Bizce bu maddelerden ortaya çıkan netice yine ve yeniden vurgulamak gereği gördüğümüz giyim-şahsiyet arasındaki kopamayacak olan bağ, ve giyimin ferd ve cemiyetin dili olarak algılanması gerçeğidir.
Bize göre nizamımızda erkekten beklenecek vazifeler ve ona yüklenen misyon gereğiyle, erkek giyimi daha fazla titizlik ve itina gerektirmektedir. Burada hemcinslerimizin zihinlerinde “neden” suali yer edebilir. Şöyle ki; evinin geçimini sağlamaya mecbur tutulan ve dolayısıyla günboyu dışarıda bulunan erkek, kadına nisbetle daha fazla göz önündedir ve bu yönüyle içinde bulunduğu cemiyetin fikri ve kültürel erginliğini dışa aksettirmek gibi zorların zoru bir yükümlülük taşımaktadır. Burada kadınların giyimi hiçbir mânâ ifade etmiyor şeklinde bir yanlış anlamaya yer vermemek için kadınların durumunu ilerleyen satırlarda izah etmeye çalışacağımızı hatırlatalım.
Elbette ideal bir cemiyetin ideal bir giyim anlayışı da olmalı, adı üstünde ideale dair düşünmeye ve konuşmaya çalışıyoruz. İdealimizden her mezuya, sahaya sıçrayan akisler yerini bulmalı ve hayata geçirilebilmeli, mevzu muhatablarını çetin işler bekliyor. İdeal bir nizama talip ve onu yaşatmaya namzet bir cemiyetin kendine has giyimi olmalı, ama nasıl? İdealimizdeki kıyafette dikkat ve itina gerektirecek hususiyetler neler olmalıdır?
Eşi benzeri görülmemiş bir tarz oluşturabilmek şahsımız adına şimdilik pek mümkün görülmüyor. Dolayısıyla olanları inceleyip, olması gerekene dair konuşarak bir geçiş dönemi yaşamak, sağlıklı neticelere ulaşmamız açısından önemli olsa gerek. Bu zaviyeden baktığımızda, geçmiş tarihlerdeki, farklı medeniyetlerin giyim türleri incelenerek yeni tasarılar oluşabilir. Hatta o kadar gerilere gitmeden doğu illerindeki yöresel kıyafetlerimiz, Ege Bölgesi’ndeki zeybek giysileri ve diğer bölgelerin giyimleri ile bir sentez oluşabilir. Şekle hâkim bir ruh anlayışı ile ölçüleri zedelemeden mânâmızı kıyafetlerimizde tüttürebilmek, yapmamız gereken bu olsa gerek.
Yöresel kıyafetlerimizdeki parçalardan birçoğunun belli bir misyon ve fonksiyon ifşa ettiğine şahit oluyoruz. Erkekler şalvar, gömlek, yelek, bellerine sardıkları kuşaklar ve kışın üzerlerine aldıkları aba ve başlarına taktıkları başlıklarla kıyafetlerini tamamlarlarken, kadınlar entari ve şalvar ile oluşturdukları iç giyimlerini çarşaf yahut ferace ile bütünlemektedirler. O dönemlerde kadın ve erkeklerin birlikte kullandıkları kuşakları, günümüzde aksesuar nevinden değerlendirilen ve hiçbir fayda arzedici yönü bulunmayan takı, boyun bağı, kol düğmesi vs.den ayıran bazı alâmetler bulunmaktadır. Mesela birçok kişinin maruz kaldığı bel ve sırt ağrıları günümüzde yakı ve sargı bantları ile giderilmeye çalışılmaktadır. O dönemlerde ise kuşaklar bu tür menfî hâllarden insanı korurken kılıç, silah vs. gibi eşyaları da muhafaza etmekteydi. Zerafet ve fayda sağlayıcı unsurların estetik bir biçimde birleşimi kuşaklarda kendini göstermektedir. Ayrıca üç-dört kez bele dolama işlemiyle kullanılan kışaklar cılız ve zayıf yapılı erkeklerin görünümünü farklılaştırırken bunun üzerine giyilen yelek, kaftan, cübbe gibi kıyafetler kişiye vak’ar, ciddiyet, heybet ve ihtişam kazandırmaktadır. Temizlik, şıklık, zerafet vs. gibi hususlar her medeniyetin kıyafetinde olması gereken özelliklerdenken; heybet, ihtişam ve vak’ar gibi özelliklerin bizleri diğer milletlerden ayıran alâmetler olarak düşünülmesi gerekmektedir ki; zaten geçmişte kıyafetlerimiz bu vasfıyla diğer milletlerin açıkça dile getirdikleri bir ayrıcalık taşıyordu.
Örf ve an’anelerin birçoğu ve bunların davranış ve giyim kuşamlardaki şekli insanların farkında olmadan bazı mücerretleri yaşattıklarını gösterir nitelikte aslında. Zaten âdetleşen, gelenekleşen birçok husus mukaddes değerlerin izleri ve insanlar tarafından yaşatılıyor olması demek değil mi? İnsanların inançlarının gereği olarak değil de (inanç unsurunu bir kenara iterek) örf ve âdet olduğu için bazı ölçüleri kabullenip riayet etmeleri, buna göre giyimlerine yön vermeleri vs. farkında olmadan birtakım mücerretleri yaşattıklarına delâlet ediyor olsa gerek. Ergenlik çağında hemen örtünenler, anne-babaya saygı, komşuluk ilişkileri, akraba ziyaretleri, büyüklere hürmet vs. gibi hususların inancımızın bir gereği, yansıması olarak değil de örf ve âdet olarak görülmesi; neyin neden yapıldığının düşünülmemesi ve bazı güzelliklerin temelinde bir çıkış noktası bulunması gerekliliğinin idrakinden âcizlik, bu tür hususiyetlerin mânâsını kaybederek yok olmasına zemin hazırlamıştır. Günümüzde örf ve âdet olarak anılan ve hayretle yadedilen bu hususiyetlerin yok oluşunun sebebleri halen kavranamamıştır. Allah (c.c)’ın emrini yerine getiriyor olmanın eminliği yerine çevrenin ayıp karşılayacağı şüphesi ile örtünenler; Mutlak Ölçüler’den pay kapılarak yapılan faaliyetlerin zaman içerisinde neden yapıldığının düşünülmemesi ile ortaya çıkan kalıplaşmış hâli misallendirmektedirler bize göre.
Bu tür hadiseleri bütünün parçaları nevinden değerlendirecek olursak; bütünü anlamadan, haketmeden, ona âşina olmadan parçaların değerinin anlaşılamayacağı ve bir mânâ ifade etmeyeceği şeklindeki kanaat zihinlerimizdeki yerini bulmuş olur herhâlde.
Geçmiş devirlerdeki başlık kullanımlarına baktığımızda meselâ; sarık sarmanın herkese tanınan bir hak olmadığını müşahade ediyoruz. Sarık sarma müsaadesine sahip olanlar ise mevkilerine göre renk ayrımlarına tabi tutulurlar. Burada mühim olan sarığın kendisi değil ondan tüten mânâ, tıpkı başörtüsü gibi o da ayrı mânânın sembolü. Mânânın sarıktaki tecellisi kişilerin fikrî, ruhî, kültürel olgunluklarıyla alâkalı olsa gerek. Üstad’ın şu satırlarını hatırlayarak izahımızı netleştirelim:
"Şekle uy fakat şekilde kalma!.. Kabuk ve cevher bir arada...” (2)
"Peki sarığı kimler sarmalıdır? Bu hak kimlere verilmelidir? Kimler nasıl hak edebilir?” gibi suallerin muhatabı olmadığımızı ve bu meseleleri ehillerine havale ettiğimizi vurgulayarak kendi bahsimiz çerçevesinde konuşmaya çalışalım.
Başlık konusunda eskilere dönüp baktığımızda dedelerimizin, büyükbabalarımızın takkeleri ile yatmaları, eğer düşmüşse tekrar başlarına geçirmeleri, ninelerimizin de başörtülerinde aynı titizliği göstermeleri dikkatlerden kaçmamaktadır. İ. Gazalî’nin Kimya-ı Saadet isimli eseri vesilesiyle öğreniyoruz ki; başı açık olarak helaya girmek adaba uygun değildir. Ve Büyük Doğu Mimarı vesilesiyle öğreniyoruz ki; Batı’da selamlama ve saygı şekli başın açılması ile gösterilirken, Doğu toplumlarında bunun tam zıddı geçerlidir. Başlıkların insan sağlığı açısından önemli bir fonksiyon ifşa ettiğini ise yazlık ve kışlık olarak gerek biçim, gerek kumaş türü itibariyle ayrıma tabi tutulmasıyla anlıyoruz.