DiLaRa_I NuR
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 27 Eyl 2009
- Mesajlar
- 2,576
- Tepki puanı
- 4
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
KİMYA-YI SAADET
İMAM GAZALİ
MUKADDİME
Burada Kimyâ-i Saâdet kitabının ilk bölümleri olan Kendi Nefsini Bilmek, Allahü Teala'yı Tanımak, Dünyayı Tanımak, Âhireti Tanımak ve İbadetler mevzûları anlatıldı. Kaynak kitapta bu bölüm ilk 100 sâhifedir. Kitabın tamamı 830 sâhifedir.
İmam Gazâli Hakkında:
İmam Gazâli hazretleri miladi 1058 senesinde doğmuş, 1111 (505) senesinde vefat etmiştir. İslam tefekkür tarihinin en önemli isimlerindendir. Büyük Selçuklu Devleti zamanında yaşamıştır. Bağdat'taki medreselerde ders okutmuştur.
Kimyâ-yı Saâdet Hakkında:
İman, amel ve tasavvuftan (ahlak) bahseder. İhyâ kitabının Farsçaya yapılmış kısa bir tercemesi mâhiyetindedir.
İÇİNDEKİLER
A. Birinci Ünvan: Kendi Nefsini Bilmek
BİRİNCİ FASIL
İNSAN KAÇ ŞEYDEN YARATILMIŞTIR?
Kendini tanımak, bilmek istersen, iki şeyden yaratılmış olduğunu bilmelisin. Biri zahirî kalıp. Buna beden derler. Göz ile görülebilir. Diğeri bâtın [içyüz, görünmeyen taraf] mânâsındadır. Ona nefs derler, ruh derler ve kalb derler. Bu ancak hakikat gözü ile bilinir. Baş gözü ile görülemez. Senin hakikatin, aslın, bu bâtın mânâsındadır. Ondan gayrisi ona tâbidir. Onun askeri ve hizmetçisidir. Biz bu mânâya kalb ismini vereceğiz. Kalb dediğimiz zaman biliniz ki, bazen ruh dedikleri, bazen nefs dedikleri, insanın hakikatini demek istiyoruz. Kalb demekle, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş olan et parçası [yâni yüreği] kasdetmiyoruz. Onun bir kıymeti yoktur. Hayvanlarda da ölülerde de vardır. Baş gözü ile görülebilir. Baş gözü ile görülen her şey, bu âlemden olup bunlara âlem-i şehâdet denir.
Kalbin hakikati bu âlemden değildir. Bu âleme garib olarak gelmiştir. Yolcu gibi gelmiştir. Görünen et parçası [yürek] onun taşıyıcısı ve âletidir. Bedenin tüm uzuvları [organları], onun askeridir. Bütün bedenin padişahı odur. Hak Teâlâ'yı tanımak, O'nun cemâlini müşahede etmek, onun sıfatıdır. Teklif ona olmaktadır. Hitab onadır. 'Itab ve ikab [azarlama ve cezalandırma] onadır. Asıl saadet ve şekavet [bedbahtlık, kötü hallilik] onun içindir. Beden, bütün bunlarda ona uymaktadır. Onun hakikatini bilmek, sıfatlarını tanımak, Allahü Teâlâ'yı tanımanın, bilmenin anahtarıdır. Onu bilmeye çok uğraş ki, o çok yüksek bir cevherdir. Melekler cevherindendir. Onun asıl madeni, Allahü Teâlâ hazretleridir. Oradan gelmiştir, tekrar oraya dönecektir. Buraya gurbete gelmiştir. Ticaret ve ziraat tohumu ekmek için gelmiştir. O hâlde bu mânâdaki ticaret ve ziraati bilmelisin.
İKİNCİ FASIL
KALBİN HAKİKATİNİ BİLMEK
Varlığı bilinmeyince, kalbin hakikati anlaşılamaz. O hâlde hakikatinin ne olduğunu, sonra askerini, sonra bu asker ile olan bağlılığını, sonra sıfatlarını bilmek lâzımdır. Sıfatlan bilinirse, Allahü Teâlâ'nm bilinmesinin nasıl hâsıl olduğu, kendi saadetine nasıl ulaştığı bilinir. Bunlann her birine ayrı ayrı işaret edeceğiz.
Kalbin varlığı aşikârdır. Zira, insanın kendi varlığında şüphesi yoktur. İnsanın varlığı bu kalıbı ile değildir. Bu kalıp, ölüde de vardır, fakat ruhu yoktur!
