Kadinca" bir yazi
Kadinca" bir yazi
KADINCA" BİR YAZI
Sedef Erol
Sizlere aşağıda aktaracağım satırlar aslında bir insanlık dramı ancak o kadar rastlanılır hale geldi ki, bu olaylar adeta kanıksanır oldu. “Vah vah” deyip geçiştirdiğimiz bu tür dramlar belki de yarın çok sevdiklerimizi incitecek. Ne yazık ki bu tür olayları toplumdan temizleyebilmek oldukça zor.
10 Şubat 2009 tarihli bir gazeteden alıntı yaptığım bir üçüncü sayfa haberi:
“Kocasından dayak yiyen ve burnu kırılan beş aylık hamile kadın, “Gidecek yerim yok” dedi ve şikayetçi olmadı. Şikayetçi olsa belki kocası tutuklanacak hapse girecekti. Ancak hamile kadın, iki çocuğuyla birlikte sığınacak yeri olmadığı için kocasını affetmek zorunda kaldı.
Sevgi Erkçi'nin başına gelenler Türkiye'de pek çok kadının başına geliyor. Konya'nın Selçuklu ilçesinde yaşayan Sevgi Erkçi, önceki akşam Ali Erkçi ile tartıştı. Koca Erkçi sinirlenince beş aylık hamile olan karısı Sevgi Erkçi'yi hastanelik edinceye kadar dövdü. Kocasının elinden zor kurtulan kadın polisten yardım istedi. Talihsiz kadın, eve gelen polisler tarafından hastaneye kaldırıldı. Hastanede tedavi altına alınan Sevgi Erkçi'nin burnunun kırıldığı, ancak doku zedelenmesine rağmen bebeğe bir şey olmadığı ortaya çıktı. Dayakçı koca, polis tarafından apar topar gözaltına alındı. Ancak Sevgi Erkçi, “Hamileyim ve iki çocuğum var, gidecek yerim yok. Mecburen kocamın yanına döneceğim” diyerek şikayetçi olmadığını söyledi. Bunun üzerine Ali Erkçi serbest bırakıldı.”
…
İşte, gazete haberi böyle. Üçüncü sayfa felaket haberleri diyerek bakmadığımız bu sütunlarda aslında ne dramlar anlatılıyor.
Gelelim dayakçı koca ve “mecburiyetten” affeden çaresiz karısına.
Toplumda eskiden beri süregelen “Dayak cennetten çıkmadır” “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter ” gibi şiddeti hoş gören inanışlar var olsa da, modern dünyada şiddetin aslında hiçbir eğitici yanı olmadığı ve yalnızca acizlerin başvurduğu bir yöntem olduğu artık biliniyor. Biliniyor da, kökü bir türlü kazınamıyor. Özellikle kadınlara şiddet uygulanması olayına bugün tüm dünyada rastlanmakta. Üstelik, çok uygar saydığımız ülkelerde bile böyle bir problem söz konusu. Ancak bir farkla, bu ülkelerde böyle bir olayın sonucu kadının iradesine bırakılmıyor, şiddete başvuran her kimse gerekli cezayı alıyor ve bu nedenle uygar toplumlarda “kadına şiddet” olayına daha az rastlanıyor. Zaten, olması gereken de bu.
Gelelim, yukarıda anlattığım olaya.
Bu bu konuyu birkaç açıdan irdelemek istiyorum.
1) Dayakçı koca Ali Erkçi, muhtemelen geçim sıkıntısı ya da başka bir nedenle bunalımda. Durum böyle olunca, tüm yaşamın acısı kimden çıkarılacak, elbette evdeki beş aylık hamile zavallı kadından! Nasılsa rakibin kendisine karşı koyacak gücü yok, vur ha vur, patrona kız vur, bakkala kız vur, muhtemelen kendi ailesinde de böyle görmüş.
Be akılsız adam, sana iki çocuk vermiş, üçüncüsünü de vermeye hazırlanan bir kadına bu yaptığın reva mı? Senden güçsüz olanı dövmekle kendini haklı konuma mı çıkaracağını sandın? Varsa bir anlaşmazlığın, devlet mahkemeleri var gidersin gereğini yaparsın. Ama yok, vermişler eline bir zavallı kadın vur babam vur, her türlü hizmetini yapacak, dayağını da yiyecek, “Şükür” deyip oturacak. Bir de bu kadından ömür boyu sevgi, saygı bekleyeceksin.
O kadar da değil!
2) Olayın mağduru olan Sevgi Erkçi, kendisini kurtarması için polisten yardım istese de “Gidecek yeri” olmadığından kocasını affetmek zorunda kalıyor. Ancak bu elbette “gönülden” bir af olmasa gerek. Nedeni belli, mecburiyetten. Alıp kocasını eve dönecek, muhtemelen yakın bir gelecekte bu sahne tekrar çevrilecek. Nasıl olsa suç var, ceza yok. Hamile haliyle onca dayak yedikten sonra eşimi affetmek zorunda kalan kadının çaresizliğine mi yanayım, gidecek başka bir yeri olmadığına mı bilemiyorum.
Bu, “Gidecek yerim yok” sözü de yediği dayak kadar içimi acıttı doğrusu. İnsanın hiç mi kendisine sahip çıkacak bir yakını olmaz, dayak yiyip oturmak nasıl bir kader olabilir bilemiyorum.
3) Dayak atılması ve yenmesinden daha da kötüsü, böyle bir suçun cezasız kalması. Bu vahşetin sonucunun kadının insafına bırakılması ne büyük bir haksızlık. İşte bu olayda olduğu gibi belki de birçok kadın kendisini düşünmeyen eşini düşünerek affedecek ve bu yapılanlar birilerinin yanına kar kalacak. Bu konuda caydırıcı kanunlar olması gerektiğini düşünüyorum.
4) Bir de bu ortamda büyüyen çocuklar…Erkek çocuklar muhtemelen, ileride babalarından gördüklerini uygulayacak, kız çocuklar ise, “Bu benim kaderim” “Gidecek yerim yok” deyip katlanacak. Ayrıca şiddet uygulanan evdeki çocukların alacağı psikolojik yaralar da işin başka bir dramatik yönü.
5) Nasıl bir ortamda dünyaya geleceği şimdiden belli olan zavallı, doğmamış bebek. Ana karnında yaşadığı acı ve üzüntü kimbilir onda ne gibi olumsuz etkiler yaratacak…
…
İşte size, belki de hergün ülkemizin çeşitli yörelerinde yaşanmakta olan bir aile dramını aktardım. Amacım kimseyi üzmek değil, ancak içinde yaşadığımız gerçekleri de göz ardı edemeyiz. Vurmak için havaya kalkan bir el, attığı tokattan çok daha fazla yara bırakıyor. Önemli olan, o eli havaya kaldırmamak.
Unutulmamalı ki; kaba kuvvete ancak güçsüzler başvurur.
…
Bu acı dolu yazıyı gerçek, komik ve bir o kadar da düşündürücü bir anıyla noktalamak istiyorum.
Bizim rahmetli “Hacı Teyze”nin anısını, yani babaannemin teyzesinin kızının.
Hacı teyze çok küçük yaşta, yaşça kendisinden epey büyük olan kocası ile evlendirilmiş.
Kocası o kadar zalimmiş ki, yemeği beğenmezse, tavayı pencereden fırlatırmış. Hatta bir gün, o kadar kızmış ki, Hacı Teyze'nin bütün parmaklarını “Et dövme tokmağı ” ile kırmış. Hacı teyze bu zulümler altında yaşamaya çalışırken bir yandan da Tanrı'ya yalvarırmış “Allahım şunun canını al, beni kurtar, sana çifte kurban keseceğim!”
Artık dualar mı kabul oldu, vakit saat mi geldi bilinmez, kocası hücceten (eskilerin deyimiyle) bu dünyadan göçüvermiş!
Sonra ne mi olmuş:
Hacı Teyze, müftünün de onayıyla kestirdiği çifte kurbanın etinden afiyetle yemiş.
Sakın bu yazdığımı şaka sanmayın, çocukluğum bunları dinlemekle geçti.
Ne kimse et tahtasıyla parmak kırsın,
Ne de kimse, kurban adasın.
Yaşayacak yalnızca bir ömrümüz var, onu da insan gibi yaşayalım.