KEYİFLİ RAMAZANLAR !!!
Lümpen lügatinin şu sefil sözcüğü 'keyif'in girmediği, bayağılaştırmadığı bir tek oruç kalmıştı, sonunda onu da 'keyif'lendirmeyi başardı... Artık keyifli iftarlar, keyifli sahurlar yapıyoruz.
Ademoğlunun oruç günlerinde yemeye içmeye şehvetle saldırışı, beni dehşete düşürür. Aman Allah'ım, nedir o öyle!.. Daha Ramazan başlamadan, sanki kıtlık olacakmış gibi yığınak yapılır. Kilo kilo pastırmalar, etler, tavuklar, peynirler, yağlar, pirinçler, makarnalar; iftarlıklar, sahurluklar... Çarşı pazar adamakıllı hareketlenir. Yığın yığın tezgâhlar, Ramazan'a özgü standlar... Alışveriş merkezleri dolar dolar boşalır. Karınca ordusunun kış hazırlığına özenmiş gibi insanoğlu eve boyuna yiyecek taşıyordur. Ramazan günlerinde ikindiden sonra markete, manava, fırına gitmekten korkarım ben. Ahali birbirini iterek, ezerek, gözü hiçbir şeyi görmeyerek ha bire bir şeyler alıyordur... Hakikaten acıklı bir durumdur bu, anlaşılmazdır.
Ramazan, oruçla, ibadetle geçireceğimiz, daha az yiyerek bedenin arzularını gemleyip ruhu yücelteceğimiz bir ay değil midir? Bütün okuduklarımız, dinlediklerimiz bize bunu salık vermezler mi? Biricik örneğimiz Hz. Muhammed (sas) oruçlarını birkaç kuru hurma ile tutmamış mıdır? Camilerde hocalar Ramazan boyunca az yemenin faziletlerini anlatmazlar mı? Böyleyken neden Müslümanlar böyle çıldırmış gibi alışveriş yapar, görkemli sofralar donatır ve iftar sofralarında her zamankinden daha çok yemek yerler? Neden her zamankinden daha çok israf ederler ve neden yeme içme arzularını bunca âşikar ederler?
Fark ediyor musunuz, son yıllarda Ramazan öncesi sokaklara, restoranların, otellerin kapısına ilginç afişler asılır, gazetelere garip ilanlar verilir oldu. Bunları okuyunca afallıyorum... "Filan mekânda iftar keyfi, filan otelde feşmekan sanatçılarla keyifli bir Ramazan..." Müslümanlar Ramazan orucunu, keyif için, keyifle (!) tutmaktadır artık, öyle mi? Lümpen lügatinin şu sefil sözcüğü 'keyif'in girmediği, bayağılaştırmadığı bir tek oruç kalmıştı, sonunda onu da 'keyif'lendirmeyi başardı... Artık keyifli iftarlar, keyifli sahurlar yapıyoruz. Fasıllar eşliğinde, şiirlerle, şarkılarla, semazenlerle güle oynaya; karnımız tok, sırtımız pek, tasasız, kedersiz oruçlar tutuyoruz, ne güzel, ne keyifli!..
Bizler, insanların, 'başkaları, hali vakti yerinde olmayanlar görür de canı çeker, göz hakkı kalır' diye açıkta yiyecek taşımadıkları, yine aynı sebeple pişirdikleri yemeğin kokusunu komşulara duyurmamak için titizlendikleri zamanların sonuna rastgeldik. Güzel zamanlardı onlar; bir tencere yemek konu komşuyla paylaşılırdı. Buzdolabı olanlar, iftar saatinden (sahi, o zamanlar top patlardı) önce olmayanlara buz dağıtırdı. O yaz oruçlarında bir bardak soğuk sudan daha değerli ne olabilirdi! Şimdiki gibi otellerde keyifli(!) iftarlar, sahurlar yapılmazdı o zamanlar. İnsanlar çıldırmış gibi marketlere koşmazdı. Evlerde, elbirliğiyle erişteler hazırlanırdı mesela; hoşaflar yapılırdı... O yoksul evlerde, tek çeşit yemekle doyulan sofralarda güleç yüzlü insanlar, meleklere özenen çocuklar olurdu. İlle de bir 'keyif'ten söz edilecekse, bu belki paylaşmanın, teravihten sonra sahura kadar uzayan sohbetlerin keyfi olurdu.
O mahrumiyet yıllarının Ramazanları, hafızalarımızda yitik bir lezzet gibi belli belirsiz kıpırdıyor şimdi. Vahşi kapitalizmin yan etkileri, kazanma hırsı, keyif düşkünlüğü hayatın bütününü sardığı gibi maneviyatın, ibadetlerin rengini de değiştiriyor. Başka kültürlerin, başka dünyaların kavramları, arsızca gelip hayatımızın içine yerleşiyor. O zengin sofralarda insanlar birbirini dinlemiyor artık, yalnız kendilerini anlatıyorlar. Kotarılan işler, kazançlar, alışverişler, başarılar... Ben, ben, ben... Baş sallamalar, plastik gülücükler, kahkahalar... Yaaa, vaaay, öyle miii, yaaani, kesinlikle!.. Sonra, adamakıllı 'keyiflenmiş' olarak kalkıp herkes kendi yoluna, kendi yalnızlığına gidiyor. İftarlar, keyifli bir 'etkinlik' oluyor onlar için.
Böyle sofralarda, böyle insanlarla olmaktansa bir yol üstünde, mendilini yere sermiş; ekmeğini bölüp iki domates yahut bir dilim peynirle iftar eden adama yoldaş olmayı yeğlerim ben. Orucun güzelliği yüzüne vurmuş, solgun benizli, gözleri fersiz, dudakları çatlamış yoksul insanlar arasında bulunmayı... Ramazan'ın gerçek ruhaniyeti olsa olsa oralarda, o yoksulluğun ve sadeliğin sofrasında duyulur. Yüzlerinde keyif değil, oruçlu bir insanın iç aydınlatan tebessümü vardır onların. Ve konuşmaya başladığınızda, kendilerinden söz etmezler asla, susarlar... Zaten, susmak da oruçtan değil midir?
ALINTI
Lümpen lügatinin şu sefil sözcüğü 'keyif'in girmediği, bayağılaştırmadığı bir tek oruç kalmıştı, sonunda onu da 'keyif'lendirmeyi başardı... Artık keyifli iftarlar, keyifli sahurlar yapıyoruz.
Ademoğlunun oruç günlerinde yemeye içmeye şehvetle saldırışı, beni dehşete düşürür. Aman Allah'ım, nedir o öyle!.. Daha Ramazan başlamadan, sanki kıtlık olacakmış gibi yığınak yapılır. Kilo kilo pastırmalar, etler, tavuklar, peynirler, yağlar, pirinçler, makarnalar; iftarlıklar, sahurluklar... Çarşı pazar adamakıllı hareketlenir. Yığın yığın tezgâhlar, Ramazan'a özgü standlar... Alışveriş merkezleri dolar dolar boşalır. Karınca ordusunun kış hazırlığına özenmiş gibi insanoğlu eve boyuna yiyecek taşıyordur. Ramazan günlerinde ikindiden sonra markete, manava, fırına gitmekten korkarım ben. Ahali birbirini iterek, ezerek, gözü hiçbir şeyi görmeyerek ha bire bir şeyler alıyordur... Hakikaten acıklı bir durumdur bu, anlaşılmazdır.
Ramazan, oruçla, ibadetle geçireceğimiz, daha az yiyerek bedenin arzularını gemleyip ruhu yücelteceğimiz bir ay değil midir? Bütün okuduklarımız, dinlediklerimiz bize bunu salık vermezler mi? Biricik örneğimiz Hz. Muhammed (sas) oruçlarını birkaç kuru hurma ile tutmamış mıdır? Camilerde hocalar Ramazan boyunca az yemenin faziletlerini anlatmazlar mı? Böyleyken neden Müslümanlar böyle çıldırmış gibi alışveriş yapar, görkemli sofralar donatır ve iftar sofralarında her zamankinden daha çok yemek yerler? Neden her zamankinden daha çok israf ederler ve neden yeme içme arzularını bunca âşikar ederler?
Fark ediyor musunuz, son yıllarda Ramazan öncesi sokaklara, restoranların, otellerin kapısına ilginç afişler asılır, gazetelere garip ilanlar verilir oldu. Bunları okuyunca afallıyorum... "Filan mekânda iftar keyfi, filan otelde feşmekan sanatçılarla keyifli bir Ramazan..." Müslümanlar Ramazan orucunu, keyif için, keyifle (!) tutmaktadır artık, öyle mi? Lümpen lügatinin şu sefil sözcüğü 'keyif'in girmediği, bayağılaştırmadığı bir tek oruç kalmıştı, sonunda onu da 'keyif'lendirmeyi başardı... Artık keyifli iftarlar, keyifli sahurlar yapıyoruz. Fasıllar eşliğinde, şiirlerle, şarkılarla, semazenlerle güle oynaya; karnımız tok, sırtımız pek, tasasız, kedersiz oruçlar tutuyoruz, ne güzel, ne keyifli!..
Bizler, insanların, 'başkaları, hali vakti yerinde olmayanlar görür de canı çeker, göz hakkı kalır' diye açıkta yiyecek taşımadıkları, yine aynı sebeple pişirdikleri yemeğin kokusunu komşulara duyurmamak için titizlendikleri zamanların sonuna rastgeldik. Güzel zamanlardı onlar; bir tencere yemek konu komşuyla paylaşılırdı. Buzdolabı olanlar, iftar saatinden (sahi, o zamanlar top patlardı) önce olmayanlara buz dağıtırdı. O yaz oruçlarında bir bardak soğuk sudan daha değerli ne olabilirdi! Şimdiki gibi otellerde keyifli(!) iftarlar, sahurlar yapılmazdı o zamanlar. İnsanlar çıldırmış gibi marketlere koşmazdı. Evlerde, elbirliğiyle erişteler hazırlanırdı mesela; hoşaflar yapılırdı... O yoksul evlerde, tek çeşit yemekle doyulan sofralarda güleç yüzlü insanlar, meleklere özenen çocuklar olurdu. İlle de bir 'keyif'ten söz edilecekse, bu belki paylaşmanın, teravihten sonra sahura kadar uzayan sohbetlerin keyfi olurdu.
O mahrumiyet yıllarının Ramazanları, hafızalarımızda yitik bir lezzet gibi belli belirsiz kıpırdıyor şimdi. Vahşi kapitalizmin yan etkileri, kazanma hırsı, keyif düşkünlüğü hayatın bütününü sardığı gibi maneviyatın, ibadetlerin rengini de değiştiriyor. Başka kültürlerin, başka dünyaların kavramları, arsızca gelip hayatımızın içine yerleşiyor. O zengin sofralarda insanlar birbirini dinlemiyor artık, yalnız kendilerini anlatıyorlar. Kotarılan işler, kazançlar, alışverişler, başarılar... Ben, ben, ben... Baş sallamalar, plastik gülücükler, kahkahalar... Yaaa, vaaay, öyle miii, yaaani, kesinlikle!.. Sonra, adamakıllı 'keyiflenmiş' olarak kalkıp herkes kendi yoluna, kendi yalnızlığına gidiyor. İftarlar, keyifli bir 'etkinlik' oluyor onlar için.
Böyle sofralarda, böyle insanlarla olmaktansa bir yol üstünde, mendilini yere sermiş; ekmeğini bölüp iki domates yahut bir dilim peynirle iftar eden adama yoldaş olmayı yeğlerim ben. Orucun güzelliği yüzüne vurmuş, solgun benizli, gözleri fersiz, dudakları çatlamış yoksul insanlar arasında bulunmayı... Ramazan'ın gerçek ruhaniyeti olsa olsa oralarda, o yoksulluğun ve sadeliğin sofrasında duyulur. Yüzlerinde keyif değil, oruçlu bir insanın iç aydınlatan tebessümü vardır onların. Ve konuşmaya başladığınızda, kendilerinden söz etmezler asla, susarlar... Zaten, susmak da oruçtan değil midir?
ALINTI