Biz kalb demekle, ruhun hakikatini kasd ediyoruz. Bu ruh olmazsa, beden temiz olamaz. Gözünü kapayıp kalıbını, gökleri, yerleri ve gözle görülebilen her şeyi unutsa da kendi varlığını zarurî olarak bilir. Her ne kadar kalıbından, yerden, gökten ve göklerde olanlardan haberi olmasa da, kendinden haberi olur. Bu hususta dikkatli düşünen bir kimse, âhiretin hakikatinden bir şeyler anlar ve yine anlar ki, bu bedeni ondan alırlar; o ise bir yerde kalır, yok olmaz.
ÜÇÜNCÜ FASIL
KALBİN HAKİKATİ
Ruhun hakikatinin mahiyetini, ona mahsus sıfatların neler olduğunu bildirmeye dinimiz müsaade etmiyor. Bunun için Allah'ın Resulü (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu açıklamadı. Nitekim, Allahü Teâlâ Peygamberimize (s.a.) buyurdu: «Ve, sana rûhdan sorarlar. Onlara de ki, ruh Rabbimin emrindendir» (1). Bundan fazlasını söylemeye izin yoktur. Ruh, Allahü Teâlâ'ya, ait şeylerdendir ve âlem-i emirdendir. O âlemden gelmiştir: «Biliniz ki, halk [yaratma] ve emir O'nundur» (2), buyuruldu. Âlem-i halk başkadır, âlem-i emr başkadır, ölçülebilen, sayılabilen ve boyutları olan her şeye âlem-i halk denir. Halk kelimesinin lügatta asıl mânâsı ölçmektir. Halbuki insanın kalbinin ölçüsü ve sayısı olmaz. Bunun içindir ki, bölünmeyi kabul etmez. Eğer bölünebilseydi, bir tarafında bir şeyi bilmemek, diğer tarafında aynı şeyi bilmek caiz olurdu. Böylece, bir anda hem âlim, hem de cahil olmuş olurdu. Bu ise imkânsızdır! Bölünme ve ölçü kendisine yanaşamadığı hâlde, bu ruh, mahlûktur, yaratıktır. Takdir, yaratmak mânâsına geldiği gibi, halk kelimesi de yaratmak mânâsına gelir. O hâlde, bu mânâda yaratıktır. Diğer mânâda ise, âlem-i emirdendir. Çünkü, âlem-i emirdeki şeyler, boyut ve ölçü kabul etmez.
O hâlde, ruha kadîm [ezeli] diyenler yanılıyor. A'raz [sıfat] diyenler de yanılıyor. Çünkü, a'razın kıyamı [ayakta durması, varlığı] kendi ile değil, tâbi olma seklindedir. Ruh ise, insanın aslıdır. Bütün kalıp, ona uymaktadır. Nasıl a'raz olabilir? Ruha cisimdir diyenler de yanılıyor. Zira cisim, bölünebilir. Ruh ise bölünemez. Ama başka bir şey daha vardır ki, ona da ruh [can] derler. O bölünebilir. Belki o hayvanların ruhu olabilir. Fakat bizim kalb dediğimiz ruh, Allahü Teâlâ'yı tanımak, bilmek yeridir. Hayvanlarda bu yoktur. Bu, ne cisim, ne a'razdır, belki melek cevherlerinden bir cevherdir. Onun hakikatini bilmek zordur. Onu şerh etmeye [açıklamaya], uzun anlatmaya da izin yoktur. Başlangıçta bunu bilmeye hacet de yoktur. Başlangıçta tutulacak din yolu mücâhededir [nefis mücadelesidir]. Bir kimse şartlarına uyarak mücâhede yaparsa, bu marifet kendiliğinden hâsıl olur. Kimseden dinlemesine lüzum kalmaz. Bu marifet Allahü Teâlâ'nın buyurduğu şu hidâyet cümlesindendir: «Rızâmızı isteyip, zahir ve bâtın düşmanlarla cihâd edenlere cennetlerimize kavuşma yollarını hidâyet ederiz» (3). Mücâhedesini henüz tamamlamayanla, ruhun hakikati hakkında konuşmak doğru olmaz. Fakat mücâhededen önce, kalbin askerini bilmek lâzımdır. Zira kalb askerini tanımayan, (nefsiyle) cihad edemez.
(1) 17 - İsrâ: 85.
(2) 7 - A'râf: 54.
DÖRDÜNCÜ FASIL
İNSANIN BEDENE İHTİYACI
Beden, kalbin ülkesidir. Bu ülkede kalbin çeşit çeşit askerleri vardır. Ayet-i kerimede, «Senin Rabbinin askerlerini, O'ndan başkası bilmez» (1), buyuruldu. Kalb âhiret için yaratılmıştır. Onun işi, saadeti [mutluluğu] aramaktır. Allahü Teâlâ'yı tanımak, bilmek ise, Allahü Teâlâ'nın yarattıklarını bilmekle ele geçer. Bu da bütün âlemdir. Alemdeki acayip şeyleri tanımak, ona hisler [duygular] yoluyla gelir. Bu hisler ise, beden ile varlıkta durmaktadır. O hâlde, marifet [tanımak, bilmek] onun avıdır. Hisler de tuzağıdır. Beden, binek hayvanıdır ve onun tuzağının taşıyıcısıdır. Bunun için, onun bedene ihtiyacı vardır. Beden, sudan, topraktan, sıcaklıktan ve rutubetten mürekkebtir [bunlardan oluşmuştur]. Bu yüzden zaif ve muhtaçtır. Helak olmasından korkulur. İçerden, acıkma ve susama; dışardan, ateş, su, düşmanlar ile canavarların ve başka şeylerin kendini öldürmek istemeleri sebebiyle korkudadır. Açlık ve susama sebebiyle yemek ve içmek ister. Bunun için iki askere muhtaçtır. Biri zahirde, el, ayak, ağız, diş, mide gibi. Diğer bâtında, yemek ve içmek isteği gibi. Dışarıdaki düşmanlardan korunması için iki askere ihtiyacı vardır: Biri zahirde, el, ayak, silâh gibi. Diğer bâtında, hışım ve gazab [kızgınlık] gibi. Görmediği gıdayı istemesi ve görmediği düşmanı defetmesi mümkün olmadığına göre, idrak etmeye, anlamaya ihtiyacı vardır. Bir kısmı zahirdedir [yani açıktadır, görünür]. Beş duygu organı olan göz, burun, kulak, dil ve el gibi. Bir kısmı da bâtındadır. Onlar da beştir ve yeri dimağdır [beyin, akıl]: Hayâl kuvveti, düşünme kuvveti, ezberleme kuvveti, hatırlama kuvveti ve vehim kuvvetidir. Bu kuvvetlerden her birinin hususî işleri vardır. Bir tanesine zarar gelirse insanın işi, dünyada da âhirette de aksar.
Bu dıştaki ve içteki askerler, kalbin emrindedirler. Kalb ise hepsinin âmiri ve padişahıdır. Dile emir verince hemen konuşur. Ele emredince tutar. Ayağa emredince, yürür. Göze emredince, bakar. Düşünce kuvvetine emir verince, düşünür. Hepsini onun isteğine ve emrine vermişlerdir. Böylece bedeni muhafaza ederler. Bu, azığını alıncaya, avını elde edinceye, âhiret ticaretini bitirinceye ve kendi saadet tohumunu ekinceye kadar devam eder. Bu askerlerin kalbe itaat etmesi, meleklerin Allahü Teâlâ'ya itaat etmesine benzer ki, hiçbir emrine muhalefet edemezler. Hattâ yaratılış icabı olarak ve isteyerek, emrolunanı yaparlar.
(1) 74 - Müddessir: 31.
BEŞİNCİ FASIL
KALB ASKERİNİN BİLİNMESİ
Kalbin askerlerini uzun uzun anlatmak çok sürer. Maksadı bir misal ile sana bildireyim: Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san'at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü gibidir. Gazab, şehrin emniyet âmiri gibidir. Kalb, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir. Padişahın bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.
Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebepsiz yere başkalarının işine karışır ve saçma sapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab, şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. Bunun gibi, şehrin padişahı daima veziri ile meşveret ederse [danışırsa], yalancı ve tama'kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebepsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu meneder, emniyet müdürünü, yapmak istediği haksızlıklardan dolayı döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizam olur. Bunun gibi, kalb padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt u rabt altına alıp (yani sıkıca tutup, idaresi altına alıp) akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allahü Teâlâ'ya kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvet ve gazaba esir ederse memleket harap olur. Padişah, bedbaht olup helak olur