Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

KİM'in Romanı (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Yaşamayı Deneme
KİM'in Romanı


es04.jpg

Takdim

Bu kitap, gaye’ye giden yolda her vasıtayı kullanma gayesine bağlı olarak, muvaffak bir oluşum çizgisinin en başındaki ürünleri gösterir ve şimdi bulunulan noktanın ilerisine doğru sanat açısından da pencere açma niyetiyle yayına girerken, içinde işaretlenen zaman diliminde ve oluşum çizgisinin hikâyesi olarak da eserin mevzuu içinde.
Anlaşılması gereken gençlik ruhundan kesitlerle, kurak bir iklime doğmuş nesillerin “yeni bir dünya görüşü” ihtiyacını, şu veya bu vesilelerle ortaya çıkan “kim”lik bunalımını ve toplumsal değerler kaosu içindeki yaşama savaşını, yazı türleri çeşitleriyle ortaya koyan mektuplar; KİM’in romanı...
Bir dönemin, toplayıcı anten, fakat “sentez”e uzak bir ruhta düğümlenmiş aksi...

İşte YAŞAMAYI DENEME!..

kimdir4.jpg
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BİR AÇIKLAMA ;

Çöpçünün, bekçinin, garsonun ve daha bilmem kimin, mesleki kıyafetleri vardır. Bu kıyafetler giyenin mesleğini gösterir.

Yine bazı meslekler vardır ki, eda, tavır ve mimikler, o mesleğe girenlerce hazır elbise gibi giyilir. Mesela polis...

Şu keman çalan kadına bak.

Kamera karşısında “Konsantre” olamamış. Ama yine de dudağının kenarında, fizikötesine kanat açarken toprakta çakılı kalmanın ıstırabını gösterir gibi bir çizgi var. Alnını kırıştırıp düzeltirken, gözlerini yumup sonra tavana bakarken, bu mimiklerin hiçbiri ruhunun tercümanı değil. Elbisesini giymiş.

Keçi sakal, bir gözlük, biraz aptal bakış, biraz manalı duruş, içki ve kalenderlik gösterisi içinde oldun mu, ya mimarsın, heykeltraşsın, ressamsın, yazarsın, duygulusun, çağdaşsın, ama illaki sade vatandaş değilsin. Elbisesinden belli.

Tanıyorum böylelerini, iğreniyorum.

Ya bu taraf.

Helva kağıdına, “bana şu kadar abone parası gönder” diye yazışını, “ah, işte sanatçı ruhu! Bir kağıda bile uzanamamış, önündeki helva kağıdına yazmış” diye değerlendirenlerin sanatçısı...

“Sanatından ne haber?”

Ve umumiyetle içinden kalınlık tüten incelik gösterileri. Söylemeye gerek yok, müştereken, moda olduğu üzere insan sevgisi.

“Nerede o insanları sevilecek toplum?”

İşte bu, sürüden farklılık üslubunun, o sıralar diplomasız, büyük ustasının bürosundayız.

Nasıl? Ayrı hikaye.

Sene 1972.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Osmanlı mimari üslubunun, o suralar diplomasız, büyük ustasının bürosundayız. Başta mimar-mühendis, ressam, karikatürist. Halk ve sanat musikisinden batı musikisine kadar değerlendirmelerine, gırtlağıyla ve davudi (bariton) harikulade sesiyle süsleyecek kadar hakim. Çocukluğundan kopmamış değil, kopamamış; o bu... Keşif zevki içinde oyuncak yapıyor. Doğrusu “koca” adama yakışmıtor. Hani sanatçı elbisesi yok ki, sürü, sanatçı garipliği diye, biraz da tecessüs ve hayranlıkla manalandırsın. Bir de modelini hazırladığı oyuncakların nasıl yapıldığını gösterir bir kitap hazırlıyor.

İlgi alanı mı? Bildikleri arasında (ne biliyorsa) alaka kurup hemen işe tahvil etmeye kalkma mizacı. Bu, barutla çalışan makine yapmaya kadar götürüyor onu; başlanılmayan başarısızlık ve doğrusu komik.

Evet, sene 1972, günlerden bir gün.

Onun, manzarası kestirilebilecek, gecekonduya benzer bürosundayız.

Ne tuhaf adam!..

Farklılığının şuurunda. “Yahu ben çok akıllıyım. N’apıcaz?” deyişi var ki, aksi söylenemiyor.

Ama ne kadar rahatsız edici bir tip. Tersini olmaya çalışırken daha çok göze batan. Sevimli olmaya çalışması daha çok kızdıran. İnsanın en keskin hükmünü, şöyle bir el hareketiyle farkında değilmiş gibi –belki de değil- deviren. Kendisinden kaçarken cazibesinden kurtulunmayan.

Anlatması uzun sürer yeri burası değil.

Anlatıyor:

-Şu, şu, şu vardı. Filancaya ısrar ettiler “şu şiirini oku” diye. Tabii ben de ısrar ediyorum, yoksa ayıp olacak. Seninki nazlanıyor. Israr, ısrar...

-Ezberden okuyamam, dedi.

Hemen raftan dergiyi getirdiler. Biraz ısrar daha. Sonra başladı okumaya. Bir hayvanın yakalanışına ait. (Burada dinleyicilerin ve kendi boynu bükük mahzun oturuşunun taklidini yapıyor. Biz gülüyoruz, o öfkeli.) Seninki şiirini bitiremedi, başladı ağlamaya. Çok içli çocuktur ya!.. Herkes onu teskin etmeye çalışıyor. Hepimiz derin derin iç çekiyoruz. Ayıp olacak... Şiir bu mu kardeşim?

Söz buradan açılıyor ve laf lafı kovalıyor:

-Ağabey, müzik duygu ve düşüncelerin sesle anlatılması olduğuna göre...

-Hayır, müzik duygu ve düşüncelerin sesle anlatılması değildir.

“Göre”ye göre söyleyeceklerim gürültüye gitti.

-Değil midir?

Gayet ciddi:

-Hayır. “Haydi kakam geldi”yi sesle anlat bakalım.

-Ama, şey.

Ne tuhaf bir misal bu yahu!.. İnsanın nutku tutuluyor.

-Anladım. Yüce duygular, aşk filan, falan. Değil.

-Peki nedir?

-Ses kompozisyonudur.

-O zaman, “resim, duygu ve düşüncelerin renklerle anlatılmasıdır” tarifi ne oluyor?

-Yanlış. Resim renk kompozisyonudur.

-Peki ses kompozisyonu derken, her ses kompozisyonu müzik midir?

-Söylenecek şey yok. Ses kompozisyonu o kadar. Şiir söz kompozisyonu. Ama söz de ses, falan filan. Şiire bakıyorsun şiir, şiire bakıyorsun değil...

Konuşma böyle giderken, basmakalıp bir söz ediyorum.

-Renklerle, zevkler tartışılmaz.

-Tartışılır. Bir kaka kokusu var, bir de gül kokusu. Hangisi güzel? Veya bir kaka rengi var, bir de limon sarısı. Renklerle zevkler, aynı derecede güzel olursa, sen onu seversin, ben bunu.

Derken KİM’i kazandırdı bana.

Sene 1980.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Şöyle, isteğimle imkansızlığın nisbetsizliği içinde, yorgun, bezgin ve bahtıma küskünlüğün huzursuzluğunda, sokağa çıkmaya korkar eski hastalığımın depreştiği bir demde, bir geceydi KİM’le karşılaştım.

Evindeyiz.

-O günden bu güne seneler geçti. Sanki dün gibi.

-Ya, ne demezsin, senin sesindim ben, hatırladın mı o şiirimi?

-Hiç unutmadım ki, hatırlayayım. Nefes alıp verdiğim hava:


üzüntü sıkıntı dert ve keder

geçmiş gibi geçeceğim yolun

şimdi oturup bir güzel

yazacağım hatırasını.


yorgunlukta mola molada aynı türkü

artık yok ne beklenen ne beklenecek

bir manasız gürültüyle şimdi

günler geceye geceler güne eklenecek


_Mektuplarımı ne yaptın ?

_Mektuplar mı ?

Kitaplar, kağıtlar, topladığı kibrit çöpleriyle kibrit kutuları, yağlı boyalar, tuttuğu notlar, tutkal kutuları, yaptığı kese kağıtları, gazeteler, imalatta kullandığı bardaklar, .........., piller,........, eski eşyalar, soba boruları, boş teneke kutular, elektirik malzemeleri içinde, nereden çıkacağı meçhul nüfus cüzdanını ararken, öfkesini benden çıkaracak gibi bir sesle:

-Evet mektuplar. Yani mektuplarım, dedi.

Onlara o zaman şöyle bir göz atmıştım; HAFİYE bana verdiğinde.

Galiba karışık anlatıyorum. Baştan anlatayım.

Rahmetli ağabeyin bürosunda sohbet ediyoruz, bir ara bana:

-Madem ki görmüyorlar diyorsun, sen görüyorsun, sen yaz, dedi.

Yolda dalgın yürürken, HAFİYE beni uyandırdı:

-Al, dedi. Kendinden ne bulacaksın?

-Nedir bu?

Nedir bu dediğim şeyi evde açınca, el yazısıyla yazılmış 700-750 yapraklık bir yazı çıktı... Üstünkörü bakışta, başlangıç hitaplarına gözünüz değmezse, rahatça hatıra defteri intibaını verebilir size de; bana olduğu gibi.

Öyle oldu.

Sonra, uzun zaman KİM’le beraber olduk; içtiğimiz su ayrı gitmez.

Sonra, kavuşuncaya kadar ayrı.

Sahi HAFİYE?

-HAFİYE nerede?

-Gemişin olduğu yerde.

Hır mı çıkaracak ne? Ama olsun, zaafları meziyetlerinin gübresi olan nadirattan.

-Yani?

-Öldü.

-Keşke sormasaydım, üzgünüm.

-Sahi mi? Sanmam. Ama bir kaç saniye için belki.

-Mektupları da o vermişti.

-Biliyorum.

-Kızmış mıydın?

-Hayır. Ama seyredilemk tedirgin eder insanı.

-Ne yapayım onları?

-Ne istersen onu.

O gece kendi evimde mektupları gözden geçirdim. Ancak kiminde tarih vardı, kiminde yoktu.

Ne yapsam?

Nasıl olsa müsaade çıkmıştı. Mektupların sırasını kendim tertipledim. Baktım ki, Yıkılış-Boşluk-Doğuş diye üç bölüme de ayırmak uygun. Elinizdeki birinci ve ikinci bölüm.

Sonra, kendi üslubumu sıçratmamaya çalışarak (ne derece muvaffak oldum bilemem) manalarını şöyle veya böyle düzeltmeksizin, cümle bozukluklarını düzelttim.

Sonra, mektup sahibinin isminin geçtiği yerleri KİM belirsizliğiyle belirttim.

Bu bölümde yer almayan bir mektupta, HAFİYE’ye söyleneni aktarmayı yararlı görüyorum. Şöyle diyordu:

“Şakası ciddiliğinden baskın bir dille, “mektuplarını bastıracağım” diyorsun. Düşündüm; bu mektuplar, bir otomobil lastiğinin, geçtiği yolları tasvir etmesine benziyor. Onların bütününden tüten kıymete değer bir hal dili varsa ve hadiselerin akışını kendi değişen renginde aksettirebilen ayna rolü oynuyorsa ne âlâ.”

Bu zaruri açıklamayı yaptığım gün, okuyucuya KİM’in de aramızdan ayrıldığını bildireyim.

Dost geçinenin, yara aldığın yerden parçalamaya hazır köpekbalığı gibi beklediği bir zamanda, gerçek dostum KİM’i kaybetmekten üzgünüm. “Sanmam” diyen sesini duyar gibiyim. Ama o Ben’dim : Ben KİM’im..

...





Sevgili Dostum!.

Sana, tarihin anacağı bahtından hebersizce (!) yazılmış, sahibini bekleyen bir şiir gönderiyorum.


sen ve ben
birbirimizden

uzaktayken

duyduğun ince bir sızıysa
ve duyuyorsam ince bir sızı;

üstüne üstlük
istiyorsan o an beraberliğimizi
ve duyuyorsan gerçekten
bir bütünün parçası olduğunu
demek ki sen

seviyorsun beni...

ben özlüyorsam uzaktan
ve yaşıyorsam
sen benim parçamsın
ben senin parçan
ve hala

kafamı bozuyorsan:

demek istediğim şu ki hani
''seviyorum seni''
bilirsin ki
''kalp kalbe karşıdır''
sevgilim.


Karıncalar mı?

Karıncaların savaşından bana kalan ders, başı koptuğu halde ısırdığı yeri bırakmayan karıncaların haliydi.

İşte yol, işte yolcu, can kardeşim.
İSİM-İMZA

S. Mirzabeyoğlu
18.10.980
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Sevgili Dostum!
Ayağının altındaki halı çekilince yere yuvarlanan adam gibi, karmakarışık duygular içindeyim. Bu yüzden de, yüreğim alev alev yeni insanların özlemiyle yanar, kendimi dünyaya meydan okuyacak kadargüçlü hissederken, âdeta bir kibrit çöpünü kaldıracak kadar olsun güç sahibi değilim. Benim hayâl ettiğim insanların, kokusu ve rengini hissettiğim toplumun, eski KİM’in söyledikleriyle, isimden başka bir benzerliği yok. KİM, ruhunda yeni dünyasına yakışmayan eski hâlleri ayıklamakla meşgul. Hayatı renksiz, kokusuz, kapkara, kupkuru, bön, havasız ruhunda boğan, çirkinleştikçe keskinleştiği zannına kapılanlarla bir beraberliğimiz olamaz. Fırtınada bütün halatları kopan, son halattan da kurtulursa hangi limana düşeceği meçhul bir gemi gibi yalpalarken, aşkla örülü o son halatın beni sımsıkı kavradığını hissediyorum. Anladın. Sevgiliden bahsediyorum.
Çocuk yaşımda, hınca hınç dolu bir salonda, kapıdan ancak tek ayağımı sokarak görebildiğim, bu vaziyette tam üç buçuk saat vecd içinde kendisini dinlediğim Sevgili.
Yeni hâlimde, eski konuştuğum, söylediğim ne varsa, hatırlanmak istenmeyen mazi gibi silinirken, pörsümeyen, dökülmeyen, yeniden yenilenen, sadece onun eserleri, sadece ona duyduğum, şiddetlenen aşk.
Anla beni!..
İki aşk arası kalakalmışım.
Kollarından ters istikametlere doğru çekilen ve parçalanma acısı içinde kıvranan esir.
*
Aşkla kale kapısı yıkılırmış, inandım.
Kale kapısı!..
Gel de, kale kapısı üzerine konmuş sinek faaliyetleriyle, Fatih’in torunları olduklarını söyleyenlerin durumunu seyret.
Sanıyorum, sana havadis yazamamamın sebeplerini en azından hissettirebiliyorum. Burada, hâline razı olmayan, kendisine biçilen elbiseyi reddedenine rastlayamadım. Devam edecek hevesi duymadığımdan burada kesiyorum. Gözlerinden öperim. Selâmlar.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
yasamayi_deneme_02.jpg

“Yaşamayı Deneme” Üzerine Bir Deneme




sen ve ben

birbirimizden

uzaktayken

duyduğun ince bir sızıysa

ve duyuyorsam ince bir sızı;

üstüne üstlük

istiyorsan o an beraberliğimizi

ve duyuyorsan gerçekten

bir bütünün parçası olduğunu

demek ki sen

seviyorsun beni


ben özlüyorsam uzaktan


ve yaşıyorsam

sen benim parçamsın

ben senin parçan

ve hâlâ

kafamı bozuyorsan:


demek istediğim şu ki hani


“seviyorum seni”

bilirsin ki

“kalp kalbe karşıdır”

sevgilim. (*)


“Yaşamayı Deneme” adlı eser onu okumaya başlamadan çok önce ismiyle dikkatimi çekmişti.


Düşünmüştüm bir an üzerinde : “Bu nasıl bir kitaptır acaba ?” diye.

Bu merakım uzun sürmemişti. O an ne kıymetli bir hazineyi rafa kaldırdığımın farkında değildim tabii ki.

O sırada liseye yeni geçmiştim.

Bilmediğim şey ise “çocukluktan çıkma”nın zorluğuydu.

Yakın zamanda gençliğe geçiş döneminde ortaya çıkan zorluklarla karşılaşmıştım.

Sanki bir okyanunusta gemisi batmış denizci gibi su yüzeyinde kalmaya çabalarken, bir kasırga dalgalara haber veriyor ve dalgalar bana karşı her yönden saldırıya geçiyordu.

Kimi zaman bu kasırgadan çıkabileceğim hakkındaki umutlarım sönüyor kendimi serbest bırakıyordum lakin buz gibi dalgalar beni tekrar harekete geçiriyordu.

Halinizden şikâyet edersiniz ve daha kötüsü başınıza gelir ya işte böyle bir kısır döngüydü bu...

Tıpkı denizlerdeki gibi size yardım edebilecek hiçbir beşeri güç yoktur. Yalnızlığın verdiği acı, bu kısır döngünün getirdiği eziyeti arttırır.

Şeytan sizinle bütün gücüyle boğuşur sizi okyanusun dibine çekmeye çalışır.

Sahtekârla dürüstü farkerdersiniz.

Dost sandığınız insanların birer sahtekâr olduğunu bütün ruhunuzla hissedersiniz. Gerçek dost aramaya başlarsınız.

Başka problemler de vardır. Öyle ki bazen problemlerinizi düşünmeye vaktiniz kalmaz.

Bu zor durumunuzda size şeytan hep “Yılana sarıl ! Denize düşen yılana sarılır.” Der.

Size yön gösterecek, yolunuzu bulduracak bir yıldız ararsınız.

İşte ben böyle bir durumdayken, tozlu rafa bıraktığım “Yaşamayı Deneme” yi tekrar hatırladım.

Müsait olduğum en yakın zamanda kitabı okumaya başladım.

İlk sayfaları okuduktan sonra hayal ettiğimin çok ötesinde bir hazine olduğunu farkettim.

Tıpkı define bulmuş birisi gibi, bu defineyi düşünmeye başladım.

Okuldayken de evdeyken de kitabı okumuyorken de hep bu kitap aklımdaydı.

Genelde az az okurdum çünkü heyecandan çoğu zaman okuduğumu anlayamıyordum.

Bazen aynı sayfayı ard arda ve üç dört kere okuduğumu hatırlarım...

Çünkü bu “KİM’in Romanı”ydı.

Roman KİM adındaki bir genci anlatıyordu.

KİM’in geçtiği yolları, yaptığı hataları KİM’in çevresindekileri bunların birbirleriyle olan ilişkilerini. Karakterlerin söylediklerini ve içlerinden geçenleri olduğu gibi tırnak içersinde aktarıyordu.

Kitap KİM’den başkalarını da, benzer şekilde anlatıyordu.

Okyanusun ortasında yönümü gösterecek yılıdızı ararken; bir pusula keşfetmiştim.

Eserin sahibi adeta KİM’di, KİM gibi düşünebilecek kadar KİM , KİM`den başkasını tahlil edebilecek kadar ise KİM’den başkasıydı.

Burada kitabın içeriğinden daha fazla bahsetmeden şunu belirtmeliyim: “KİM’in Romanı” gençler için çok önemli bir eserdir ve KİM’in geçtiği yolları bilmek benzer yollardan geçecekler için bulunmaz bir fırsattır.

“KİM”e ve “KİM’in Romanı”nın yazarına ne kadar teşekkür etsek az kalır.


* Yaşamayı Deneme “KİM’in Romanı”, Salih Mirzabeyoğlu, İbda yayınları, 2.basım, 2006,İstanbul.



Mehmet Selim YÜKSEL 15.07.2010
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Mustafa Kutlu
mkutlu@yenisafak.com.tr
Kırk yıllık yayımcıyız. Ömrümüz kitap denizinde yüzmekle geçti. Ülkemizde öyle bir gerçek var ki, ara sıra (önemine binaen) halka hatırlatmak lazım. Efendim nüfusumuz yetmiş dört milyona çıktı. Yedi üniversitemiz vardı neredeyse yüz yetmiş yedi olacak. Çok genç bir nüfusumuz var ve çoğu okuma çağında. Bu üniversitelerin öğrencileri bir yana, hocaları, lisans ve doktora öğrencileri büyük bir yekun tutar. Türkiye dünyadaki ve ülkedeki krizlere rağmen büyümesini sürdürüyor. Fert başına milli gelir çok arttı. Bütün bunlar doğru orantılı olarak bir "artış" gösteriyor.

Bir tek "kitap" bu gidişe uymuyor.

O, ters orantılı olarak başaşağı gidiyor. Bu sebeple kitaba dava açabiliriz. Kitabın ağzı var dili yok, bu dava kendimize döner. Acı bir tablo ile karşılaşırız.

Efendim ben taşrada, küçük bir şehirde büyüdüm, ilk ve orta tahsilimi orada yaptım (Erzincan). O yıllarda şehrin nüfusu yirmi-otuz bin civarında idi. Dört kitabevi vardı ve bunlar sadece kitap satarak geçinirdi. Şimdi belki yirmi dört kitabevi var, ama adı kitabevi. Kırtasiye, oyuncak ve spor malzemesi satıyorlar.

Kitabevlerini ayakta tutan esasen MEB kitabı satışı idi. Yanında defter, kalem, çanta satarak okul sezonunu açar, bütçesini güçlendirir, yıl boyu kültür kitabına ağırlık verirdi.

Tıpkı televizyonun yaygınlaşması ile taşrada sinema salonlarının bir bir kapanması gibi; MEB, kitabı öğrenciye ücretsiz vermeye başlayınca zaten zor ayakta duran kitabevleri bir bir kapandı. Kırk bin civarında olan kitabevi sayısı 10.383'e düştü. Biz yayıncılar 1970'lerde bir kültür kitabını tahmini satışa göre ya üç bin veya beş bin basardık. Şimdi bu rakam ortalama bin'e düşmüştür.

Ters orantı dediğim budur.

Eğer Türkiye'de artan üniversite, orta öğrenim kurumu, öğrenci sayısını göz önünde bulundurursak doğru orantılı olarak yayıncıların bir kitabı ilk baskıda on bin, yirmi bin basmaları gerekirdi. Okumuyoruz (Bunca yıldan sonra bu hastalığın şifa bulacağına dair umudumu kaybettim). Bunun pek çok sebebi var. Bu yazıda hepsini sıralamak mümkün değil. En önemlisi okulların ilk mektepten itibaren çocukları, okumaya alıştıramamaları veya bunu hiç gündeme getirmemeleridir. Çünkü bırakın çocukları, öğretmenler okumuyor. Prof. Dr. Orhan Okay seksen yaşın tecrübesi ile geçenlerde bir gazetede "Edebiyatçılar edebiyat okumuyor" demişti.

Bu bana bir derginin dramatik kapanış yazısını hatırlattı. Bundan 15-20 yıl önce "Sonbahar" adlı kaliteli bir şiir dergisi vardı. Kapanırken şöyle bir yazı yayımladı:

"Eğer dergimize şiir gönderen şairler bu dergiyi alsalardı Sonbahar kapanmayacaktı." Ben de yirmi iki yıldır tek başıma çıkardığım Dergâh dergisinde böylesi durumlarla karşılaşıyorum. Adam şöyle yazıyor bana: "Gönderdiğim şiir eğer dergide yayımlanırsa lütfen beni haberdar edin."

Bu manzara içinde bir parlak köşe, okurları ve yazarları kışkırtıyor. O da tüketim kültürü paralelinde gelişen "popüler kitaplar". Bunlar içinde sağlıktan, dinden, siyasetten romana kadar pek çok çeşit var. Heveslenen gençler kısa yoldan para kazanmak için yayınevi kuruyor ve bu kitapların peşinde koşuyorlar. 2000'de 844 olan yayınevi sayısı 2010'da 1691'e çıkmış. 2000'de 140 olan senelik roman sayısı 2010'da 570'e fırlamış. Bunların çoğu muhtemelen ilk romanlardır.

Nobel Edebiyat Ödülü'nü de alan Türkiye'de beş on yazar gerçekten yüksek tirajlara ulaşan romanlar yazıyor ve bu tirajlar gençlerin gözlerini kamaştırıyor. Bir "meta" haline gelen kitap elbette yılın "moda terlikleri" kadar satabilir. Bunun küçümsenecek bir yanı yok.

Terlikler ne kadar dünyayı takip ediyor, bir kalite ve çekicilik taşıyorsa, kitapların da bir kalitesi olmalı değil mi?

Elbette vardır.

Konu iyi seçilmiş, iyi anlatılmıştır.

Kitabın tanıtımı iyi yapılmıştır.

Ve netice alınmıştır.

Buna da takılıp kalmamalı. Büyük fotoğrafı görmeli. Televizyon yaygınlaşınca radyonun pabucu dama atıldı. İnternet ve görsel medya zaten zayıf olan yazık kültürü büsbütün köreltiyor. Dünyada bırakın edebiyatı, alışkın olduğumuz sanatın sonunun geldiği tartışılıyor. Demek ki bir problem var.

Dâvâ konusu olan bir mesele.

Bu meseleye Fransız kalmayalım.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt