaddes bir "sözü" ile varlık kazanmıştır. İncil`de, Yehova da aynı şekilde yaratır. Kelimeler, aslında bizim gerçekliğimizi, dünyalarımızı târif eder, belirler. Hayatlarımızı ve dünyalarımızı, kavramlarla, onlar hakkındaki düşüncelerimizle bir düzene koyarız ve ancak kelimeler vasıtasıyla düşünebiliriz.
Kral enerjisinin bu fonksiyonu, ölümlü bir kral vasıtasıyla, Mukaddes Dünya`nın düzenleyici ilkesi ile krallık halkını biraraya getirmektir. İnsan kral, bunu "yasalar-kanunlar" koyarak yapar. Yasaları yapar daha doğrusu, Kral enerjisinden aldığı yasaları halkına aktarır.
Ölümlü Kral`ın vazifesi sadece bu "âlemşümûl-küllî" gerçek nizamı halkı için alıp uygulaması ve içtimaî bir biçime sokması değil, bundan daha da önemlisi, onu kendi şahsiyetinde canlandırması ve kendi hayatında yaşayabilmesidir. İlk sorumluluğu olarak bunu yaparsa, Kral`ın ülkesi zenginleşecek, Doğru Düzen işleyecektir. Yoksa, hiçbir şey düzgün işlemeyecek ve isyan başlayacaktır. Kral ancak kendisi uyduktan sonra, başkalarını bu yasalara uymaya zorlayabilir. Şuurdışının zamansız ve derin mânevî dünyasının, bildik dünyadaki düzenleyicisi, dünyevî taşıyıcısı ve "hizmetkâr"ıdır Kral.
Çağımızın fonksiyonsuz ailelerinde, baba yoksa yahut zayıf bir baba varsa, yani Kral enerjisi yeterince mevcud değilse, ailenin sıklıkla düzensizlik ve kaos içine yuvarlandığı görülmektedir.
Kral`ın ikinci fonksiyonu, doğurganlık ve lütuftur. Ülke-Krallık, kadınsı enerjilerin temsilcisidir. Aslında Kral, sembolik olarak, ülkesiyle evlidir. Mukaddes olan ve ölümlü olan arasındaki "arabulucu"dur.
Ve iyi Kral, daima bir insan neyi hakediyorsa onu söyler ve aksettirir. Hakedeni lütuflandırır, teşvik eder ve onlara sorumluluk verir.
Bugünün genç erkekleri, yaşlı erkeklerden, Kral enerjisinden lütuf beklemekte, bunun yokluğunu çekmektedir. İşte bu yüzden "toparlanamamaktadırlar". Yapamazlar da. Çünkü takdis edilmek, lütufta bulunulmak, Kral tarafından görülmek ihtiyacındadırlar. Çünkü o zaman içlerinde birşeyler birleşecek, bütünleşecektir. Lütufun tesiridir bu; iyileştirir ve bütünleştirir. Farkedildiğimizde, bize değer verildiğinde, istidad ve hünerlerimiz için mükâfatlandırıldığımızda, tam da bu bütünleşme olmaktadır.
Bütünlüklü Kral arketipi, nizam, akılcı ve mantıklı olma, erkek ruhuna küllîlik ve bütünleşme sağlama gibi niteliklere sahibtir. Kaotik duygulanmaları ve kontrol dışı davranışları dengeler, muvazenelendirir. Toparlanma sağlar. Soğukkanlılık getirir. "Doğurganlığı" ve toparlayıcılığı sayesinde hayatîliğe, hayat gücüne ve neşeye vasıtalık eder. Süreklilik ve muvazene sağlar. İç düzen duygumuzu, varolma ve gaye sahibi olmanın bütünlüğünü, kim olduğumuzu bilmenin verdiği soğukkanlılık duygusunu, dokunulmazlığımızı ve erkeksi kimliğimizdeki kesinliği korur. Dünyaya tarafsız, fakat saygılı bir gözle bakar. Başkalarını tüm zayıflıkları ve değerlilikleri ile görür. Onlara haysiyetlerini iade eder ve yüreklendirir. Onlara rehberlik eder ve bütünlüklü varoluşları için yardım eder. Kıskanç değildir, çünkü Kral olarak kendi değerliliği içinde güvendedir. Kendimizdeki ve başkalarındaki ibdâcılığı, üreticiliği mükâfatlandırır ve yüreklendirir.
Kral, nizamı tehdid altına girdiğinde Savaşçı ile işbirliği içine girer ve gerektiğinde saldırgan gücü de temsil eder. Derûnî bir otorite gücüne sahibtir. Büyücü yönünün farkındadır ve bu derin bilgiyle hareket eder. Âşık yönü ile bize ve başkalarına sevinç verir. Bu sevinci, kendine has mükâfat sözleri ve hayatımıza güç katan müşahhas faaliyetler vasıtasıyla gösterir.
O, kaos ve kavga vasatında, soğukkanlılığın ve sakinliğin sesidir, yüreklendirici bir sözdür. Bu enerji, ailedeki, işteki, toplumdaki, dünyadaki karmaşayı kesiveren itinayla ve dikkatle alınmış bir karardır. Sadece bütün insanlar için değil, bütün çevre ve tabiat dünyası için düzenli bir büyüme, beslenme, barış ve muvazene ister.
"Herkes için" insan haklarını otoriteyle, açıkça ve sakin bir şekilde savunan; cezayı azaltıp mükâfatı çoğaltan bu enerjidir. Her insanın içindeki "Merkez"den gelen sestir.
Tiran ve Âciz (Gölge Kral):Kral enerjisini bütünlüklü olarak çok az yaşattığımızı itiraf etmeliyiz. Onu parça parça hissetmiş olabiliriz. Fakat hakikat şu ki, bu müsbet enerji, çoğu erkeğin hayatında felâket derecesinde eksiktir. Daha çok yaşadığımız şey, Gölge Kral`dır.
Bütün arketiplerde olduğu gibi, Kral da aktif-pasif kutubları olan bir gölge yapısına sahibtir. Aktif kutbuna Tiran, pasif kutbuna da Âciz diyoruz.
Tiran Kral, merkezde değildir ve kendini sâkin ve üretici hissedemez. İbdâcı, oldurucu değildir; sadece yıkıcıdır.
Kral enerjisiyle nefsini aynîleştiren, nefsî bir hâkimiyeti mükteseb, "hikmeti kendinden menkûl" olarak şahsına yakıştıran ve kral tahtında oturan bu kişiler, aslında kral olmadıklarını farkedemeyen insan Tiran`lardır.
Tiran başkalarını sömürür ve tâciz eder. Birşeyin kendi çıkarına uygun olduğunu düşündüğü zaman katı yürekli, acımasız ve duygusuzdur. Başkalarını aşağılaması sınır tanımaz. Güzellikten, masumiyetten, güçlülükten, kabiliyetlerden, tüm hayat enerjilerinden nefret eder. Nefret eder, çünkü iç yapıdan mahrumdur. Kendi gizli zayıflıklarından, güçsüzlüğünden korkar, hatta dehşete kapılır.
Kendimizi, sınırlarımız zorlanmış, bitkin veya aşırı gururlu hissettiğimiz zamanlar Tiran Kral, hepimizde ortaya çıkar. Fakat çoğunlukla onu belirli kişilik düzenlemelerinde, özellikle de narsisistik kişilik bozukluğu denen biçimde görebiliriz. Bu insanlar kendilerini gerçekten kâinatın merkezi gibi hissederler (oysa kendileri toparlanmış, bütünlüklü değildirler) ve başkalarının onların hizmetinde olduğunu sanırlar.
Başkalarına ayna vazifesi göreceklerine, doyumsuz bir şekilde onların kendileri için ayna olmasını isterler. Başkalarını "görmek" yerine, onlar tarafından "görülmek" isterler.
Sadece kendi statülerini yükseltmek için vardırlar ve tek düşündükleri, başkalarının zararına da olsa kendi iyilikleridir. Meselâ, bir görüşme boyunca, size kendisi, kendi başarıları, kendi gücü, kendi ücreti, kendi şirketinin faziletleri üzerine konuşur ve sizinle ilgili tek bir soru sormaz.
İşte kendi otoriteleri altındaki toprakların "hizmetkâr"ı olmak yerine, kariyerlerini yükseltmeye çalışan idareciler...
Tiranın hükmettiği erkek, tenkide karşı çok hassastır. Korkutucu bir maskesi olsa da, en hafif bir uyarıda kendini zayıf ve çökmüş hisseder. Ama bunu size göstermez. Ne aradığınızı bilmiyorsanız, göreceğiniz, şiddetli öfke olacaktır. Bu öfkenin altında ise bir değersizlik, incinirlik ve zayıflık duygusu yatmaktadır. Çünkü Tiran`ın iç dünyasında Kral`ın iki kutublu gölge sisteminin diğer kutbu, Âciz vardır. Tiran, eğer Kral enerjisiyle aynîleşemezse, kendisini değersiz hisseder.
Âciz`in hükmettiği erkek, bütünlük, sâkinlik ve kendine güven duygusundan mahrumdur, hatta bunlar onu paranoyaya sürükler. "Paranoid olman, başkalarının seni ele geçirmeyeceği anlamına gelmez" sözünü duyduğumuzda güleriz. Ele geçiremeyebilirler. Ama, savunmacı ve düşmansı "Onlar seni ele geçirmeden sen onları ele geçir" paranoyası, bir insanın kendi sâkinlik ve düzenliliği duygularını yaralar. O kişinin ve başkalarının karakterini tahrib eder ve misillemeyi davet etmiş olur. Karşılıklı paranoya başlar karakteri sağlam, Kral enerjisiyle bağı güçlü olmayanlarda.
Fazla sevilen ve Ego`su Mukaddes Çocuğun dışında bir arketiple biçimlendirilmesine imkân tanınmayan bebek de Minik Tiran`dan sonra, yetişkinlikte Tiran`a dönüşebilir; tahtından hiç inmek ve ölümlü olduğunu farketmek istemeyebilir.
"İktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır"...
Kral`a Ulaşma: Sözde insan "krallar"ın, Kral enerjisine ulaşabilmeleri için yapılması gereken ilk şey, Ego`larımıza o enerjiden ayrı bir kimlik kazandırabilmektir. Bu mesafeyi, bu "aynîleşmeme" uzaklığını belli bir derecede, diğer (aktif-pasif) gölge kutublara dönük olarak da ayarlayabilmek gerekir. "Ne zannedebileceğin kadar iyi, ne de zannedebileceğin kadar kötüsün; içindeki enerjiye ya yakınsın yahut uzak, ama sen o enerjinin kendisi değilsin, pay alıcısı ve hizmetçisisin"
Aşırı gurur ve devâsâlığın zıddı olan, yetişkin hayatındaki "gerçekçi asâlet", sözkonusu enerjiyle ve diğer olgun erkeklik enerjileriyle sağlıklı bir ilişki kurmayı kapsar.
Bu sağlıklı ilişki, bir "gezegen"le, yörüngesinde olduğu "yıldız-güneş sistemi" arasındaki ilişki gibidir. "Gezegen", yıldız sisteminin merkezi değildir; merkez olan, "yıldız-güneş"tir. "Gezegen"in işi, kendi hayatının idâmesi ve iyiliği için, onun "hayat kaynağı" olduğu kadar "ölüm sebebi" de olabilecek bu "güneş-yıldız"la uygun bir yörünge mesâfesini, uzaklığını korumasıdır.
"Gezegen", hayatını "güneş-yıldız"a borçludur, yani "güneş-yıldız", o "gezegen" için "insanötesi" bir "tapınma" nesnesidir.
Veya başka bir imaj ile anlatırsak, olgun erkeğin Ego`su -bulunduğu statü veya elindeki güç ne olursa olsun-, kendini, "insanötesi bir İrade"nin, "Yaratıcı"nın "hizmetkâr"ı olarak görür. Kendisini Kral enerjisinin hizmetkârı olarak düşünmesinin sebebi, kendi çıkarı değil, neresi olursa olsun bağlı olduğu "krallığın yararı"dır.
"Nefsini-Ego`sunu" Kral enerjisiyle aynîleştirme durumunda, netice Ego`nun bebeksi gelişim seviyelerine saplanarak aşırı gururlu olmasıdır. Aşırı bir "kopma-kimliksizleşme" durumunda ise, Ego kendini arketipe ulaşmaktan mahrum biri gibi hisseder.
Ego, Kral enerjisiyle aynîleştiğinde, Gölge Kral "Tiran" ortaya çıkar ve hiçbir "insanötesi" bağlılığı, bağlantısı yoktur. Onun tek önem verdiği şey, "nefsi-kendisi"dir. Bir erkeğin Ego`su, kendine uygun yörüngeyi kendi kendine sağlayamayacağı için, tıpkı çifte yıldız sistemlerinde olduğu gibi, arketipin güneşine çakılır veya güneşe doğru sürüklenip, alev almış gaz kütlelerinin içinde boğulur. Ruhî muvazene bozulur. "Gezegen", yıldız gibi davranır. Sistemin gerçek merkezi yitip gider. Biz buna "ele geçirme sendromu" diyoruz. Ego, Kral`ın yerini ve gücünü ele geçirir.
Kral enerjisine ulaşmada bir diğer önemli problem, hayat kaynağı Kral`ın izini kaybettiğimizi içimizde hissettiğimizde ortaya çıkar. Bu durumda "bağımlı kişilik bozukluğu" denen kategoriye girebiliriz:
İçimizde yaşatamadığımız Kral enerjisini, dışımızdaki bir insana yansıtırız (Ama "insan olma" sorumluluğundan istifa etmişçesine, kendi içimizdeki "sonsuz"u ihmâl ederiz). Yansıttığımız Kral enerjisini taşıyan bu insanın varlığı ve sevgi dolu itinâsı olmadığı zamanlar, kendimizi güçsüz, hareket etmekten bile âciz, sâkin ve muvazeneli olmayan biri olarak hissederiz. İçindeki Kral enerjisini başkasına, bir lidere, bir büyüğe, erkek veya kadına aktaran, havâle eden bu (aslında "sorumsuz") insanlar, "kendinden habersiz" oldukları kadar, ya despotça güdülürler yahut bu enerjiyi yansıttıkları insanın başına birşey geldiğinde, öldüğünde, her insan gibi herhangi bir insanî zaaf gösterdiğinde, neredeyse tamamen yıkılır, hiçleşir, esir edilebilirler.
Başkasını veya liderini, "kendindeki" Kral enerjisinin "aynası" olarak görmek ve "kendi içindeki sonsuz"a yol almak yerine, Kral enerjsinin zâhirî temsilcisine tüm hayat ve idrak güçlerini devreden "sorumsuz"ların düştükleri bu duruma, "vazgeçme sendromu" denir.
"Vazgeçme sendromu"nun korkunç neticelerine bir misâl, İspanyol kumandan Cortés`in Meksika`yı fethi sırasında yaşanmıştır. İspanyollar sayıca az ve yenilmeleri mukadderken, Cortés sayıca kalabalık Meksika ordusunun içine dalıp Meksikalıların "kumandan"ına ulaştı ve bir hamlede onu öldürdü. Ve akılalmaz bir hadise meydana geldi. Ansızın, İspanyolların şaşkın bakışları arasında, Meksikalılar paniğe kapılıp kaçışmaya başladı ve bunların çoğu yakalanıp öldürüldü. Çarpışmanın akışını eşi görülmedik şekilde değiştiren şey, Meksikalı savaşçıların "kumandan"larının öldürülüşünü görmeleriydi. Bu adama Kral enerjisinin gücünü atfetmişlerdi ve öldürüldüğünde arketipik enerjinin onları terkettiğine inanmışlardı. İçlerindeki güçten mahrum olma duygusu, liderlerinin ölümüyle su yüzüne çıktı ve bu onları kaosa ve güçsüzlüğe sürükledi. Eğer Meksikalı savaşçılar, Kral enerjisinin kendi içlerinde olduğunu farkedebilselerdi, Meksika asla fethedilemezdi. (Şimdilerde de, düşman bir ülkenin veya organizasyonun çökertilmesi için benzer taktikler ve "nokta" saldırılar tercih edilmekte, böylece liderin temsil ettiği ideale "sorumsuz" ve sorumluluğunu, enerjisini ona devretmiş kalabalığın iç kaosa ve hiçlik duygusuna düşmeleri hedeflenmektedir.)
Şayet, içimizdeki Kral`ımızın hizmetkârı olarak Kral enerjsine "doğru" bir şekilde ulaşabilmişsek, zahirî çalkantılar ne olursa olsun, bütünlüklü (iyi ve haksever) Kral`ın niteliklerini kendi hayatlarımızda da görebiliriz. Sınır tanımaz Savaşçı`mız, içimizdeki Kral`ın önünde diz çöker. Kaygı seviyemizin düştüğünü hissederiz. Toparlanmış, sâkin ve içimizden gelen bir otoriteyle konuştuğumuzu hissederiz. Kendimize ve başkalarına karşı lütufkâr ve dürüst olma, başkalarıyla derinden ve dürüstçe ilgilenme kapasitemiz olur. Başkalarını "tanıyabilir"; onları gerçekten oldukları gibi, bütünlükleri içinde idrak ederiz.
Daha âdil, sâkin ve ibdâcı bir dünya kurulmasına katkıda bulunan biri olarak hissederiz kendimizi. Sadece ailemize, arkadaşlarımıza, şirketimize, dinimize karşı değil, dünyaya karşı da "insanötesi" bir adanmışlığımız olur. Orijinal bir mânevî güce sahib olup, tüm insan hayatının temeli olarak duran Allah`ın asıl emrinin doğruluğunu anlarız.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
SAVAŞÇI
İnsanların, genelde, erkeksi enerjinin Savaşçı biçiminden, bazı haklı gerekçelerle rahatsız olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Kadınlar ondan bilhassa rahatsız oluyor, çünkü, çoğunlukla Savaşçı`nın "gölge-olgunlaşmamış", meselâ sadistik biçiminin ilk kurbanı onlar. Yüzyılımızdaki savaş hâli, saldırgan enerjinin kendisine bile derin bir kuşku ve korkuyla bakıldığı inanılmaz ve yaygın buudlara ulaştı. Batı`da "yumuşak erkek" çağına geçildi ve radikal feministler Savaşçı enerjiye karşı düşmanca ve şiddetlice seslerini yükseltmeye başladı.
İlginçtir ki, erkeksi saldırganlığın kökünü kazımaya çalışanlar, bu kesinlikleriyle, kendileri bu arketipin gücüne kapılmış oluyor. Tüm arketipler gibi o da, kendisine karşı şuurlu tavırlarımıza rağmen yaşamayı sürdürür ve bir süre bastırılmış görünse de, farklı kılıklarda yine su yüzüne çıkar. Eğer o insiyakî bir arketipse, hiç kaybolmayacaktır ve onunla yüzleşmemiz kaçınılmazdır.
Savaşçı, erkek psikolojisinin temel bir yapı taşıdır ve neredeyse kesin olarak genlerimizde bulunmaktadır. Tarihte neler başardığı, savaşlar yahut devrimlerle ne köklü ve harika medeniyetler doğurttuğu tartışma götürmez. (Savaştan kaçmak, bir yerde medeniyetten, hayat hamlesinden kaçmak ve yokoluşa yol almak gibidir.)
Bütünlüklü Savaşçı: Saldırganlığın, Savaşçı`nın hususiyetlerinden biri olduğunu belirtmiştik. Saldırganlık, hayatın canlanması, enerji kazanması ve motive olması için atılan bir adımdır. Hayatî problemler ve vazifelerle ilgili savunmacı yahut "sabit" bir mevkîden çıkıp atağa geçmemizi sağlar. Samurayın nasihatı, kavgaya "ki"nin, yani "hayat enerjisi"nin emrinizdeki potansiyeliyle atılmak olmuştur. Japon savaşçı geleneği, hayat kavgasıyla karşılaşabileceğimiz tek bir mevkî olduğunu söyler: Yüzyüze! Ve sadece bir yönü olduğunu ekler: İleri!.. "Yüzyüze!" ve "İleri", bazen "sürekli taktik değiştirmek" demektir. Güçlüyken güçsüz, güçsüzken güçlü görünmek; bazen cebheden bazen zayıf kanatlardan saldırmak gibi...
General Patton, emrindekilere şöyle seslenir: "Bulunduğumuz yeri savunuyoruz diyen hiçbir mesaj istemiyorum... Sürekli ilerliyoruz... Hiçbir yere tutunup kalmak istemiyoruz, düşman dışında! Onları burunlarından tutacağız ve kıçlarına bir tekme atacağız! Onları cehenneme göndereceğiz ve paramparça edeceğiz!"
Doğru yer ve zamanlarda, hedeflenen gayeler için, stratejik olarak avantajlı olan durumlarda uygun bir saldırganlık, savaşın yarısını kazanmak demektir.
Savaşçı`ya ulaşmış bir erkek, saldırganlığın uygun olup olmadığını nereden bilecek? Bunu düşüncelerinin netliği ve kavrayış gücü vasıtasıyla bilir. Savaşçı daima dikkatli ve uyanıktır. Vücudu ve zihnini nasıl yoğunlaştıracağını bilir. Samurayların dediği gibi, "düşünceli"dir. Strateji ve taktik uzmanıdır ve neyin nerede gerektiğini bilerek, mevkiini ona göre ayarlar.
Gerilla savaşı, bunun iyi bir örneğidir. Gerilla ne zaman bildik ne zaman sıradışı vasıta veya silahlara başvuracağını bilir, cebheden saldırının işe yaramayacağını düşünürse karşılık vermez, yan kanadı zayıf bırakır ama sonra çarpışmanın içine atılır. Amerikan Devrimci Savaşında başkaldıran koloniler, Çin ve sonrasında Vietnam`da Komünistler, yakın zamanda Afgan Savaşı`nda Müslümanlar bu teknikleri çok başarılı uyguladılar.
İşte Savaşçı ve Kahraman arasındaki fark da budur. Kahraman`ın yönettiği bir erkek veya çocuk, daha önce de dediğimiz gibi, sınırlarını farketmez; incinmezliği mevzuunda oldukça romantiktir. Oysa Savaşçı, düşünüşündeki açıklık sayesinde kapasite ve sınırlarını her durumda gerçekçi olarak değerlendirir.
Tüm Savaşçı gelenekleri, bir Savaşçı`nın bu düşünce açıklığına ulaşmak için, eğitimin yanısıra, kendi muhtemel ölümünün farkında olarak yaşaması gerektiğini kabul eder. Savaşçı, hayatın kısalığını ve kırılganlığını bilir. Savaşçı`nın rehberliğindeki bir erkek günlerinin sayılı olduğunu bilir. Bu farkındalık, onu bunalıma sürüklemekten çok, bir hayat gücü seline ve başkalarının bilmediği yoğun bir hayat tecrübesine yöneltir. Her faaliyetin bir anlamı vardır. Her hareket sanki sonuncuymuş gibi yapılır. Samuray savaşçılarına, sanki ölüymüş gibi yaşamaları öğretilirdi. Kızılderili "bilgesi-büyücüsü" Don Juan, eğer "ebedî yoldaşımız" olarak ölümle yaşarsak, ancak o hâlde anlamlı faaliyetler için zamanımız olacağını, başka birşeye "vakit bulamayacağımızı" söyler.
Tereddüd edecek zaman yoktur. Ölümün yakınlığı duygusu, Savaşçı enerjisini kullanan erkeği kararlı davranmaya yöneltir. Yani hayata bağlanır. Asla hayattan geri çekilmez. "Çok fazla düşünmez". Çünkü çok fazla düşünmek, kuşkuya; kuşku, tereddüde ve tereddüd de eylemsizliğe, faaliyetsizliğe yol açar. Eylemsizlik, faaliyetsizlik, kavgayı yitirmeye sebeb olabilir. Savaşçı bir erkek, bu benlik-şuuru (kendisinin ve yaptıklarının sürekli farkında olma) diye târif ettiğimiz şeyden kaçınır. Eylemleri onun ikinci tabiatı olur. Şuurdışı refleks hareketlerine dönüşür. Fakat bunlar büyük bir öz-disiplin çalışması ile kazandığı meleke ve eylemlerdir.
Her tür hayatî durumda kararlı davranmak için, saldırganlık, zihnî açıklık ve ölümün farkında olmanın yanında, eğitim de önemlidir. Savaşçı enerjisi hem iç ve dış, hem psikolojik ve fizikî anlamda kontrol sahibi olmakla ve beceri, güç ve netlikle ilgilidir. Savaşçı enerji, erkeklerin duygu, düşünce, davranış, konuşma ve eylemlerinde "yapabilecekleri"nin en iyisini yapma eğitimiyle ilgilidir.
Kahraman`ın eylemlerinin tersine, Savaşçı`nın eylemleri asla aşırıya kaçmaz; drama olsun diye dramatik olmaz; hayal ettiği kadar güçlü olduğunu isbatlamaya çalışmaz. Savaşçı asla harcaması gereken enerjiden fazlasını harcamaz. Ve çok fazla konuşmaz.
Eğitimli öz-kontrolün bir örneğidir. Çok az şey söyleyip, yırtıcı bir hayvanın fizikî kontrolüyle hareket eder, sadece düşmana saldırır ve yaptığı işin tekniği üzerinde yetkin bir hâkimiyeti vardır. Bu, Savaşçı`nın, beceriye verdiği önemin bir başka yönüdür, teknik hâkimiyeti ve ustalığı, gayesine ulaşmasını sağlar. Becerisini, kararlarını hayata geçirmek için kullandığı "silahlar"la geliştirmiştir.
Zihni ve tavırları üzerinde kontrol sahibidir; eğer bunlar doğruysa, vücudu da onları izler. Bu kişi, fethedilemez bir ruha, büyük bir cesarete sahibtir, korkusuzdur; eylemlerinin sorumluluğunu alır ve öz-disiplin sahibidir. Disiplin, onun aklı ve vücudu üzerinde ustaca hâkimiyet geliştirecek kadar katılığa, psikolojik veya fizikî acılara dayanma kapasitesine sahib olduğu anlamına gelir. "Acı yoksa, kazanç da yok!" deriz ya. Savaşçı, hayatının her sahasında böyledir ve hepimiz içimizdeki Savaşçı`yı muhtelif gayeler ve durumlarda böyle yaşatırız. Ailede, işte, okulda, toplumda vb. akıl ve vücud disiplini...
Savaşçı enerjisi, "insanötesi bağlılık" dediğimiz şeye de sahibtir. Onun sadakati Kral gibi önemli biri üzerinde yoğunlaşmış olsa da, bu sadakat, kişilerden daha büyük mercîlere, Allah`a, devlete, halka, vazifeye ve benzeri bir sebebe yönelmiştir. Eğerverdiği savaş Ego`sunun tatminine veya "insanötesi" olmaktan uzak bir dünyevî faydaya, çıkara, şöhret ve kariyere, kadına vs. adanmışsa, artık Savaşçı kimliğini yitirmiş demektir.
Bu "insanötesi bağlılık", Savaşçı enerjisinin birçok başka hususiyetini açığa çıkarır. Öncelikle bütün şahsî ilişkilerini "izâfî" hâle getirir, yani onları "insanötesi" bağlılığından daha önemsiz hâle getirir. Bu "merkezî bağlılık", tâlî derecedeki önemsiz şeyleri dışlar. Din, demokrasi, komünizm, hürriyet gibi idealler veya başka değerli şahsî bağlılıkların ışığında yaşayan erkek, dağınık ve önemsiz ilgi ve uğraşlarını bir noktaya yoğunlaştırır ve şahsî Ego, artık bunlarla uğraşmaz.
Savaşçı`nın sadakati ve vazife duygusu, kendisinin ve ilgilerinin ötesinde birşeydir. Kahraman`ın sadakati ise, gördüğümüz gibi, gerçekten kendisine, kendisini ve başkalarını "kendi varlığıyla" etkilemeye yöneliktir. Savaşçıysa, bu bakımdan, tam bir çilecidir. Diğer insanların yaşadığının tam tersi bir hayatı vardır. Şahsî ihtiyaçlarını, arzularını veya zevklerini tatmin etmek için değil, faal bir ruhî makinede bilenmek, "insanötesi" hedefinin hizmetinde, dayanılmaz olana dayanmak üzere kendini eğitmek için yaşar.
Bu "insanötesi" ideale veya hedefe, şahsî yokoluş pahasına adanma, erkeği Savaşçı`nın bir başka hususiyetine yöneltir. Savaşçı`da olduğu sürece, bu erkek hissîlikten uzaktır. Bu demek değildir ki, bütünlüklü Savaşçı`yı yaşayan erkek zalim biridir. Sadece, kararlarını verirken ve bunları uygularken, ideali dışında hiç kimseyle yahut hiçbir şeyle hissî bir bağlantısı yoktur; "elde edilmez" ve "ulaşılmaz"dır.
"Ulaşılmaz olmak", etrafındaki dünyaya tutumlu bir şekilde yaklaşmak; yani hissî bir uzaklıkla yaklaşmak demektir. Bu tavır da, Savaşçı`nın zihnî açıklığının bir parçasıdır. Vazifelerine, kararlarına ve eylemlerine karşı tutkusuz ve hissî olmayan bir şekilde bakar.
Samuray eğitimi aşağıdaki gibi bir psikolojik alıştırmayı ihtivâ eder:
Eğitim süresince, kendinizi korkmuş veya umutsuz hissettiğiniz olursa kendi kendinize "Korkuyorum" veya "Umutsuzum" demeyin. Şöyle deyin: "Korkan birisi var" veya "Umutsuz biri var. Bu adam ne yapabilir?". Tehdit edici bir durumu böylesi bir uzaklıkla yaşatmak, durumu tarafsızlaştırır ve daha açık, daha stratejik bir bakış açısıyla bakılmasını sağlar.
Sık sık, hayatta, "gerilemeye" ihtiyaç duyarız. Böylece bulunduğumuz duruma biraz daha uzaktan bakıp perspektif kazanarak, eyleme geçmeyi başarabiliriz. Savaşçı, kılıcını bileyeceği bir odaya ihtiyaç duyar. Dış dünyadaki düşmanlarından ve kendi menfî duyguları şeklindeki iç düşmanlarından uzak kalmaya ihtiyacı vardır. Ringteki boksörler birbirine çok yaklaşınca veya birbirinin vücudunu tutunca, hakem onları ayırır.
Savaşçı çoğu zaman yıkıcıdır. Fakat müsbet Savaşçı enerjisi, daha yeni, daha canlı ve daha faziletli birşeyin doğması için yıkılması gereken şeyleri yıkar. Dünyamızdaki birçok şey -tiranlık, zulüm, haksızlık, saçma ve despotik hükümet sistemleri, rüşvet, şirketlerin performansını azaltan hiyerarşiler, tatmin etmeyen hayat tarzları ve iş muhitleri, yanlış ilişkiler veya kötü evlilikler- yıkılmak zorundadır. Savaşçı enerji, çoğunlukla, yeni medeniyetler, yeni mânevî, sınaî, ticarî ve kültürel ilişkiler inşâ eder.
Savaşçı enerji, diğer olgun erkeklik arketipleriyle bağlantıya geçtiğinde gerçekten muhteşem birşey ortaya çıkar. Savaşçı, Kralla bağ kurduğunda bu güçlere sahib olan erkek, şuurlu olarak "ülkesine-krallığına" hizmet eder. Kararlı eylemleri, zihnî açıklığı, disiplini ve cesareti gerçekten ibdâcı ve üreticidir.
Savaşçı enerjinin Büyücü arketipi ile tesirleşmesi, bir erkeğin kendisi ve kendi "silahları" üzerinde usta bir hâkimiyet ve kontrol kurmasına imkân verir. Gayelerini gerçekleştirmesi için, gücünü doğru yönde kullanmasını sağlar.
Âşık enerjisiyle oluşturduğu karışım, Savaşçıya şefkat ve tüm varlıklara yönelik bir bağlanma (onların "hürriyet"iyle bağ kurma) duygusu verir. Âşık, bir erkeği, tüm düşkünlükleri ve zayıflıklarıyla birlikte insanlarla ilişki kurmaya yönelten olgun erkek enerjisidir. Âşık, Savaşçının tesirindeki erkeği, vazifesini yaptığı zamanlarda bile şefkatli hâle getirir.
Ne var ki, Savaşçı, diğer arketiplerle ilişkisi olmadan işbaşında ise, bu erkek müsbet (bütünlüklü) Savaşçı`ya ulaşmış olsa bile, netice bir erkek için fecî olur. Daha önce de dediğimiz gibi, saf hâldeki Savaşçı hissîlikten uzaktır; onun "insanötesi" sadakati, insan ilişkilerinin önemini radikal olarak ikinci plana atar. Bu, Savaşçı`nın cinselliğe dönük tutumunda çok açıkça görülür. Savaşçı`ya göre kadınlar, ilişki kurmak, yakınlaşmak için değil, "eğlenmek" için vardır. "Bu benim tüfeğim, bu da benim cebhanelik. Bu savaşmak için, bu da eğlencelik" diyen savaş şarkısını çoğumuz duymuşuzdur. Bu tutum, askerî kampların çevresindeki fahişelerin varlığını açıklar. Hatta savaşta ele geçirilen kadınlara tecavüz edilmesi şeklindeki korkunç geleneği de açıklar.
Bir ailesi bile olsa, ölümlü savaşçıların başka vazifelere olan adanmışlığı, sık sık evlilik problemlerine yol açar. Yalnız ve dışlanmış bir subay eşinin hikâyesi, filmlerde sıkça rastladığımız bir mevzudur.
Aynı şey, ordu dışında, meslekleri fazlasıyla "insanötesi" adanma, disiplinli çalışma ve fedâkârlık isteyen erkeklerin ailelerinde ve ilişkilerinde de görülür. Bakanlar, doktorlar, avukatlar, siyasetçiler, çalışkan satıcılar ve daha birçoklarının şahsî hayatı, hissî olarak harab durumdadır. Karıları ve sevgilileri, çoğunlukla yabancılaşmış ve dışlanmış hisseder ve bu adamın "gerçek aşkı" yani işiyle umutsuzca yarışırlar. Ayrıca bu erkekler, Savşçının cinsî tutumunda olduğu gibi, sık sık hemşireler, sekreterler, resepsiyonistler, memureler ve onların erkeksi Savaşçı uzmanlık alanı ve adanmışlıklarından güvenli bir uzaklıkta (bazen yeterince güvenli olmayan uzaklıkta) olan kadınlarla ilişki kurar.
Sadist ve Mazoşist (Gölge Savaşçı): Savaşçı enerjinin insan ilişkilerinden uzak olması, hakiki problemlere yol açar. Karısına ve çocuklarına yönelik söz ve davranışlarının çoğu, aşağılayıcı, tenkidçi, emredicidir ve ona sevgiyle davranmaya çalışan aile mensublarıyla arasına mesafe koymaya çabalar. Sadist`in hükmü altındaki bu kişi, herkese karşı olduğu üzere, asker gibi değil de meselâ kız gibi davranması gereken kızlarına, onun rehberliği ve şefkatine ihtiyaç duyan oğluna, tabiî karısına da, sürekli olarak hissî "kılıç"ıyla saldırmaktadır.
Dediğimiz gibi, uzaklık kendi başına illâ da kötü bir şey değilse de, kapıları zalimlik "şeytanına" açık tutar. Savaşçının tesirindeki erkek, ilişkide bulunma mevzuunda çok narin olduğu için, aklını ve duygularını âcilen kontrol altına -bastırmaya değil, kontrol altına- almak zorundadır. Aksi takdirde, zalimlik, onun haberi yokken arka kapıdan içeriye süzülecektir.
Tutkusuz zalimlik ve tutkulu zalimlik olmak üzere iki çeşit zalimlik vardır. Birincisine örnek, milyonlarca insanı duygusuz ve sistematik şekilde işkence ederek öldüren Nazilerdir.
Tutkulu zalimlik ise, çok korkmuş ve kızgın olduğumuz zamanlarda, kin dolu bir ruh olarak bizi istilâ edendir. Vietnam`da Amerikan askerlerinin (şimdi Çeçenistan`da Rusların) yaptıkları, baştanbaşa böyle örneklerle doludur.
Bu zalimlik tutkusunun yanısıra, çaresiz ve kırılgan olana, "zayıf" olana karşı bir nefret de sözkonusudur (bu Sadist`in içindeki gizli mazoşsttir aslında)... Gerekli olduğu varsayılan "ritüel aşağılama" adına acemi erlerin şahsiyetleri yok sayılır ve "insanötesi" bir adanmanın güya hükmü altına sokulurlar. Çok sık olarak, talim çavuşunun güdüleri, emrindeki erkeklere hakaret etmek ve saldırmak isteyen sadistik Savaşçının güdüleridir.
İlk bakışta ters gelse de, sadistik Savaşçı`nın zalimliği, Kahraman`ın enerjisindeki yanlış yönelimlerle doğrudan ilişkilidir. Gölge Savaşçı ve Kahraman arasında benzerlikler vardır. Gölge Savaşçı, "ergen"in güvensizliğini, saldırgan hissîliğini; fonksiyonsuz Gölgesinin korkak ve mazoşistik kutbunu harekete geçiren boğucu kadınsı güce karşı durmaya çalışan Kahraman ümitsizliğini yetişkinliğe taşır. Gölge Savaşçının (sadist veya mazoşist) tesirindeki erkek, gücünden emin olmadığı için, aşırı güçlü kadınsılık olarak yaşadığı şeye; "yumuşak" ve ilişkiyle ilgili gördüğü herşeye karşı savaşmaya devam eder. Yetişkinlikte bile, bu güç tarafından yutulacağı korkusunu yaşamaktadır. Bu umutsuz korku, onu ahlâksız bir vahşîliğe götürür.
Sadistik Savaşçıya karşı, hepimiz şu veya bu şekilde kırılgan olsak da, bu enerjiye "demirçubuklarla" bağlı kesin bir kişilik tipi vardır. Bu "zoraki-ilcâî" kişilik bozukluğudur. "Zoraki" kişilikler işkoliklerdir; kendilerine sürekli iş icad ederler. Acıya korkunç bir dayanıklıkları vardır, çok büyük miktardaki işleri halledebilirler. Fakat onların bu hiç durmayan enerjilerinin motoru, derin kaygıdır. Kahramanın ümitsizliğidir. Kendilerinin değerli olduğu duygusunu çok az yaşarlar. Gerçekten ne istediklerini, neler kaybettiklerini ve nelere sahib olabileceklerini bilmezler. Tüm hayatlarını, herşeye ve herkese -işlerine, kendilerinden önce varolmuş problemlere, kendilerine ve etrafındakilere- "saldırarak" harcarlar. Bu süre zarfında Sadistik Savaşçı tarafından yutulurlar ve kısa süre sonra da "patlama" noktasına gelirler.
Bu "işkolik"leri hepimiz tanırız. Herkes evine gittikten sonra saatlerce büroda kalan idareciler, bakanlar, sosyal hizmetliler, terapistler, doktorlar, avukatlardır; gece gündüz çalışır ve başka insanların fizikî ve psikolojik açıklarını kapatmaya çalışarak, başkalarını "korumak" adına kendi hayatlarını fedâ ederler. Bu süreçte, hem kendilerine, hem de kendi imkânsız standardlarına bir türlü uyum gösteremeyen diğer insanlara gerçekten bir sürü zarar verirler. Kuşkusuz, kendilerini de kötüye kullanmış olurlar. Siz de kendinize gerçekten ihtimam göstermediğinizi, yani zihnî ve fizikî sağlığınıza dikkat etmediğinizikabul ediyorsanız, o zaman büyük ihtimalle Gölge Savaşçı sizi ele geçirmiş demektir.
Daha önce de dediğimiz gibi, bazı mesleklerdeki erkekler, fonksiyonsuz Savaşçı enerjisinin bilhassa tehdidi altındadır. Ordu (askerlik) bunun açık bir örneğidir. Açıkça görülemeyecek olan ise, her tür devrimci ve eylemcinin de Gölge Savaşçının sadistik kutbuna düşebileceğidir. Nefret ettiğimiz şeye dönüşeceğimizi söyleyen eski söz tam da burada geçerlidir. Siyasî, içtimaî, iktisadî devrimlerin veya işletmelerdeki yahut gönüllü müesseselerdeki küçük devrimlerin liderleri; tiranları ve ezici güçleri (sıklıkla şiddet ve terör yoluyla) devirdikten sonra, kendileri yeni tiranlara ve ezen güçlere dönüşürler.
Korkunç bir öz-disiplin ve kontrolle işkolik olanların içinde, zamanla bir "boşluk duygusu" yüzgösterir bazen; ve zoraki davranışlarının kendisine ve çevresine zarar verdiğini derinden farkettikten sonra, bu yabancılaşmayı aşıcı yeni bir sayfa açtıkları olur hayatlarında.
Bir insana sürekli en iyi performansıyla çalışması için büyük baskı uygulayan her meslek, bizleri Savaşçının gölge sistemine karşı korumasız bırakır. Eğer iç yapımız yeterince güvenli değilse, özgüvenimizi ayakta tutmak gayesiyle dış dünyadaki performansımıza yaslanmak zorunda kalırız. Ve bu ayakta tutma ihtiyacı çok büyük olduğu için, davranışlarımız zoraki, ilcâî olacaktır. "Başarılı olma"ya takmış bir insan, zaten kaybetmiştir. Sürekli mazoşistçe ve kendini cezalandıran davranışlarda bulunduğu hâlde, umutsuzca içindeki mazoşisti bastırmaya çalışır.
Mazoşist, Savaşçının Gölgesinin pasif kutbudur. Sadistin kin dolu davranışlarının altında kalan "itilmiş" ve "kırbaçlanmış hayvan"dır. Erkekler maço görüntülerinden korkmasalar da, içlerindeki Korkaktan korkarlar. Mazoşist, Savaşçı enerjiyi başkalarına yansıtır ve bulunduğu erkeğin kendini güçsüz hissetmesine sebeb olur. Mazoşistin hükmettiği erkek, kendini psikolojik olarak korumaktan âcizdir; başkalarının (ve de kendisinin) kendini ezmesine, dayanabileceği ve özsaygısını koruyabileceği sınırların aşılmasına izin verir, psikolojik ve fizikî sağlığını hiçe sayar. Hayat yollarımız ne olursa olsun, hepimiz, hayatlarımızın herhangi bir alanında Savaşçının ifrad veya tefrid Gölgesinin esiri olabiliriz. İmkânsız bir ilişkiyi, bir arkadaşlık zincirini veya engelleyici bir işi terketmemiz gerektiğini anlayamadığımızda, bu durum sözkonusudur. "Zararın neresinden dönülse kârdır", "Tadında bırak" gibi sözleri hepimiz duymuşuzdur. Zoraki kişilik, tehlike işaretleri ne kadar açık olursa olsun, bir rüya ne kadar imkânsız ve düşman ne kadar yenilmez olursa olsun, bulunduğu yere gömülür ve daha sıkı sarılır; imkânsızı elde etmeye çalışır ve elindeki altının küle dönüşmesini seyreder. Eğermazoşistin yönetimindeysek, uzun bir süre fazlasıyla kötüye kullanılıp, ardından sözlü ve hatta fizikî bir saldırganlıkla sadistik bir patlama yaşayacağız demektir. Arketipik Gölgelerin aktif ve pasif kutubları arasındaki bu türden gelip gitmeler, bu fonksiyonsuz sistemlerin hususiyetidir.
Savaşçıya Ulaşma: Savaşçının aktif kutbundaki Gölgenin hükmündeysek, onu sadistik hâliyle yaşarız. Kendimizi ve başkalarını kötüye kullanırız. Eğer Savaşçı ile temasımız yok gibi hissediyorsak, pasif kutub tarafından hükmediliyoruz demektir. Korkak mazoşistler hâline geliriz. Rüyalarımızı gerçek kılmak için kararlı eylemlerde bulunamayız. Hırstan mahrum olur ve bunalıma gireriz. Herhangi değerli bir gayeyi gerçekleştirmek için dayanılması gereken acıyı çekme kapasitesinden mahrum oluruz.Eğer öğrenciysek, verilen "ödev"leri yapmayız; raporlarımızı yazmayız. Satış işindeysek ve yeni bir bölge almışsak, oturup haritaya ve yapmamız gereken tüm görüşmelerin bulunduğu listeye bakarız ama bir türlü telefonu açıp aramaya başlayamayız.
Yapacağımız işe bakıp, başlamadan yenilgiyi kabul ederiz. "Kavgaya dalma"yı beceremeyiz. Siyasetin içindeysek, problemlerle ve halkın talebleriyle yüzyüze gelemeyiz, doğrudan yüzleşmenin dışında bir yol arayarak başımızı kuma sokarız.
Bu kitabta târif edilen tüm arketiplerde olduğu gibi, burada da kendimize, arketiplerin gölge sistemlerince ele geçirilip geçirilmediğimizi değil, bu erkeksi enerji potansiyellerini hangi şekilde uygulayamadığımızı sormalıyız.
Eğer Savaşçıya, doğru bir şekilde ulaşmışsak, enerjik, kararlı, cesur, dayanıklı, sabırlı ve kendi şahsî çıkarımızın ötesinde yüce bir şeye bağlı biri oluruz. Aynı zamanda, Savaşçıyı diğer olgun erkeklik enerjileri -Kral, Büyücü ve Âşık- ile de mayalamamız gerekir. Savaşçıya doğru bir şekilde ulaşıp kullanırsak, "mesafeli", sıcak, şefkatli, değerbilir ve üretici de oluruz. Kendimize ve başkalarına itinâ gösteririz. Dünyayı herkes ve herşey için daha iyi, daha doyurucu bir yer yapmak için savaşırız. Yaptığımız savaş, yeni, âdil ve hür olanın ibdâı için olur.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BÜYÜCÜ
Sık sık şimdiki büyük bilgi ve muazzam teknolojimiz sebebiyle, oldukça yanlış bir şekilde eski atalarımızdan çok farklı olduğumuzu düşünürüz. Fakat bilgi ve teknolojimizin kaynağı, yaşlı yerli "büyücü"sünde olduğu gibi, insan aklıdır. Büyücü ve onun eski kabile üyeleri de Büyücü enerjisini kullanırlardı. Ve bugünkü medeniyetimizi harekete geçiren; şamanlar, tıp adamları, sihirbazlar, cadı doktorlar, mucidler, ilim adamları, doktorlar, avukatlar, teknisyenler, hepsi de, hangi yaş ve kültürden olurlarsa olsunlar, aynı enerjiden beslenirler.
Nerede ve ne zaman karşılaşırsak karşılaşalım, Büyücü arketipinin enerjileri iki yönlüdür. Büyücü, "bilgilidir" ve "teknoloji uzmanı"dır. Dahası, Büyücünün rehberlik ettiği erkek, bu Büyücü fonksiyonlarını, "ritüel eriştirme" sürecini kullanarak da gerçekleştirebilir. Dönüşüm süreçlerini, içinde bulunsa da bulunmasa da, yöneten "merasim büyüğü"dür.
İnsan büyücü, daima gizli bir bilgi sahibidir ve vazifelerinden biri de başkalarını bilgilendirmektir. Sahib olmak için hususî eğitim gerektiren tüm bilgiler, Büyücü enerjisinin dahilindedir. İster yüksek voltajın sırlarını çözerek usta bir elektrikçi olmak için çıraklık eğitimi alıyor olun; ister gece gündüz çalışarak insan vücudunun sırlarını ve uygun teknolojiyle hastalarına nasıl yardımcı olacağını öğrenen bir tıp öğrencisi olun; veya yüksek finans öğrencisi; yahut psikanalitik okullardan birinde eğitim gören biri olun, ilkel kabilelerdeki şaman veya cadı doktorla tamamen aynı mevkîdesiniz.
Gizli gücün incelikli alanlarına girebilmek için büyük miktarda zaman, enerji ve para harcarsınız. Bu güce hâkim olabilmek, usta olabilmek için, kapasitenizi dayanıklılık testine sokarsınız. Ve tüm başlangıçlarda olduğu gibi, başarı garantisi yoktur.
Tarihî Arkaplan: Bazı antropologlar, çok eski geçmişte, Kral, Savaşçı, Büyücü ve Âşık erkeksi enerjilerinin birbirinden ayrılamaz şekilde bir tek erkekte -şefte- toplandığını ve böylece bu arketiplerin tüm fonksiyonlarını bütünlüklü bir şekilde yerine getirdiğini düşünmektedir. Bu dört enerji de erkek Benliğinde olduğu ve orada dengelendiği için, kabilede kendisini bütün bir erkek olarak hisseden tek erkek benlik şefti. Bugün hâlâ varolan yerli topluluklarında olduğu gibi, bu erkek enerjileri birbirlerinden ayrı da olabilir. Kral, şeftir. Şefin savaşçıları vardır. Ve büyücü (mukaddes adam, cadı doktor veya şaman) vardır. Adı ne olursa olsun, büyücünün hususiyeti, başkalarının bilmediği şeyleri bilmesidir. Meselâ, yıldızların hareketlerinin, ayın aldığı şekillerin, güneşin kuzey-güney yönünde dönmesinin sırlarını bilir. Toprağın ne zaman ekilip ne zaman biçileceğini, hayvanların ne zaman döl vereceğini bilir. Hava durumunu tahmin edebilir. Tıbbî bitkilerin bilgisine sahibtir. İnsan ruhunun gizli dinamiklerini anlar ve bu sayede başkalarını iyi veya kötüye doğru yönlendirebilir. Büyücü, lütfu veya lâneti tesirli olan kişidir. Ruhların görünmeyen Mukaddes Dünyası ile insanoğlu ve tabiat arasındaki bağlantıları anlar. İnsanlar, soruları, problemleri, acıları, vücud ve akıl hastalıkları için ona başvurur. Geleceği tahmin etmekten öte, onu tüm derinliğiyle gören bir kâhindir.
Kuşkusuz, bu gizli bilgi, büyücüye çok büyük bir güç verir. Tabiattaki enerji akışları ve biçimlerindeki, insanlardaki, toplumlardaki ve derindeki şuurdışı güçler arasındaki dinamiklerin bilgisine sahib olduğu için, bu gücü koruma ve yönlendirmede uzmandır.
Büyücünün bilgisinin, insanoğlu ve tabiatın derinliklerini görmesinin bir yönü de, bilhassa kralların ve önemli devlet adamlarının kibirlenmesini engelleme kapasitesidir. Bir erkekteki Büyücü arketipi, onun "aptal dedektifi"dir; inkâr edileni görür ve açığa çıkarır. Kötü olan, iyi olanı maskelediğinde onu farkeder. Eski zamanlarda, kral, vergisini ödemeyen bir köyü cezalandırmak istediği ve öfkeli duygularına esir olduğu zaman, büyücü ölçülü ve akılcı düşünüşüyle, mantığının keskin soluğuyla, kralı sinirli ruh hâlinden çıkarıp vicdanını ve iyi duygularını harekete geçirir. Sonuşta, saray büyücüsü, kralın psikoterapisti olur.
Büyücülük zâhiren yasaklansa bile, hiç kaybolmaz; bildik anlamda olmasa da!
Büyücülüğün yasaklandığı Ortaçağ`da "simya", çoğumuz için, bildik malzemelerden altın elde etme çabasıdır. Oysa, belki bu hedefiyle başarısızlığa mahkûm olan "simya", aynı zamanda, simyacıların "iç müşâhede", öz farkındalık, kendilik bilgisi ve şahsî dönüşüm için kullandıkları bir "mânevî teknik"ti.
Modern ilimlerin, bilhassa kimya ve fiziğin ilimlerinin doğmasını sağlayan, büyük nisbette simya idi. Modern ilmin, eski büyücülerin çalışmalarındaki gibi, iki unsuru ihtivâ etmesi ilginçtir: Birincisi "teorik ilim"; Büyücü enerjisinin "bilen" yönü... İkincisi "uygulamalı-tatbikî ilim"dir ki, gücün nasıl elde edilip yönlendirileceğinin teknolojik yönüdür.
Yaşadığımız çağ, kanaatimizce, Büyücü`nin çağıdır, çünkü teknolojik bir çağda yaşıyoruz (Ve modern ilimlerin iç ve dış, görünür ve görünmez, geçmiş ve gelecek herşeyin bilgisine ereceğine dair kehânetine, geçmişe karşı çıkarken onun Büyücü edâsını devralışına dikkat!)...
En azından, Büyücünün tabiatı anlama ve onu dönüştürme gücünün materyalist yönü açısından bu böyledir. Fakat materyalist olmayan, psikolojik ve mânevî eriştirme süreci açısından Büyücü enerjisi yetersiz gözüküyor.
Erkekleri daha derin ve olgun erkek kimliği seviyelerine eriştiren merasim büyüklerinin yokluğundan daha önce sözetmiştik. Teknik okullar ve birlikler, profesyonel kuruluşlar ve birçok başka müessese, Büyücü enerjisini yaygınlaştırıp, alanlarında "uzman" olmak isteyenlere "başlangıç" süreçlerini sağlasa da, Büyücü enerjisi, şahsî gelişim ve dönüşüm alanında çok iyi işlememektedir. Dediğimiz gibi, çağımız şahsî alanda ve içtimaî cinsiyet alanında kimlik kaosunun yaşandığı bir çağdır. Ve kaos daima, Büyücü enerjisinin hayatın çok önemli alanlarında yetersiz olmasının neticesidir.
İki ilim dalı, "atom fiziği" ve "derinlik psikolojisi", Büyücü enerjisinin maddî ve psikolojik yanlarını "bütünlüklü" bir şekilde biraraya getiren eski büyücülerin çalışmalarını hâlâ sürdürmektedir. Her ikisi de, eski atalarımızın derin bir şekilde incelediği aynı gizli enerjinin tükenmeyen kaynağını anlamaya ve bunu kısmen de olsa kontrol etmeye çalışır.
Modern atom fiziğinin, Doğu mistisizmine çok benzediği söylenir. Bu yeni fizik dalı, duyu algılarımızın belirli ve kesin makrodünyasının altındaki mikrodünyayı keşfeder. Ve atomaltı parçacıklarının gözle "görünmeyen" dünyası, görünenden çok farklı bir gerçekliğin temsilcisidir. Tecrübe, sebeb-netice, zaman-mekân, varlık-hiçlik hakkında makrofizikte bildiklerimiz, maddî varlıkların "temel yapı taşlarını" oluşturan bu mikrofizik dünyasında garibleşir, farklılaşır ve tersine döner sanki. Ve eski metafiziğin, eski dinlerin temel "varoluş" problemlerine yeniden geri dönülür. Makrodünyamızda emin olduğumuz bilgiler, burada izafîleşir. Yine, bildik dünyamızı anlamanın yolu da bu "temel" dünyayı anlamaktan geçmektedir.
Aynı şey, insan ruhunun derinliklerini, "temel" arketipik yapılarını ve enerji cereyanlarını araştıran, "kollektif-ortaklaşa" şuuraltını hedefleyen ("Küllî Ruh-Küllî Malûm"a yol arayan) "derinlik psikolojisi" için de geçerlidir. Jung, ilk şuurdışı haritalarını yaparken, kendisinin insan ruhundaki arketipik yapılar ve enerji cereyanları hakkında keşfettikleriyle, Max Planck`ın kuantum fiziği arasındaki benzerlikler sebebiyle derinden sarsılmıştı. Jung, modern insanların çoğunlukla görmezden geldiği, maddî kâinatımızı borçlu olduğumuz enerji dalgaları gibi yükselip alçalan canlı bir imaj ve sembol dünyasıyla karşılaştığını farketti.
Kollektif şuurdışının derin boşluğunda saklanan bu arketipik gerçeklikler, duygu ve düşüncelerimizle alışkanlık hâline gelen davranış ve tepki biçimlerimizin "temel yapı taşları", şahsiyetimizin makrodünyasının derindeki "yapı taşları" olarak duruyordu. Jung`a göre, bu ortaklaşa şuurdışı, atomaltı fizikçilerinin görünmeyen enerji alanlarına çok benziyordu.
Modern fiziğin ve derinlik psikolojisinin vardığı neticeye göre, varlıklar göründüğü gibi değildir. Kendimiz ve tabiat hakkında "normal gerçeklik" olarak algıladığımız şey, sadece erişilmez sonsuzluktaki bir buzdağının küçük bir parçasıdır. Bu saklı dünyanın bilgisi, Büyücünün "yetki"sindedir ve bizler Büyücü enerjisi sayesinde, Batı tarihinin binlerce yıldır hayal bile edemediği bir mükemmellikle hayatlarımızı anlayabiliriz.
Jung`un, kendisini bir Büyücü olarak düşündüğüne dair belirtiler var. Bir keresinde, Allah`a inanıp inanmadığı sorulduğunda, "Allah`a inanmıyorum; biliyorum" demişti. Kimi takibçileri, Jung`un kendilerine, ruhî farkındalığın en yüksek yahut en derin seviyelerinin kapısını açan sırları verdiğini söylemişlerdi.
(Sözün burasında, zarurî bir tafsilât olarak, okuyucularımızı İBDA mihrakının belirttiği mânâ ve misyon bakımından uyarmamız gerekiyor. Hernekadar ehli olmasak da, Külliyatta "âşikâr" olana binâen, sanırız en başta dikkat edilmesi gereken nokta, İBDA fikrinin ve onun bir bakıma kalbi mevkiindeki "Tilki Günlüğü"nün, deminden beri sözü edilen "kollektif-ortaklaşa şuuraltı" tâbiriyle de ifâde edilmeye çalışılan "Küllî Ruh, Küllî Malûm, Dehâ, Mehd, Geist, İdeler Âlemi..." tarzında, yerine ve kullanana göre farklı mânâ belirtebilen bir "alan"ın mümessilliğine ve ilmine dair oluşudur. Kelimeler, rüyâlar, semboller ve imajların ilmi, "kelâm-taayyün-beliriş ilmi" hâlinde, herkes ve herşeyin kökündeki "Aslın ilmi"ne; ilmin "Malûm"a tâbîliği hikmetinden payla, "Malûm ilmi"ne sirâyet eder, diyebiliriz. Kim ne söylemiş ve söyleyecekse, hadleri muhafaza kaydıyla tabiî, "Malûm"a nisbetle söylüyor ve tüm varlık tecellîlerinin de toplandığı bir "nokta" demek mümkün bu "asl"a!.. Ve İBDA`ya nisbetle konuşma gereğinin bir yönü bu olduğu gibi;Mimar`ının da, meâlen "herkesin beslenip büyüdüğü beşik-döşek" anlamıyla "Mehd"in, "Malûm"un âlimi; mümessili oluşu... Ve bu sahada "medeniyet tarihinde bir ilk"i eserleştirişi!.. İfâdelerimizdeki dikkat çabası ama buna rağmen besbelli dikkatsizlik, bu bahsin bir istifham mevzuu olmasından değil, Külliyatta apaçık olan bu hikmetlere yanaşabilecek içli dışlı bir keyfiyetin pek bulunmayışından bize de düşen bir sorumluluk hissesi hâlinde, belki herşeyden önce anlaşılması ve anlatılması gerekenleri, gerektirdiği "keyfiyet-kalite" yüküyle ifâde edebilecek kapasitede olamayışımızdan. Herşeye yeniden başladığımız gibi, yeniden sezip keşfetme borcunda olduğumuz "temel eşik" ve "mânâ beşiği"... Hem hatâlarımızın tashihi hem de son haddiyle kifâyetsiz olarak serdettiklerimizin aslı için, İBDA Külliyatına başvurulması şarttır. İBDA Mimarı`nı tanıyanların, emeğini takdirle beraber "Jung da kim oluyor!" deme hakkı da ayrıca bâkîdir, bizce!..)
Bütün psikanalistler, belirli bir ânda analize giren kişinin ne kadar açılması gerektiği hususunda dikkatli olmak zorunda olduklarını bilirler. Şuurdışı enerjilerin gücü öyle büyüktür ki, eğer kontrol edilmez, yönlendirilmezse, doğru zamanda ve doğru miktarda kullanılmazsa, Ego yapısını paramparça edebilirler. Uygun "dönüştürücüler" ve koruma gayeli uygun "yalıtıcı" olmaksızın fazla güç, analize girene ağır gelir ve ona zarar verir. Saklı bilginin açığa çıkması iyice ölçülüp biçilmelidir, çünkü Ego`dan saklı tutulmalarının önemli sebebleri vardır.
"Mukaddes" mekân hususu, bütün "ritüel" süreçler ve her çeşit enerjinin bilinip kontrol edilmesi açısından oldukça önemlidir. Mukaddes mekân, saf gücün koruyucusudur, içindeki enerjiyi yalıtan ve yönlendiren voltaj düşürücü transformatördür. Nükleer güç reaktöründeki nükleer kalkandır. Mâbedlerin mukaddes yeridir. Millî marşlarımız ve dualarımızdır. Mukaddes Gücü uyandırmaya ve inananların ona ulaşmalarını sağlamaya çalışırken, bir yandan da onları onun Saf yoğunluğundan korumak için edilen hayır ve esirgeme dualarıdır.
Ve "reaktör çekirdeği" gibi, sadece fizikî ve mânevî ehliyeti ve eğitimi olanların uhdesindedir ona dokunmak, kullanmak, yönlendirmek. Ehil olmayanların açtığı "kutu", bir daha kapatılamayabilir veya çıkan insanüstü güç zabtedilemeyebilir. Dinde ve atomaltı fiziğinde "yalıtım"ın sırrı ve bu sırrın belli uzmanlara, din büyüklerine, bilgelere emanet edilişi bundandır.
Atomaltı fiziğiyle birlikte çok geç de olsa "tesirsizleştirme"ye dair bilgi ve teknolojimizin yetersiz olduğunu keşfetmiş olduk. Sovyetler`deki Çernobil faciası bunun en dramatik ve talihsiz örneğidir.
Aynı şey psikoterapide de olur. Çoğunlukla, bilgileri yeterince yerine oturmamış ve usta olmayan -çok önemli yönleri açısından hâlâ çırak olan- bir terapist, analize giren kişideki güçleri serbest bıraktırır ve iki taraf da bunları etkisizleştiremez. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, bilhassa grup terapisinde bunlar sıkça yaşanmıştır.
Bütünlüklü Büyücü: Büyücü enerjisi, temel olarak farkındalık ve iç müşâhede arketipidir, ama aynı zamanda açıkça görülemeyen ve peşin hükümsüz her çeşit bilginin de arketipidir. Psikolojide "müşâhid-gözlemci Ego" denen şeyi yöneten enerjidir.
Derinlik psikolojisinde, bazen Ego önem bakımından şuurdışına göre tâlî sayılsa da, aslında Ego, hayatta kalmamız açısından vazgeçilmezdir. Ego, sadece başka bir enerji biçimi -bir arketip veya bir kompleks (Tiran gibi arketipik bir gölge)- tarafından ele geçirildiği, şişirildiği veya o enerjiyle aynîleştiği zaman yanlış işlemeye başlar. Asıl rolü, geride durup, müşâhede yapmak, ufuktakileri anlamaya çalışmak, içerden ve dışardan gelen verileri toplamak ve ardından "fazilet"i (iç ve dış güçleriyle ilgili bilgisi, yön vermedeki teknik becerisi) sayesinde gerekli hayatî kararları vermektir.
Büyücü arketipinin yönettiği "müşâhid Ego", günlük hâdiselerin, duyguların ve tecrübelerin her zamanki akışının dışındadır. Bir anlamda hayatın dışındadır. Hayatı gözetler ve ihtiyaç duyulduğunda enerji cereyanlarının kullanılması için doğru zamanda, doğru düğmelere basar.
Büyücü arketipi, müşâhid Ego ile işbirliği içinde, bizleri diğer arketiplerin aşırı gücünden korur. İç hayatımızın matematikçisi ve mühendisidir. İçimizdeki "güneş"in inanılmaz kuvvetinin farkındadır ve bu güneş enerjisinin azami çıkar adına nasıl kullanılacağını bilir. İçimizdeki farklı arketiplerin dahilî enerjilerini şahsî hayatımızın yararına olarak düzenler.
Sadece kendi hayatımızın yararına mı? Hayır!.. Birçok insan-büyücü, hangi meslekten ve hayat tecrübesinden geliyor olursa olsun, kendi bilgi ve teknik yetkinliklerini, kendileri için olduğu kadar, başkalarının yararına da şuurlu olarak kullanmaktadır. Doktorlar, avukatlar, din adamları, genel müdürler, araştırmacılar, su ve elektrik tesisatçıları, psikologlar ve daha birçok kişi...
Daha önce teferruatıyla tartıştığımız Savaşçı arketipinin zihnî berraklığında da Büyücü enerjisi mevcuddur. Büyücü tek başına hareket etmek kapasitesine sahib değildir. Bu sadece Savaşçının hususiyetidir. Fakat Büyücünün de düşünme kapasitesi vardır.
Yani, Büyücü enerjisi, düşünceliliğin ve durup içe dönüş tarzında "refleksiyonlu" düşüncenin arketipidir. Bu yüzden de "içedönüklüğün" enerjisidir. Burada içedönüklük derken utangaçlık veya sıkılganlığı kastetmiyoruz; daha çok, iç ve dış dünyayı birbirinden ayırma, iç doğruluk ve imkânlarla bağlantı kurma kapasitesini anlatmak istiyoruz. İçedönükler, bu anlamda, başkalarından daha fazla kendi merkezleriyle yaşarlar. Ego mihrakının kurulmasına yardım eden Büyücü enerjisi, kendi durgunluğu, merkezîliği ve hissî yalıtılmışlığı için, hareketsiz kalır. Kolay kolay yerinden oynatılamaz.
Büyücü, çoğunlukla bir kriz esnâsında ortaya çıkar. Bu enerji, mümkün birçok neticenin "bilgi"sine; tesirsizleştirme ve yönlendirme kuvvetlerini anlayabilme "bilgi"sine sahibtir.
İnsanlar, zor şartlarda, "mukaddes" denebilecek bir zaman ve mekân idrakı yaşarlar. Bu "mukaddes" mekân, Büyücünün rehberlik ettiği erkeklerce iyi bilinir. Bu erkekler aynen sihirli çubuklarını sallayıp büyülü sözler sıralayan merasim büyücüleri gibi, kendilerini bu "mekân"a gerçekten koyabilirler. Bazı müzik parçalarını dinleyerek, bir hobiyle uğraşarak, korularda uzun yürüyüşler yaparak, belirli mevzu ve zihnî resimlerle meditasyon yaparak bu mekâna girerler. Bu ândan itibaren Büyücüyle temas kurabilirler ve oradan bir problem hakkında ne yapmaları gerektiğini ve nasıl yapacaklarını bilerek çıkarlar.
Geçmiş medeniyetlerde şaman, hayatı yeniden düzenleyen, kayıp ruhların ve şanssızlıkların gizli sebeblerini bulan bir "iyileştirici"ydi. Hem ferdlerin hem de toplumların bütünlüğünü ve tamlığını sağlayan kişiydi. Aslında Büyücü enerjisi bugün de aynı yüce gayeyi güder. Büyücü ve onun en gelişkin insan biçimi olan şaman, bilgi ve teknolojinin "sevgiyle" uygulanması vasıtasıyla tüm varlıkların "varoluş" tamlıklarını hedefler.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Manipülatör ve İnkârcı "Masum" (Gölge Büyücü): Büyücünün de diğer olgun erkeklik enerji potansiyelleri gibi, iki kutublu gölge bir yönü var. Eğer çağımız Büyücü çağıysa, o zaman iki kutublu Gölge Büyücünün de çağıdır. Sadece dünyamızda gittikçe artan toksik zehirlenme ve tabiî çevrenin yokolması problemini, kıyamet günü silahlarına teslim olmamızı düşünmek yeter.
Propaganda bakanlıklarının, sansürlü basın toplantılarının ve haberlerin; yine, sunî olarak düzenlenen siyasî yarışların arkasında Manipülatör Büyücü yatmakta.
Gölge Büyücünün aktif kutbu, hususî bir anlamda "iktidar Gölge"dir. Bu Gölgenin altındaki erkek, Büyücünün yaptığı gibi başkalarına rehberlik etmez; tersine onları farkedemedikleri bir şekilde yönlendirir. Onun ilgisi, diğer insanlara daha iyi, mutlu ve doyum verici bir hayat sağlamaya yönelik değildir. İnsanların işine yarayacak bilgileri onlardan esirgeyerek istediği yöne çeker. Manipülatör, üstünlüğünü ve büyük öğrenme gücünü göstermeye yetecek az miktardaki bilgiyle yetinir. Gölge Büyücü, sadece insanlardan kopuk değil, kabadır da!.. Üniversiteler, zeki talebelerine saldırmayı alışkanlık hâline getiren böyle profesörler ve hastaneler de hastalarını yeterince aydınlatmayan böyle doktorlarla doludur.
Manipülatör`ün bir hırsı da maddî olarak şahsî çıkarlarına öncelik vermesi ve bilgisini "satma"nın herşeyden daha fazla belirleyici olmasıdır. Paragöz hukukçular, gözbağcı terapistler ve yalancı reklamcılar, başta gelen örneklerdir.
Reklamcıların açgözlülüğü ve statü arzusu yüzünden açıkça yalan söylemeye kadar varan toplum psikolojisinin toptan yönlendirilmesi, dürüstlük dünyasından kopuşu gösterir. Totaliter hükümetlerin (veya zâhiren öyle görünmemeyi başaranların) "propaganda" manipülasyonları da böyledir. İnsanların yaralarını, sembol ve imajların becerikli kullanımı sayesinde deşen bu şarlatanlar, tesbihlerini şakırdatır, kara büyücünün, kötü kalbli sihirbazın, voodoo cadısının çubuğunu sallar.
Manipülatör`ün hükmü altındaki erkek, insanî değerler dünyasından kopuşu temsil eder ve manipülasyon teknikleriyle sadece başkalarını değil, kendini de yaralar. Bu erkek çok fazla düşünür, hayattan geri durur ve asla yaşamaz. Kararlarının getireceği artı ve eksilerin ağına yakalanmış, bir türlü kurtulamadığı düşüncelerinin labirentinde kaybolmuştur. Yaşamaktan, "kavgaya atılmak"tan korkar. Köşesine oturur ve düşünür sadece. Yıllar geçer. Zamanın nasıl geçtiğine şaşırır. Sonunda tüm tesirlere kapalı bir hayata çekilir. O bir röntgencidir, koltuk maceracısıdır. Akademi dünyasında kılı kırk yarandır. Yanlış karar verme korkusuyla hiçbir şey yapmaz. Hayata olan korkusuyla, diğer insanların sürdürdüğü hayatların eğlence ve zevkine katılamaz. Bildiklerini başkalarından esirgeyip paylaşmadıkça, kendini gittikçe daha çok izole olmuş ve yanlış hisseder. Hangi alanda ve hangi şekilde olursa olsun bilgi ve tekniğiyle başkalarını yaraladıkça, başka insanlarla yakın ilişkiler kurmaktan kaçtıkça kendi ruhunu uzaklaştırmış ve yoketmiş olur.
Bildiklerimizle başkalarına yardımcı olabilecekken, onlardan uzak durup ilişki kurmaktan kaçıyorsak; bilgimizi başkalarını küçültmek ve kontrol etmek için veya kendi statü ve zenginliğimizi artırmak için bir silah olarak kullanıyorsak, Gölge Büyücü Manipülatör ile aynîleşmişiz demektir. Hem kendimize hem de bilgeliğimizden yararlanabilcek kişilere zarar veren bir kara büyü yapmış oluruz.
Büyücü`nün Gölgesinin pasif kutbu Naif veya "Masum"dur. "Masum" kişi, Erken Büyümüş Çocuğun Gölgesi "Saf"ın, çocukluktan yetişkinliğe taşınmış hâlidir.
"Masum"un hükmü altındaki erkek, en azından içtimaî müeeyidenin olduğu alanlarda, büyücü erkeğin an`anevî olarak edindiği güç ve statüyü ister. Ama gerçek bir büyücünün sahib olduğu sorumlulukları almak istemez. Paylaşmak ve öğretmek istemez. Her türlü başlangıcın gerekli bir parçası olan, başkalarına dikkatli ve adım adım bilgi aktarma vazifesinden kaçınır. Mukaddes mekânın hizmetkârı olmak istemez. Kendisini tanımak istemez ve gücün yapıcı bir şekilde yönlendirilmesi ve uygulanması becerisini kazanmak için gerekli yoğun çabayı kesinlikle harcamak istemez. Sadece bu çabayı harcayanları yoldan çıkarmaya yetecek kadarını öğrenmek ister.
"Masum"un ele geçirdiği erkek, gerçek bir çaba göstermek ona "fazla iyi" geldiği için, başkalarını engellemeyi ve çöküşlerini görmeyi seçer. Numaracı, numaralarını gerçeğin ortaya çıkması adına oynadığı hâlde, "Masum" kendi hakedilmemiş statüsünü elde etme ve sürdürme gayesiyle gerçeği saklar. Numaracı, devâsâlığımızın zorunlu çöküşünü hedeflerken, Gölge Büyücü (hem manipülatör hem de "Masum"), böyle bir çökertme gereksiz ve hatta zararlı olduğu zaman bile bizleri çökertmeye çalışır.
"Masum"un en önemli motivasyonu, hareket eden, yaşayan, paylaşmak isteyen insanları kıskanmasıdır. "Masum"un ele geçirdiği kişi, hayatı kıskandığı için insanların onun hayat enerjisinden mahrum oluşunu keşfetmelerinden korkar. Onun bu kopukluğu ve "etkileyici davranışları", çökertici sözleri, sorulara karşı düşmanlığı aslında içindeki gerçek ıssızlığı ve cansızlığı, dünyaya karşı sorumsuzluğunu gizlemek içindir. "Masum"un hükmettiği erkek, hem vazife başında hem de işini savsaklarken günah işler ama, düşmanca güdülerini yapmacık bir naifliğin erişilmez duvarı ardında saklar. Bu tür erkekler kaypak ve aldatıcıdır. Savaşçı enerjimizle kendilerinin yüzleşmesine izin vermezler. Bu tür çabalarımızı savuştururlar. Böylece bizi, kendi sezgilerimizi sorguladığımız bitmez tükenmez bir sürece sokup muvazenemizi bozarlar. "Masum"luğuna kafa tutacak olursak, gözyaşartıcı bir şaşkınlık gösterisiyle tepki verir ve sebeb olduğumuz üzüntünün pişmanlığıyla başbaşa bırakırlar bizi. Hatta, kendi güdülerimizi onlara atfettiğimizi düşünüp utanır ve paranoyak olduğumuza karar veririz. Fakat manipüle edildiğimize dair duygudan da kolay kolay kurtulamayız.
Büyücü`ye Ulaşma: Mânevî bir Büyücüyle temasımız olmadığını hissediyorsak, dürüst olmayan ve inkârcı pasif kutba yakalanacağız demektir. Bu durumda, kendi iç yapımızın, sâkinliğimizin ve açık görüşlülüğümüzün farkına varamayız. İç güven duygumuz olmaz ve kendi düşünce süreçlerimize güvenebileceğimizi hissedemeyiz. Gerektiğinde duygu ve problemlerimizden uzaklaşmayı beceremeyiz. Bir kaos duygusu yaşarız ve bizi değişik yönlere savurabilecek dış baskılara karşı dayanıksız oluruz. Başkalarına karşı pasif-agresif bir şekilde davranırız ama hiçbir kötü niyetimizin olmadığını iddia ederiz.
Danışanlar (psikoloğa gidenler), kendilerini güçlü duygulanımların (aşırı korku, kıskançlık, öfke, keder...) sınırında hissettiklerinde, onlardan bir "gözetleme" sandalyesine oturmalarını ve bu duyguları odanın ortasında bir yığın olarak hayal etmelerini isteriz. Her duygu, yığının içine dikkatlice yerleştirilir, danışan, arkasına yaslanıp onları (rengini, şeklini, hissî tonlardaki farkları) izler. Duygularını yargılamadan, aşağılamadan, sadece seyrederler. "Oh, yine mi sen! Tıpkı şuna benziyorsun!" Eğerduygular, Ego`nun görebileceği bir yerde odanın ortasında olursa, bastırılmamış olurlar. Böylece, duyguların itici kuvveti geçince, danışanlara onları yoketmelerini söyleyebiliriz.
Bu alıştırmayla, danışanın Büyücü enerjisiyle bağlantısını güçlendirmesine yardım etmiş oluyoruz. İzleyen ve düşünen, Büyücüdür. Ego`nun, duyguları düzenli bir şekilde yığmasını sağlayan Büyücüdür. Böylece tesirsizleşen hissî enerjiler zamanla güçlerini kaybeder. En sonunda, güç kazanan Ego, bu ham enerjiyi alıp, onu kullanışlı ve canlı bir şekilde kendini ifâde etme yollarına dönüştürebilir.
Eğer Büyücüyü doğru bir şekilde kullanabilirsek, şahsî ve meslekî hayatlarımıza açıkgörüşlülük, anlayış, kendimizi ve başkalarını düşünme, işimizle ilgili teknik beceri ve psikolojik kuvvetlerle başedebilme buudlarını da eklemiş oluruz. Büyücüye ulaştıkça, diğer üç olgun erkeklik arketipini de bu enerjiyi düzenlemekte kullanmamız gerekecektir. Dediğimiz gibi hiçbiri tek başına çalışamaz. Büyücüyle; Kralın üreticiliği ve cömertliğini, Savaşçının kararlı ve cesur hareketlerini, Âşığın tüm varlıklara derin ve inançlı bağlılığını harmanlamak zorundayız. Ancak o zaman, bilgimizi, enerji akışlarını yönlendirme ve tesirsizleştirme becerimizi insanların, belki de tüm dünyamızın çıkarı için kullanıyor olacağız.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
ÂŞIK
Sevginin birçok biçimleri vardır. Antik Yunanlılar, İncilde "kardeşçe sevgi" denen erotik olmayan sevgiye "agape" diyorlardı. Eros, hem dar anlamda cinsî sevgi, hem de geniş anlamda tüm varlıkları saran ve birleştiren sevk anlamına geliyordu. Romalılar, bir beden ve ruhun, bir başka beden ve ruhla tamamen birleşmesi anlamında "amor"u kullanıyordu. Tüm bunlar ve sevginin diğer biçimleri, insan hayatındaki Âşık enerjisinin canlı birer örneğidir.
Jungçular çoğunlukla Yunan ilâhı Eros`u, Âşık enerjisi yerine kullanırlar. Latince "libido" tâbirini de kullanırlar. Bu tâbirlerle, sadece cinsî zevkleri değil, genel bir yaşama zevkini kastederler.
Adı ne olursa olsun, Âşık enerjisinin, neşe, canlılık ve tutkunun temel enerji biçimi olduğuna inanıyoruz. Bu enerji, türümüzün cinsellik, yiyecek, sağlık, hayatın zorluklarına aktif bir şekilde uyum ihtiyaçları ve en önemlisi "anlam açlığı" vasıtasıyla (ki bunlar olmadan insanlar hayatlarını devam ettiremez) yaşar. Âşık`ın temel güdüsü, bu ihtiyaçları gidermektir.
Âşık arketipi, ruh için de temeldir. Çünkü dış çevreye duyarlı olmayı sağlayan enerjidir. Jungçuların "hassevî-duyusal fonksiyon" dediği şeyin ifâdesidir. Bu "hassevî-duyusal" tecrübenin tüm teferruatından sorumlu olmanın yanında renkleri, biçimleri, sesleri, dokunma, koklamayla ilgili duyuları da belirler. Âşık, iç psikolojik dünyadaki değişimleri gözler ve aldığı hassevî intibâlara karşılık verir.
Bütünlüklü Âşık: Âşık oyun ve "gösteri" arketipidir; sağlıklı hayatın, duyulara seslenen zevklerin dünyasında, utançsız bir şekilde bedenine sahib olmanın arketipidir. Yani, Âşık fazlasıyla hassevîdir, tüm ihtişâmıyla fizikî dünyanın farkındadır ve duyularıyla bunu hisseder. Bu duyarlılığıyla tüm varlıklarla ilişki içindedir, onlara bağlıdır. Şefkatle ve hissî bir anlayışlılıkla onlarla bir bütün olur. Âşık`ı kullanan bir erkek için, tüm varlıklar sırrî biçimlerde birbirine bağlanmıştır. "Bir kum tanesindeki dünya"yı görebilir ve hissedebilir.
İnsiyâkî olarak etrafındaki şeylerle "empati" (başkalarının hürriyetiyle bağ) kuruyordur.
Âşık`ı kullanan erkeğin, belki Jung`un öngördüğünden daha da geniş bir "kollektif şuurdışı"na açık olduğuna inanıyoruz. Jung`un kollektif şuurdışı tüm insanoğullarının şuurdışıdır ve Jung`un dediği gibi, bugüne kadar yaşamış tüm insanların hayatında olup biten herşeyin hatırasını muhafaza eder. Belki tüm canlıların duyumlarını kapsayacak kadar da geniştir.
Doğu bilgeleri, kocaman denizin sathındaki dalgalar gibi olduğumuzu söylerler. Âşık enerjisinin bu "okyanus" bağlantılarıyla birebir ve çok yakın ilişkisi vardır.
İç ve dış şeylere karşı duyarlılık, tutkuyla elele gider. Âşık`ın bağlılığı temel olarak entellektüel değildir. Hissetmeye dayalıdır. Temel ihtiyaçlarımız hepimizce en azından sathın hemen altında tutkuyla hissedilir. Fakat Âşık, bunun derin bilgisine sahibtir. Şuurdışına yakın olmak, "ateş"e, hayatın ateşlerine, biyolojik seviyedeki hayatî metabolik süreçlerin ateşlerine yakın olmak demektir. Sevgi, hepimizin bildiği gibi, "sıcak", çoğu zaman "el yakacak" kadar sıcaktır.
Âşık`ın tesirindeki erkek, dokunmak ve dokunulmak ister. Herşeye fizikî ve hissî olarak dokunmak ister ve herşeyin ona dokunulmasını ister. Hiçbir sınır tanımaz. İçindeki güçlü hisler vasıtasıyla iç dünyasında (ve başkalarıyla ilişkileri çerçevesinde haricî olarak) hissettiği bağlılık duygusunu yaşamak ister. Algılanan dünyayı bir bütün hâlinde yaşamak ister.
Estetik idrak olarak bilinen şeye de sahibtir. Ne olduğu önemli olmaksızın herşeyi estetik açıdan yaşamak ister. Onun için tüm hayat sanattır ve çok değişik duygular uyandırır.
Kökeni Ödipal Çocuk olan Âşık enerjisi, aynı zamanda mânevîliğin, bilhassa mistisizmin kaynağıdır. Tüm dünya dinlerinde bulunan ve onların temeli olan mistik gelenekte, Âşık enerjisi, mistikler vasıtasıyla herşeyin sonsuz Birliğini sezer ve ölümlü, sonlu bir insanda bulunmasına rağmen, günlük hayatta bu Birliği aktif olarak yaşamaya çalışır.
Âşık`a ulaşmış erkek, hayattaki herşeyi bu şekilde yaşar. Dünyadaki acı ve kötülükleri hissederken bile aynı zamanda büyük bir sevinç hisseder. Sevinç ve hazzı tüm duyu tecrübeleriyle yaşar. Meselâ, sigara paketini açıp, tütünün egzotik aromalarını koklama sevincini bilir. Müziğe karşı duyarlıdır. Hint sitarının ürpertici nağmelerini, büyük bir senfoninin yükselen temposunu veya bir Arab darbukasının çileci vuruşlarını derinden hissedebilir.
Yazmak, onun için, hasselerinin de katıldığı duyulur bir tecrübeye dönüşebilir. Yazarlara niye çoğu yazarın masa başına oturunca sigara içtiklerini sorduğumuzda, sigara içmenin; tüm duyularını intibâlara, teessürlere, kelime farklarına karşı açık bir hâle getirerek rahatlık verdiğini söylediler. Bunu yaptıklarında "yeryüzü" yahut "dünya" ile derinden bağlantı kurduklarını hissediyorlar. İçerisi ve dışarısı sürekli bir bütüne dönüşüyor ve böylece onlar da ibdâ edebiliyorlar.
Diller (farklı sesler ve ince anlam farkları), Âşık`ın hissî beğenisi vasıtasıyla birbirine yakınlaşır. Başkaları yabancı dilleri mekanik bir şekilde öğrenirken, Âşık`a ulaşmış erkekler hissederek öğrenir.
Felsefe, ilâhiyat veya ilim gibi yüksek mücerred düşünceler bile duyular vasıtasıyla hissedilir.
Âşık enerjisiyle yoğun ilişkisi olan erkek, işini ve birlikte olduğu insanları bu estetik idrakla yaşar. İnsanları bir kitab gibi "okuyabilir". Çoğunlukla, onlardaki ruhî değişimlere acı verecek ölçüde duyarlıdır ve saklı güdülerini bile hissedebilir. Bu gerçekten de acı verici bir tecrübedir.
Âşık sadece yaşama sevincinin arketipi değildir. Dünyayı ve diğer insanları hissetme kapasitesinin yanısıra, acılarını da hisseder. Diğerleri acıdan kaçabilir, ama Âşık ile ilişkide olan erkek onlara dayanmayı bilmelidir. Hem kendisi için hem başkaları için yaşıyor olmanın verdiği acıyı hisseder.
Âşık`ın tesirindeki erkek, içtimaî sınırlarda durmak istemez. Böyle şeylerin sunîliğine karşı gelir. Hayatı (sanatçının stüdyosu, ibdâ edici bilgi çalışmaları) çoğunlukla sıradışıdır ve karmakarışıktır.
Netice olarak, "yasa"ya karşı çıktığı için, duyular ve ahlâk, aşk ve vazife arasındaki o eski ve bildik gerilimi, karşı çıkışlarla dolu hayatı görürüz. Joseph Campbell bunu manzum bir biçimde "amor ve Roma" arasındaki gerilim olarak dile getirmiştir. "Amor", tutkulu hayatlar; "Roma" ise, yasa ve düzene karşı sorumluluk ve vazife anlamına gelmektedir.
Bu yüzden Âşık enerjisi, diğer olgun erkeklik enerjilerine -en azından ilk bakışta- tamamen zıddır. Onun ilgileri, Savaşçı, Büyücü ve Kral`ın sınırlar, tesirsizleştirmeler, düzen ve disiplinle ilgili görüşlerinin zıddıdır. Bir erkeğin ruhu için doğru olan, tabiî ki tarih ve kültürel panoramada da doğrudur.
Sanatçı Âşık`ların şahsî hayatları "tipik" olarak fırtınalı, karmaşık ve labirent gibidir; iniş-çıkışlarla, kötü evliliklerle ve çoğunlukla da uyuşturucu bağımlılığıyla doludur. İbdâcı şuurdışının ateşli gücüne çok yakın bir yerde yaşarlar.
Benzer bir şekilde, hakiki ruhçu Âşık`lar da derinden hissettikleri sezgilerin "titreşimi" ve duyumlarıyla dolu bir dünyada yaşarlar. Onların şuurları da sanatçılarınki gibi, başkalarının duygu ve düşüncelerinin ve kollektif şuurdışının karanlık dünyasının saldırılarına fazlasıyla açıktır. Gündelik umumî kanaatler dünyasının ardında veya altında duran bir dünyada yaşıyor gibidirler. Bu gizli dünya, onlara sesli kelimeler, şiddetli duygular, başkalarının anlamadığı sıcak ve soğuk duyumları, farkedilemeyen kokular, büyük korku ve güzellik imajları, insanların gerçekte neler yaşadığına dair duyumlar verir. Hatta gelecek hakkında intibâlar bile alabilirler.
İnsanlar, durumlar veya geleceğimiz hakkında sezgilerimiz ve önbilgilerimiz olduğunda bizler de Âşık`a erişmiş oluruz. Böyle ânlarda varlıkların temel birliğini müşahhas olarak bile hissedebiliriz ve normalde farkında olmadığımız gerçekliklerle bağlantı kurmamızı sağlayan Âşık enerjisiyle dolarız.
Çiftçilikten borsacılığa, boyacılıktan bilgisayar yazılımı hazırlamaya kadar, neredeyse her meslek her çeşit sanatçı ve üretici, ibdâcı çaba, olduruculuk için Âşık enerjisini kullanır. Meraklılar, fanatikler, tutkulular, bir cereyanın bağlıları, antikacılar, uzmanlar da böyledir.
Âşık`ın gölge yönlerini tartışmaya başlamadan önce, yıllardır süren "tekeşlilik-çokeşlilik" ve "rastgele ilişki" zıdlığı mevzuunda bir not düşmek istiyoruz. Tekeşlilik, bir kadın ve erkeğin kendilerini yalnızca birine -beden ve ruh olarak- adadığı, aşkın "amor" biçiminden doğar. Tekeşlilik, en azından Batıda hâlen idealimiz olmayı sürdürüyor. Fakat Âşık, kendini çokeşlilik, değişik tekeşlilikler veya rastgele ilişkiler vasıtasıyla da dışa vurur. Mitolojide, bu, Hindu Krishna`nın "gopi"lere (kadın çobanlara) olan aşkı olarak gösterilir. Her birini, sonsuz aşk gücüyle tam olarak sever, böylece her bir gopi, kendini tamamen hususî ve değerli hisseder. Muhtelif ülkelerdeki çokeşlilik tatbikatlarında, tüm bu içtimaî düzenlemeler içinde, Âşık kendini açığa vurur.
Mübtelâ ve İktidarsız Âşık (Gölge Âşık): Mübtelâ Âşık (ifrad sapma) ile aynîleşen erkeğin sorduğu en âcil ve kuvvetli soru "Bana sonsuz zevkler sunan bu kocaman dünyada niye cinsî ve hissî hayatıma sınırlar koyayım ki?"dir.
Mübtelâlık bir erkeğe nasıl hükmeder? Mübtelâ biçimindeki Gölge Âşık`ın temel ve en yıkıcı hususiyeti, kendini farklı yollarla gösteren yitikliktir. Gölge Âşık`ın hükmettiği erkek, gerçekten de duyular okyanusunda kaybolup gider. Dış dünyadan gelecek en hafif bir tesir bile onu dağıtmaya yeter. Gece karanlığındaki tren sesinin yankısına, ofisteki bir kavganın hissî yıkımına, sokakta karşılaştığı kadınların kırıtmalarına gidiverir aklı. Bir o yana bir bu yana sürüklenen bu adam kendi akıbetinin efendisi değildir. Bu duyarlılığının kurbanı hâline gelir. Bakışlar, kokular, dokunuşlar, sesler dünyasında boğulur.
Geceleyin odasına bir damla ışık düşmesine bile dayanamayan, diğer dairelerden gelen gürültülerle gerçekten çılgına dönen, aynı zamanda parlak bir besteci olan korkunç duyarlı bir erkek vardı. Düşüncelerinden taşan melodi ve besteleri kafasında tutamıyordu. Çünkü yüksek sesle işitiyordu. Ümidsiz bir çabayla hayatını düzene koymak için evin heryerine -aynalara, yatağına, kahve masasına, kapılara- yüzlerce notastı. Çıldırmışçasına, her yazılı olanı gerçekleştirmek için oradan oraya koşuyordu. Duyuları içinde kaybolup gitmişti.
Bir başkası, gece okulunda bir yabancı dil okuyordu. Mübtelâ Âşık`ın hükmünde, bu dile duyularıyla yaklaştı; garib şekillere hayran oluyor, her sesi, kelimeler arasındaki en ince farkı hissediyordu. Sonunda duyguları tarafından tamamen ele geçirildiği ve öğrenemediği bir noktaya ulaştı. Ezberlemek için gerekli "uzaklığı" sağlayamıyordu. Bir kelimeye verecek enerji bile bulamıyordu. Sınıf birinciliğine oynamasına rağmen, kısa zamanda sonunculuğa düştü. Dili kontrol edemiyor ve hâkim olamıyordu; dil onu kontrol ediyordu. O yabancı dilin Mübtelâ`sı, o dile karşı hissettiği duygularının kurbanı oldu. Kaybolup gitti.
Gelirini fazlasıyla aşan bir arabaya âşık olup sonra meteliksiz kalan adam da böyledir.
Karısının bebeklerine mama almak için sakladığı evdeki son parayı alıp, çalıştığı proje için gerekli boya ve kalemlere harcayan sanatçının hikâyesini anlatalım: Karısını ve çocuklarını seviyordu. Fakat, dediği gibi, sanatını mutlaka yapmak zorunda olduğunu hissediyordu. Onun içinde kaybolmuştu; en sonundaysa ailesini kaybetti.
Mübtelâ kişilikler -yemekten, içmekten, sigaradan veya uyuşturucudan vazgeçemeyen insanlar- ile ilgili hikâyeleri bilirsiniz. Tütüne olan kimyevî ve hissî bağımlılığında kaybolarak ölenleri meselâ.
Bu kaybolmanın da gösterdiği gibi, Mübtelâ, ânlık zevkler için yaşar ve bizleri kaçamadığımız bir hareketsizliğe hapseder. Bu ilâhiyatçı Reinhold Neibuhr`un "duyu günahı" dediği şeydir.
Aşk ateşiyle yandığımızda, hasretlerimizin acısı ve sarhoşluğuyla tutuştuğumuzda, bedenimizin dışına çıkamayız, geriye çekilip yeni bir eylemde bulunamayız. Bizim deyişimizle "kendimize gelemeyiz". Duygularımızdan uzaklaşma ve belli bir "mesafe koyma"yı beceremeyiz. Birçok hayat, çöküntüye dönüşmüştür; çünkü insanlar kendilerini yanlış ilişkilerden yahut yıkıcı evliliklerden kurtaramaz. Mübtelâlığa dayalı bir ilişkiye yakalandığımızı her hissedişimizde, bu durumu daha çok görmezden geliriz, çünkü çoktan Gölge Âşığın kurbanı olmuşuzdur.
Gölge Âşık`ın aktif kutbunun kurbanı -içindeki ve dışındaki- yitiklikten sonsuza dek rahatsız olacaktır. Bu kişi sürekli birşeyler arar. Ne aradığını bilmez ama bir yere yerleşmekten âciz kovboyun filmin sonunda batan güneşe doğru yalnız başına atını sürmesi gibi, başka bir heyecan ve macera peşinde dolaşır durur. İlerdeki tepelerin hemen ardındaki o belirsiz şeyi yaşamak için tatmin edilemez bir açlık duyar. Tüm ölümlü insanlar gibi mutluluğa fenâ hâlde ihtiyaç duyan bu ölümlü adam, kendisine neye mâlolursa olsun, onu "hürleştirecek fikir"in değil, duyularının peşinden gitmek zorunda hisseder. Bu, âşık olmak ve terketmek için âşık olan James Bond ve Indiana Jones`tur. Burada gördüğümüz Don Juan sendromudur, böylece tekeşlilik ve rastgele ilişki mevzuuna yeniden dönmüş oluyoruz.
Tekeşlilik, kendi derinliğinin ve bütünlüğünün verimi olarak ele alınabilir. Zahirî kurallarla değil, iç yapılarıyla, kendi erkeksi selâmeti ve kendi iç sevinciyle sarmalanmıştır. Fakat bir kadından diğerine koşan, ne olduğunu bilmediği birşeyi zoraki bir şekilde arayan erkek, henüz iç yapıları yeterince oturmamış biridir. Çünkü iç dünyası parçalıdır, belli bir merkezi yoktur, kadınsı formlar ve duyu tecrübeleri dünyasında varolduğunu düşündüğü hayalî bütünlük tarafından oradan oraya savrulur.
Mübtelâ için, dünya yitik bir bütünlüğün bir türlü ulaşılamayan parçalarından oluşmaktadır. Ön plandakilerin esiri olur ve asıl belirleyici olan "arkaplan"ı göremez. Hinduların dediği gibi, "şekillerin sonsuzluğu"na kapılır, kendisine huzur ve sâkinlik getirecek "Bir"liği bulamaz. Prizmanın sonlu tarafında yaşayarak, sadece gökkuşağı renklerinin göz kamaştırıcı fakat parça parça ışığını yaşayabilir.
Bu, semâvî dinlerin "putperestlik" dediği şeyin başka bir şeklidir. Mübtelâ Âşık asla hissedemeyeceği Birlik ve Bütünlüğün gücünü şuursuzca sonlu parçalara bölmeye çalışır. Bu da yine pornografik koleksiyon fenomeninde kendini ortaya koyar. Mübtelânın parçalayıcı enerjisine bağlı erkekler, çoğu zaman çıplak kadın fotoğraflarından oluşan büyük koleksiyonlar yapar ve bunları "göğüsler", "bacaklar" gibi kategoriler hâlinde düzenlerler. Ardından "göğüsler"i yanyana dizer ve büyük bir zevkle birbirleriyle kıyaslarlar. Ve aynı şeyi "bacaklar" yahut kadın bedeninin diğer bölümleri ile yaparlar. Parçaların güzelliğine bayılırlar ama bir kadını yakın ve "insanî" bir ilişki kurabilecekleri beden ve ruh bütünlüğü olan fizikî ve psikolojik açıdan "bütün" bir insan olarak hissedemez, yaşayamazlar.
Bu putperestlikte şuurdışı bir şişinme, aşırı gurur vardır. Duyu dünyasının efendisi olma ihtirasıyla, bu imajlara tapınma.
Mübtelânın hükmü altındaki erkeğin rahatsızlığı, yakalandığı ağdan bir çıkış yolu bulma çabasının ifâdesidir. Çıkış yolu, daha derin bir yoldan geçer. Mübtelânın aradığı, sonsuz ve sürekli bir "orgazm"dır. Bu yüzden bu şehirden o şehire, o maceradan bu maceraya, o kadından bu kadına koşar. Her seferinde kadın, ölümlülüğünü, sonluluğunu, zayıflığını ve sınırlarını ona gösterir, sonsuz orgazmı "bu kez" bulduğu düşünü yıkar. Başka bir deyişle, dünyayla kurduğu mükemmel birlik hayalinin heyecanını yitirince, atına biner ve yeni bir sarhoşluk aramak üzere yola çıkar. Erkeksi neşesinin "sabit"liğine ihtiyaç duyar. Sadece onu nerede arayacağını bilmez. "Mânevî gücünü" bir kokain çubuğunda arama noktasına gelir.
Psikologlar, bir erkeğin Mübtelâ`nın esiri olmasından doğan problemlerden "sınır problemi" diye bahsederler. Mübtelâ`nın esareti altındaki erkek için sınırlar yoktur. Daha önce de dediğimiz gibi, Âşık sınırlanmak istemez. Bizler de onun esiri olunca, sınırlanmaya dayanamayız.
Mübtelâ Âşık, gerçekten de şuurdışının -kendi şahsî şuurdışının ve kollektif şuurdışının- esiridir. Onun içinde boğulmuştur. Bu, İncilde kaotik "derinlik"tir, erkeksi dünyanın yapı olarak doğduğu antik yaradılış mitlerinin "ilk" okyanusudur. Bu okyanusvarî kaos -şuurdışı- mitolojide "kadın" olarak sembolize edilmiştir. Bu "Anne"dir.
Mübtelâ`nın tam da bizi yapmaktan alıkoyduğu şey, en başta yapmamız gereken şeydir; yani, "kadınsı" şuurdışı alanının dışında kendi erkeksi Ego yapılarını geliştirmektir, sınırlarımızı koymaktır. Mübtelâysa, sınırlara karşı durur. Fakat sınırlar, kahramanca bir çabayla yapılmıştır ve Mübtelâ`nın esiri olan erkeğin en çok ihtiyacını duyduğu şeydir. Tüm varlıklarla daha fazla bir olmasına gerek yoktur. Zaten fazlasıyla yapmıştır bunu. İhtiyacı sadece "mesafe koymak" ve "ayrı kalmak"tır.
Artık, Ana kuzusunun Annesine tâbî olması durumunu çocukluktan yetişkinliğe taşıyanın Mübtelâ olduğunu görebiliriz. Mübtelâ`nın hükmü altındaki erkek, hâlâ Annesine bağlıdır ve bundan kurtulmaya çalışır. Ve, onu "erkekliğinden alıkoyan" çekici ve büyüleyici "kadınsı" güzelliği yıkmalıdır.
Mübtelâ, Ana Kuzusundan türemiş biri olarak, sınırların kullanışlılığını gerçekten öğrenmelidir. Erkeksi yapıdan mahrum oluşunun, disiplinsizliğinin, neticesiz ilişkilerinin ve otorite problemlerinin kendisini kaçınılmaz olarak sıkıntıya sokacağını öğrenmelidir. İşinden atılacak ve onu gerçekten seven karısı, eninde sonunda onu terkedecektir.
Peki, bütünlüklü Âşık`a ulaşamadığımızı hissediyorsak bu ne anlama gelir? O zaman iktidarsız Âşık`ın hükmü altına girmişiz demektir. Duygusuz bir hâlde yaşarız. Tecrid olunmuşluk ve tekdüzeliği hissederiz. Psikologların "yavanlaşmış hissîlik" dediği, heyecan eksikliğini, canlılık ve hareketlilikten mahrumluğu, sıkıntı ve isteksizliği hissederiz. Sabahkalkmakta, akşam uyumakta güçlük çeker ve monoton bir şekilde konuştuğumuzu farkederiz. Giderek ailemizden, iş arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan uzaklaştığımızı görürüz. Cinsî hayata da bu durgunluk yansır. İştahımız kaybolur ve hayatı mânâsız bir akış olarak yaşarız. Kısacası bunalıma gireriz.
İktidarsız Âşıklar, "kronik" bir şekilde bunalımlıdır. Başkalarıyla bağ kuramadıklarını, onlardan koptuklarını hissederler. Hatta bu, kişilik parçalanmalarına kadar gidebilir ve kendilerini gerçekdışı olarak algılayabilirler. Hayatı, kendisinin dışarıdan izlediği bir film gibidir. Uğruna yaşayacak hiçbir şeyin olmadığını hissederler. İncil "bakış açısı olmayan insanlar yaşayamazlar" der. Âşık`ın muhayyilesi ve bakış açısı olmadan, insanlar yaşayamazlar.
Âşık`a Ulaşma: Eğer Âşık`a ulaşırsak, Ego yapılarımız güçlü olur, kendimizi (hayatlarımız, gayelerimiz, işimiz ve başarılarımız açısından) ilişki içinde, bağlantılı, canlı, şevk dolu, şefkatli, anlayışlı, enerji dolu ve romantik hissederiz. Mânevî güç dediğimiz anlamlılık duygusunu bize veren, tam olarak ulaşılmış Âşık`tır. Kendimiz ve başkaları için daha iyi bir dünya hasretlerimizin kaynağı Âşık`tır. O, idealist ve hayalcidir. O, daha iyi şeylere sahib olmamızı ister. "Daha verimli yaşamamız için size hayatı getirdim" der.
Âşık, diğer erkek enerjilerinin, birbirlerine karşı ve zor şartlarda hayat kavgası veren insanoğlunun gerçek hayatlarına karşı insanî, sevecen ve ilgili olmasını sağlar. Dediğimiz gibi, Kral, Savaşçı ve Büyücü birbiriyle oldukça uyumludur. Çünkü, Âşık olmaksızın, üçü de hayattan kopuktur. Onlar enerji kazanmak, insanîleşmek ve nihaî gayelerini -sevgiyi- edinebilmek için Âşık`a ihtiyaç duyarlar. Sadistik olmamak için, Âşık`a ihtiyaçları vardır.
Âşık da onlara ihtiyaç duyar. Hissî ve hassevî kaosunun sınırsızlığı içindeki Âşık, sınırlarını tâyin etmek, kendine bir yapı kazandırmak, kaosunu ibdâcı bir yöne yönlendirecek düzeni kurmak için Kral`a ihtiyaç duyar. Sınırları olmadan Âşık enerjisi menfî ve yıkıcı bir hâle gelir. Âşık, kararlı davranabilmek, hareketsizleştirici duyu ve duygu bağımlılığının ağından bir "kılıç darbesiyle" kopabilmek için Savaşçıya ihtiyaç duyar. Âşık, duygularının tuzağına düşmekten korunmak ve daha objektif bir perspektif kazanmak, resmin "tamamını" görmek ve görünenin ötesindeki gerçekliği yaşayabilmek için gereken "uzaklığa" erişebilmek için Büyücüye ihtiyaç duyar.
Ne yazık ki, canlılığımıza ve "pırıltı"larımıza yönelik katı yürekli saldırılar çok erken yaşlarda başlar. Çoğumuz içimizdeki Âşık`ı öyle bastırırız ki, hayattaki hiçbir şey için tutku ve sevinç hissedemeyiz. Hayatlarımızı istediğimiz gibi yaşamayı ve canlı kılmayı başaramayız. Hatta, duyguların bilhassa da "kendi" duygularımızın rahatsız edici yükler olduğunu ve bir erkek için uygun olmadığını düşünebiliriz. Fakat hayatlarımızı bırakmayalım! İçimizdeki spontanlığı ve yaşama sevincini bulalım. O zaman sadece hayatlarımızı daha verimli yapmakla kalmaz, "başkaları"nın belki de ilk kez yaşamalarını sağlamış oluruz.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=4]Son Söz[/h]
Kitab özetimiz burada bitiyor. Farketmiş olmalısınız, eserde kadınlardan pek sözedilmiyor. Hep erkek açısından kadına bakış vesilesiyle karşı cinse temas ediliyor. Kitabın bir yerinde meâlen denilen şu: Erkeklerin "çocukluk" ve "olgunluk" arketipleri olduğu gibi, kadınların da benzer şekilde "kızlık" ve "kadınlık" arketipleri var; ve kızlar da pek kadınlaşamıyor. Fakat bunların neler olduğuna ve nasıl tezâhür ettiğine, kitabın mevzuu olmadığından olsa gerek, rastlayamıyoruz. Muhakkak, bu bâbda söylenmiş çok şey var ve zaten söylenegeliyor da. İşin aslı şu ki, bu kitabda erkek için serdedilen düşünceler ve menfî yönlerin kadınlarla ortaklaştığı noktaları tesbit, pek de zor değil bir yerde. Ruh ve nefs zıdlığı temelde.
Bizim tezimiz, sınırlarına hapsolmuş bir cinsler savaşı ve cebheleşmesi değil elbette. "Zıdlar arası muvazene" hâlinde, "benzemez"lerin birbirini diyalektik olarak tamamlaması gibi, tek bir insan aksiyonunun, "var olmak" ve "var kalmak" için "zamanı aşma"aksiyonunun kahramanı olmak borcundaki kadın ve erkeğin birlikteliği... Ve, aile,Mütefekkir`in vurguladığı vechile, "zamanüstü gayesinden"...
Evet; "Kral, Savaşçı, Büyücü, Âşık" adlı eser vesilesiyle yazdıklarımızı ve iktibas ettiklerimizi artık bitirirken, tüm bunların ister istemez bir "boy aynası" fonksiyonu görebileceği anlaşılıyor. Ki en başta kendi nefsimizin "boy ölçüsü"nü bize âşikâr eden. Mesele de bu ya zaten, "nefs muhasebesi"ne giriş için "nefs"ini tanımak. Ve "kendini aşma" yoluna girmek; "erkeklik" ve "birlikte varoluş" yoluna; "zorunluluk" ve "sorumluluk" yoluna; erişmek, yetişmek ve yetiştirmek yoluna. Vedâ etmek "çocuksu"luğa.
"Hoşgeldin hayata!.."
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt