Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

KERAMET ve GAYBI BİLME MESELESİ ! (1 Kullanıcı)

Erzurumli

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
1
Puanları
0
Esselamu aleykum;



Gaybı bilmekle ilgili iddianın asıl adı "keşf" olmakla birlikte bunun mümkün olduğu savunulurken hareket noktası kerâmet olarak gösterilmektedir.

Her insanın vukuundan önce hissettiği birtakım olaylar olmuştur. Ancak olay vuku bulmazdan önce kişideki o his, bilgi derecesine ulaşır mı? Ya da salih kişilerde bu his, bilgi derecesinde kesinlik kazanır mı? Bu soruya Islâm dini açısından cevap arıyorsak elbette müracaat edeceğimiz kaynak, Kur'an-ı Kerim olacaktır. Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Gaybın anahtarı O'nun yanındadır. Onları O'ndan başkası bilemez" (el-En'am, 6/59)."De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilemez" (en-Neml, 27/63). Bu âyetler, Allah'tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceğini açık açık ifade etmektedir. O halde mesele, Allah'ın gaybı insanlara bildirip bildirmeyeceğinde düğümlenmektedir. Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "(O bütün) gaybı bilendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır" (Cin, 72/26-27).

Âyet, bu konuda peygamberleri istisnâ etmekte ve onların bilmesini de, Allah'ın irâde ve dilemesine bağlamaktadır. Allah, gayb konusunda peygamberlerine neyi bildirirse, sadece onu bilirler, onun dışında kalanı onlar da bilemezler. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de peygamberimizin dili üzere şöyle buyurulmaktadır.

"De ki: ‚Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. ‚De ki: ‚Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" (el-En'âm, 6/50).

Kalb okuma meselesine gelince, bunun da mümkün olmadığı nasslarda açıkça belirtilmiştir. Savaşta yere düştükten sonra kelime-i şehadeti getiren kişiyi öldüren Halid b. Velid'i hesaba çeken Peygamber (s.a.s) Hz. Halid'in: "Korktu da bundan dolayı kelime-i şehadeti getirdi" demesi üzerine Peygamber (s.a.s): "Kalbini yarıp baktın mı?" diyerek kalbdekine muttali olmanın mümkün olmadığını bildirmiştir (Ebû Dâvud, Cihad, 95; Ibn Mâce, Fiten, 1).

Hz. Ömer, Medine'de bir cenaze olduğunda Hz. Peygamber (s.a.s)'den münafıklar hakkında bilgi sahibi olan Huzeyfe b. Yemân'ı gözetler ve onu cemaat arasında görmezse ölünün münafık olmasından şüphelenerek cenaze namazına katılmazdı (Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1972, II, 468). Demek ki Hz. Ömer (r.a) da kimsenin kalbini okumuş değildir.

Netice itibariyle kerâmetin sınırlarını gaybı bilmek ya da kalb okumak gibi sınırlara kadar genişletmek, nasslarla bağdaşmayan bir durumdur.

Bu konudaki bir diğer mütalaa Hz. Peygamber bir hadis-i şerifinde "mü'minin ferasetinden sakının Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar" (Tirmizî, Tefsîru sûre, 15/6). Âyet-i kerimesinde işaret edildiği gibi, salih bir mü'min ferasetiyle karşısındakınin bazı durumlarını sezebilir. Nitekim yolda yürürken bir kadına bakan bir adam Hz. Osman'ın yanına girince, Hz. Osman (r.a) "biriniz içeri giriyor ve iki gözünde zina eseri gözüküyor" der. Bunun üzerine adam "Rasûlullah'dan sonra bir vahiy mi geliyor yoksa" diye sorar. Hz. Osman "hayır, ancak mü'minin feraseti vardır" der (Nebhânî, Huccetu'l-lahi ‚ale'l-Alemîn, s. 862).

Durum bu noktadan değerlendirilince gaybı bilmenin sınırlarının iyi belirlenmesi gerekir. Yukarıda verilen ölçüler çerçevesinde diyebiliriz ki. her hangi bir kimseyi harikulade olaylar göstermesi nedeniyle, onun veli olduğuna hüküm veremeyiz. Gösterdiği olağanüstü halin de kerâmet olduğunu kabul edemeyiz. Önce bu kimsenin Islâm'a bağlılık derecesine ve Allah'ın şerîatına bağlılık noktasına bakarız. Hakkında hükmümüzü öyle veririz. Nitekim herhangi meşru bir sebebe dayanmaksızın keramet izharına kalkışan kimsenin bu haline iyi gözle bakılmamış kötü görülmüştür. Halbuki en büyük kerâmet, Allah'ın şerîatı üzerinde istikamete olmaktır.

Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten söz edildiğinde şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti geldiği için onları ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir." Ebu'l Hasan Eş-Şâzelî de bu hususta şunları söylüyor: "Gerçek anlamda Kerâmet: Dosdoğru bir istikametten ibarettir. Bu istikameti de tam olgunluğa eriştirmektir. Bu ise iki temele dayanır. Allah'a gerçek manada iman etmekle ve Allah'ın Rasulünün getirdiklerine zâhirî ve bâtîni manada tabi olmakla sağlanır Kişiye düşen görev, bunları elde etmek için gayretini sarfetmesidir. Tek gayesi olmalı, oda bu iki amacı elde etmek. Fakat, olağanüstü olay anlamında Kerâmete gelince, muhakkık âlimler nezdinde buna itibar olunmaz. Çünkü bu, kimi zaman istikamette bir mertebe kazanmış olanın elinde meydana geldiği gibi, bazan istidrac kabılinden olur."

Ayrıca Allah'ın veli kulları, salih bir kimsenin elinde meydana gelen keramete veya kerametlere itibar etmezler ve gösterilen bu kerâmetlerin o kimsenin üstünlüğüne bir delildir, diye de kabul etmezler. Bu hususta Imam Şafiî şöyle der: "Elinde kerâmetler zuhûr eden her bir kimsenin velilerden olması gerekmez. Bu kimselerin, kerâmet göstermeyenlerden daha üstün olduklarının bir delilidir denilemez, Böyle bir iddia ileri sürülemez. Kerâmet göstermeyen öyle kimseler var ki, kerâmet gösterenlerden çok faziletlidirler ve üstündürler. Zira gerçekte kerâmet, bazen sâhibinin yakînini takviye için ortaya çıkmış olabilir. O kimsenin doğruluğuna ve faziletine bir kanıt olabilir. Ancak bu kerâmet o kimsenin efdâl yani en üstünlüğüne bir kanıt değildir. Zira efdaliyyet yani en üstünlük yakınî anlamda bir iman ve tam anlamıyla Allah'ı tanımakla mümkündür" (bk. Abdullah el- Yâfiî Kitabu Neşri'l-Mehâsini'l-Galiyye, s. 119)
 

berat05

Yönetici
Katılım
26 Eki 2007
Mesajlar
7,764
Tepki puanı
1,036
Puanları
163
Yaş
49
Konum
Gönlün olduğu yerde
Esselamualeyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu

Esselamualeyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu

Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten söz edildiğinde şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti geldiği için onları ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir."


Allah celle celaluhu razı olsun....emekleriniz için
 

Azerbaycan_li

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Ocak 2010
Mesajlar
1,201
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
güzel bir konu...ama şimdilerde bir çok insan gaybı bildigini iddia etmese de gaypten haber veriyor...falcılar, ve s dahil bunlara...Allah onları kahr etsin...

Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir

bunu begendim en çok...inşallah uygulamaya çalışacagım...siz yazdığınıza göre okumuşsunuzdur ve siz de inşallah faydalanırsınız bu sözden...zira herkes gibi sizin de ihtiyacınız var sanırım...artık size bir şey yazmaktan çekiniyorum kardeşim, çünki yeri geldiginde en ufak sözcükleri bile aleyte kullana biliyorsunuz...misla...ben size yaglı bir kelime olarak demişim ki, siz çok ilmlisiniz ve sizden faydalanıyoruz ilminizden...şeytan da size vesvese etmiş olacak ki, bunu ne şekilde anladığınızın ve sölediginizin şahidi oldum... ve çok üzüldüm...yaşınız büyük, bunları okuyorusunuz mesela yukarıda alıntı ettigimi ama böle şeyler de soluyorsunuz...

Allah beni bağışlasın...
 

Azerbaycan_li

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Ocak 2010
Mesajlar
1,201
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten söz edildiğinde şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti geldiği için onları ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir."


Allah celle celaluhu razı olsun....emekleriniz için

kardeşim siz de aynı şeyi alıntı etmişsiniz maşallah...inanın ben şimdi fikir verdim...benim de aynı alıntı ettiginiz yer hoşuma çok gitti...inaşlalh uygulamaya çalışırım...Allah yardımcınız olsun
 

berat05

Yönetici
Katılım
26 Eki 2007
Mesajlar
7,764
Tepki puanı
1,036
Puanları
163
Yaş
49
Konum
Gönlün olduğu yerde
Esselamualeyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu

Esselamualeyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu

kardeşim siz de aynı şeyi alıntı etmişsiniz maşallah...inanın ben şimdi fikir verdim...benim de aynı alıntı ettiginiz yer hoşuma çok gitti...inaşlalh uygulamaya çalışırım...Allah yardımcınız olsun



Allah celle celaluhu cümlemizin yar ve yardımcısı olsun inşallah


Değerli kardeşimiz

Hani bazı konularda istişare amaçlı yada bilgi mahiyetinde sorular sorabilir yada tatlı tartışmalarda bulunabilirsiniz...bunu hepimiz yapabiliriz...

Ancak kimsenin kalbini kırmamaya dikkat edelim yinede...,
Konu içlerinde yazı yazarken daha dikkatli olalım derim...

Hz.Muhammed'in (s.a.v.) ümmetinede bu yakışır...

Bende içimden geçenleri yazmak istedim...hakkınızı helal ediniz

 

Azerbaycan_li

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Ocak 2010
Mesajlar
1,201
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Allah celle celaluhu cümlemizin yar ve yardımcısı olsun inşallah


Değerli kardeşimiz

Hani bazı konularda istişare amaçlı yada bilgi mahiyetinde sorular sorabilir yada tatlı tartışmalarda bulunabilirsiniz...bunu hepimiz yapabiliriz...

Ancak kimsenin kalbini kırmamaya dikkat edelim yinede...,
Konu içlerinde yazı yazarken daha dikkatli olalım derim...

Hz.Muhammed'in (s.a.v.) ümmetinede bu yakışır...

Bende içimden geçenleri yazmak istedim...hakkınızı helal ediniz


inşallah çalışacagım degerli kardeşim...her nekadar bazı kardeşlere yersiz gibi gozuksede, benim kendi adıma kızmam, kalb kırmaga kadar gitmem (ki Allah korusun asla istemiyorum) Allah ın dini içindir..yani ne zaman nefsim için olursa, ne derseniz kabul ederim...yoksa benim de hoşuma gitmiyor herkesin bana karşı olması...inşallah dikkat edecegim...siz hatalı gordugunuz yerde uyuarın..Allah razı olsun..
 

Erzurumli

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
1
Puanları
0
Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten söz edildiğinde şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti geldiği için onları ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir."


Allah celle celaluhu razı olsun....emekleriniz için



Ve aleykum selam ve rahmetullahi ve berakatuhu,

ALLAH TEALA sizden de razı olsun kardeşim,okuyan ve uygulayanlardan olalım inşaALLAH...






güzel bir konu...ama şimdilerde bir çok insan gaybı bildigini iddia etmese de gaypten haber veriyor...falcılar, ve s dahil bunlara...Allah onları kahr etsin...

Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir

bunu begendim en çok...inşallah uygulamaya çalışacagım...siz yazdığınıza göre okumuşsunuzdur ve siz de inşallah faydalanırsınız bu sözden...zira herkes gibi sizin de ihtiyacınız var sanırım...artık size bir şey yazmaktan çekiniyorum kardeşim, çünki yeri geldiginde en ufak sözcükleri bile aleyte kullana biliyorsunuz...misla...ben size yaglı bir kelime olarak demişim ki, siz çok ilmlisiniz ve sizden faydalanıyoruz ilminizden...şeytan da size vesvese etmiş olacak ki, bunu ne şekilde anladığınızın ve sölediginizin şahidi oldum... ve çok üzüldüm...yaşınız büyük, bunları okuyorusunuz mesela yukarıda alıntı ettigimi ama böle şeyler de soluyorsunuz...

Allah beni bağışlasın...



Esselamu aleykum,


Kıymetli kardeşim,

Konu açarken özellikle bakıyorum,kendim açacağım konudaki yazacaklarımı günlük hayatıma yansıtamıyorsam, başkasına şöyle-böyle yaşayın diye tavsiye edemiyorum,bunu kendime sindiremem,dolayısı ile biz ne büyükleniriz,nede kötü huylarımızla övünmeyiz,bizim de derdimiz,iyi huylu olmak,ama insan bir karar da duramıyor,bazen sıkıntı içine girebiliyor,şimdi bu satırlarına yazdığın mevzu hakkında da asla ve asla ilmim var havaları yapmadım yapmam da,ama iyi bildiğim herşeyin alimiyim,bunuda bütün kardeşlerimle paylaşırım...
Ne varki fasıklık diye bir konu açıyorum,siz konuya hem faydalı hemde konuyu irdeleyen sözler yazıyorsunuz,yazdıklarınıza cevap yazıyorum sonra bana diyorsunuz ki birde benim kafama şu takıldı ki,iman artarmı azalırmı,ona da bildiğimizi yazıyoruz,sonra imanın islamla bir bütünmü yoksa ayrımı olduğunu soruyorsunuz,hadi bunada cevap yazıyoruz (arada bana diyorsun ki sen biliryorsun diye soruyorum ),daha sonra namaz kılmayanın katli konusunu açıyorsunuz,sonra onada cevap yazıyoruz yazı yazarken alıntı yaptığım alimler vehhabi-mutezile ve İbni teymiyye ismi kullanınca-sen sanki ben demişim gibi vehhabiler sapık,kafir dedin diyerek beni olmayan birşey ile itham ediyorsun,yazımı baştan sona okuyorum böyle birşey yok,yazı aralarında bakıyorum ki sen senatöre bir mevzu hakkında bir soru soruyorsun ''Hanzala kardeş bu konu hakkında ne demiş erzurumliye yazacak cevap bulamıyorum ''...
Be kardeşim bu kardeşcağızın burada din kardeşleri faydalansın diye birşeyler yapmaya çalışıyor,ama demekki sen mezheb çatışması ortamı var sanarak,seninkiler böyle dedi,benimkiler böyle diyor,diye hanzaladan kaynak arıyorsun,fasık konusunda,konu içine konu açarak,soru üstüne soru yazarak,siz ile biz kıyası güdüyorsun,bizde senin bu yaptığını islam adına bir çalışma DEĞİL ,nefsiniz adına bir çalışma olarak gördüğümüz için,bir daha sizle konularımızda istişare derken,ben böyle inanmıyorum,yada selefilere göre böyle derseniz,istişaremizi keser,sizinle sohbeti bırakırız...
Çünkü sizi ilk tanıdığımda dedim ve üstünede ekliyorum,bu kardeşin ibni Teymiyye fikirleri benimseseydi Teymiyyeci olurdu,yada öğrencisi el-cezviyye yada takipcileri ve devamında vehhabiler...

Buna rağmen site ve forum herkese açık...

Kalb kırıcı olmaktan bizde ALLAH TEALA ya sığınırız,özellikle ilim konusunda hava atmaktanda...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Es Selamün Aleyküm ERZURUMLİ gönüldaş...
Paylaşım için Allahcc razı olsun...
Rabbimize emanetsin...
O EN GÜZEL VEKİLDİR...
Besmele...Selam...Dua...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com


GAYBI KİM BİLİR?


Gayb meselesi gündeme geldiğinde bir kısım kimseler “gayb” çerçevesine giren hususların hiç birinin hiçbir insana açık olmadığını, bir kısım kimseler ise bazı insanların gayb alanına giren ne varsa hepsini bildiğini ileri sürer. Bu tavırlardan birinin ifrat, diğerinin tefrit olduğu, dolayısıyla her iki tavrın da Ehl-i Sünnet büyüklerin tutum ve kabulleriyle örtüşmediği açıktır.
Tartışma gündemimizden ne yazık ki düşmeyen konulardan birisi de gayb meselesi. Bu durum, din anlayışımızın dönüşmeye başladığının bir göstergesi aslında. Zira bu türden tartışmalar büyük, “külli” bir problemin yansımasıdır.
Gayb meselesi gibi, itikadî ve fıkhî mezheplerin varlığı, icmaın bağlayıcılığı, Sünnet-i seniyye’nin otoritesi… gibi “tartışmalı” hale getirilmek istenen konular, hep bu “külli” problemin uzantılarıdır. Hatta bu problemin bir görünümü olarak günümüzde Yüce Kitabımız etrafında birçok tartışma açılmaya çalışılmaktadır.
Problem “külli” olunca, cevabı da elbette külli olmalıdır. Ancak bu, ilmî seviyede ve geniş çaplı araştırmalar gerektirdiğinden, biz burada sadece bu külli problemin parçalarından birini bahis konusu edeceğiz.
Gayb meselesi gündeme geldiğinde bir kısım kimseler “gayb” çerçevesine giren hususların hiç birinin hiçbir insana açık olmadığını, bir kısım kimseler ise bazı insanların gayb alanına giren ne varsa hepsini bildiğini ileri sürer. Dolayısıyla bu gruplardan ilki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in ve evliyaullahın gayb bilgisine muttali olma konusunda sıradan insanlardan hiçbir farkının bulunmadığını söylerken, ikincisi Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e ve evliyaullaha beşer üstü ve mutlak bir hususiyet izafe etmiş olmaktadır.
Bu tavırlardan ilki, geçmişte örneği bulunmayan, nevzuhur bir akımın, İslâm modernizminin temsilcileri tarafından dile getirilirken, ikincisi, genellikle bilgi eksikliğinden veya yanlış bilgiden kaynaklanan bir tutum olarak
dikkat çekmektedir.
Bu tavırlardan birinin ifrat, diğerinin tefrit olduğunu, dolayısıyla her iki tavrın da Ehl-i Sünnet büyüklerin tutum ve kabulleriyle örtüşmediğini söylememiz gerekiyor. Oysa Ehl-i Sünnet, her meselede nassların (ayet ve hadislerin) çizdiği sınırdan ayrılmama tavrıyla diğerlerinden ayrılır. Nasslar neyi nasıl haber vermişse bizler ona öylece inanırız.
Gayb nedir?
Evvela “gayb”ın, biri “mutlak”, diğeri “izafî” olmak üzere iki kısma ayrıldığını belirterek başlayalım. “Mutlak gayb”, hiçbir mahlukun bilemeyeceği gayb türüdür ki, Kur’an’da zikredilen “beş gayb” (mugayyebat-ı hams) bunlardandır.
Lokman suresinin 34. ayetinde bu 5 gaybın şunlardan ibaret olduğu zikredilmiştir: Kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun tam olarak nereye, ne zaman ve ne kadar yağacağı, rahimdeki ceninin cinsiyeti, şahsiyeti, şekli-şemali vs., kişinin yarın ne kazanacağı ve nerede öleceği.
Bu hususları Allah Tealâ’dan başka hiç kimse tam anlamıyla bilemez. Teknolojinin ilerlemesiyle bunlardan bir kısmının “bilinebilir” hale geldiğini söylemek ya demagoji veya cehalettir. Zira insanoğlunun yağmur veya rahimdeki ceninin durumu hakkında bildikleri, hiçbir zaman “bütün detaylarıyla kesinlik ifade eden” bilgi türü değildir ve Allah Tealâ bunların bilgisini hiç kimseye vermemiştir.
Elmalılı merhum, “mutlak gayb”a ilişkin olarak da rüya, ilham, keramet vb. sebeplerle bazı şeyler “sezilebilmesinin” mümkün olduğunu, ancak bunların hiç birisinin zan ve vehimden uzak, yakinî ilim olamayacağının altını çizer. (Hak Dini Kur’an Dili, 8/ 5415)
“İzafî gayb” ise mahlukattan bir kısmının, Allah Tealâ’nın bildirmesiyle bilebileceği gayb türüdür. Peygamberlerin muttali kılındıkları gaybî hadiseler böyledir. Esasen bir insan için gayb olduğu halde başka biri için gayb olmayan hususlar da bu kapsama girer. Kalbimizden geçen hususlar buna örnektir. Herkes kendi kalbinden geçeni bilir; dolayısıyla bu onun için gayb değildir. Ama bunu bir başkası bilemeyeceği için, insanın içinden geçen şeyler başkaları açısından gaybdır.
Gaybı, “meydana gelmiş” ve “henüz vuku bulmamış” gayb türleri şeklinde ayrı bir tasnife tabi tutmak da mümkündür. Evrenin herhangi bir yerinde meydana gelen kozmik olaylar ile dünyanın bilinmedik bir bölgesinde vuku bulan hadiseler, insanoğlunun bilgi sınırları dışında kaldığı sürece birinci kategoriye örnek oluşturur. Kıyamet ise henüz vuku bulmadığı için ikinciye örnektir.
Allah Tealâ’nın bildirmesi
Allah Tealâ, gaybın bir kısmını bir kısım kullarına bildirdiğini haber vermektedir. Kur’an’da da gerek Efendimiz s.a.v’in, gerekse diğer peygamberlerin Allah Tealâ’nın bildirmesiyle gaybdan haberler verdiklerini ortaya koyan ayetler mevcuttur. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Allah, onu (Hz. İsa’yı) İsrailoğullarına bir peygamber olarak gönderecek (ve o da onlara şöyle diyecek): ‘Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer müminler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Âl-i İmran, 49)
“Allah, pisi temizden ayırıncaya kadar müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir. Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir). O halde, Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve takva sahibi olursanız sizin için büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmran, 179)
“Bu suretle İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtünü gösteriyorduk ki yakîn hasıl edenlerden olsun.” (En’âm, 75)
“Yusuf dedi ki: “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce, onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir milletin dinini bıraktım.” (Yusuf, 37)
Bunlar ve benzeri muhtevadaki başka birçok ayet-i kerime, Allah Tealâ’nın, peygamberlerini, diğer insanlar için gayb olan bir kısım şeylere muttali kıldığını açık bir şekilde anlatmaktadır.
O halde Kur’an-ı Kerim’in, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in gaybı bilmediğini anlatan ayetlerini nasıl anlamak gerekir?
Peygamber Efendimiz ve gayb
Yüce Kitabımız’da şöyle buyurulur: “De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana gönderilen vahye uyuyorum.’ De ki: ‘Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?’” (Enfal, 50)
Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulur: “De ki: ‘Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.’” (A’raf, 188)
Bunlar ve benzeri muhtevadaki diğer bazı ayetler Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e gayb bilgisi verilmediğini ifade etmektedir. Bu durumda daha önce zikrettiğimiz ayet-i kerimelerle bunlar arasında bir uyuşmazlık olduğunu mu söylemek gerekiyor?
Elbette bu sorunun cevabı “hayır”dır.
Öncelikle şunu belirtelim ki, “gaybı Allah’tan başkası bilmez” ifadesi, hangi anlamda kullanıldığına bağlı olarak hem doğrulanabilir, hem de yanlışlanabilir. Şöyle ki: Eğer bu ifade ile Allah Tealâ’nın bildirmesi olmaksızın gaybı hiç kimsenin bilemeyeceği kastediliyorsa; doğrudur. Yani hiç kimse, Allah Tealâ kendisine bildirmeden gaybı kendiliğinden bilemez.
“Gaybı Allah’tan başkası bilmez” sözünü, “Allah, gaybı hiç kimseye bildirmez, dolayısıyla hiç kimse gaybı bilemez” anlamında kullanıyorsak, işte bu yanlıştır. Zira yukarıda zikrettiğimiz ayetler, Allah Tealâ’nın seçtiği elçilere gaybı bildirdiğini açık bir şekilde anlatmaktadır.
Dolayısıyla meseleyi şöyle anlamak gerekir: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz de tıpkı diğer peygamberler ve hatta melekler gibi gaybı kendiliğinden bilemez. Ancak Allah Tealâ O’na bir kısım gaybî bilgileri iletirse o zaman gaybı bilir. Nitekim aşağıda üzerinde duracağımız gibi Efendimiz s.a.v., bir kısım gaybî bilgilere muttali kılınmış ve bizi de bunlardan haberdar etmiştir.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Devamı...
Evliyaullah ve gayb
Peki bir kısım gayba peygamberler dışında muttali kılınan başka insanlar da var mıdır?
Kehf suresinde geçen Hz. Musa-Hz. Hızır kıssası (65-82), peygamberler dışında da bir kısım gaybî bilgilere muttali kılınan insanlar olduğunu kabul etmemizi gerektirmektedir.
Bu çıkarıma, Hz. Hızır’ın peygamber olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Ancak peygamberlerden bahseden ayetler üzerinde bir parça düşünürsek görürüz ki, Kur’an’da zikri geçen peygamberlerin tamamının ya peygamber olduğu tasrih edilmiş, tebliğinin serencamından kesitler sunulmuş yahut peygamberlerin isimlerinin peşpeşe zikredildiği dizgede adı geçmiştir. Buna bir de Efendimiz s.a.v.’in verdiği haberleri eklemek gerekir. Kur’an’da şu veya bu tarzda zikredilmiş peygamberlerin peygamberliği konusunda hadislerde daha fazla detay bulunmaktadır.
Hz. Hızır hakkında ise Kur’an’da, “katımızdan rahmet verilmiş ve ilim öğretilmiş bir kul” ifadesi geçmekte ve Hz. Musa a.s. ile olan ibretâmiz yolculukları anlatılmaktadır. Bunun dışında onun peygamberliğine, tebliğine, gönderildiği kavme... vs. dair hiçbir ayrıntı yoktur. Efendimiz s.a.v.’den de onun peygamber olduğunu ifade eden açık ve kesin bir bilgi nakledilmemiştir.
Dolayısıyla onun gayba dair bilgi sahibi olması, gayba muttali kılınma özelliğinin peygamberlere mahsus olmadığını açıkça göstermektedir.
Yine Hz. Süleyman a.s.’a, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getirebileceğini söyleyen ve dediğini yapan “Kitap’tan bir ilim sahibi olan” kimsenin de peygamber olmadığı açıktır (Neml, 40).
Meselenin Kur’an temelinde değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkan manzara kısaca budur. Bir de “rivayetler” vadisine baktığımızda, başta Sahabiler olmak üzere gayba muttali kılınan salih ve veli kullardan nakledilenler hayli fazladır.
Mu’tezilî müfessir ez-Zemahşerî, “O bütün gaybı bilir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak seçtiği bir elçi bunun dışındadır” (Cinn, 26-28) ayetlerini meşrebi doğrultusunda tefsir etmiş ve ayetlerin “evliyaya izafe edilen kerametleri iptal” ettiğini ileri sürmüştür. (el-Keşşâf, IV, 619-20)
Fahruddîn er-Râzî onun bu istidlalini zikrettikten sonra, bu ayette geçen “gaybına” sözcüğünün “kıyametin kopuş vakti”ni anlattığını söyler. Yani ayet, kıyametin ne zaman kopacağının bilgisine –“razı olunmuş elçi” müstesna olmak üzere– kimsenin muttali kılınmadığını anlatmaktadır. Dolayısıyla bu ayetten hareketle gaybın sadece “razı olunmuş elçi”ye bildirileceğini, başka hiç kimsenin gayba muttali kılınmayacağını söylemek isabetli değildir. Aynı surenin 25. ayetinde kıyametten bahsediliyor oluşu da bu istidlali destekleyen önemli bir noktadır.
Doğrusu bu ayetin, bir kısım gaybî bilgilerin sadece Efendimiz s.a.v.’e bildirildiğini, O’nun dışındaki hiçbir varlığın hiçbir gaybî bilgiye muttali kılınmadığını gösterdiğini söylemek, ayete yüzeysel yaklaşmak demektir. Zira;
1. Bu ayette kastedilenin, “beşer elçi” yani “peygamber” olduğu açıktır. Eğer bunu Efendimiz s.a.v.’e tahsis edersek, yazının başında zikrettiğim peygamberlerin verdiği gaybî haberlerin bizzat Kur’an’da zikredildiği vakıasını açıklayamayız.
2. Yine böyle bir tahsis, meleklerin de “gaybı bilmeyenler” kategorisinde bulunmasını gerektirir. Oysa insanlar için gayb olan pek çok hususun melekler için gayb olmadığı, ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.
3. Yine burada “rasul” kelimesi geçmektedir. Bu durumda ayetin “nebi”leri istisna harici tuttuğunu söylemek gerekir ki, vakıaya aykırı olur... (Bkz. el-Âlûsî, Rûhu’l-Ma’ânî, XXIX, 97.)
Yüce Allah’ın bir kısım gaybî bilgilere muttali kıldığı insanların sadece peygamberler olmadığı, evliyanın da –peygamberler kadar olmasa bile– bazı gaybiyyata muttali kılındığı konusundaki Ehl-i Sünnet inancı, kaynağını ağırlıklı olarak ilgili hadislerden almakla birlikte, konunun Kur’an ayetleriyle istidlal boyutu sadece zikrettiğim noktalardan ibaret değildir.
Hikmet ve gayb bilgisi
Kur’an’da geçen “hikmet” kavramının “gaybî bilgiye ulaşma”yı da içermesi, hatta “vahiy” kavramının yine Kur’an tarafından sadece peygamberlere mahsus olarak kullanılmaması gayb bilgisinin sadece peygamberlere verildiğini söylemenin mümkün olmadığını göstermektedir.
Peygamberler dışındaki insanların gaybî haberlere muttali kılınma vasıtalarından biri “ilham” ise, diğeri de, bizzat Efendimiz s.a.v. tarafından “nübüvvetin kırk altıda bir cüzü” olarak ifade buyurulan (Buharî, Tirmizî) rüya (sadık rüya/mübeşşirat)’dır.
Allah Tealâ tarafından gerek rüya, gerekse ilham, hads vb. bir vasıtayla muttali kılınan gaybî bilginin müslüman bilincindeki yeri ve etkisi konusunda pratik tecrübelerden hareketle çok şey söylenebilir. Bugün İstanbul’un sadece manevi atmosferinde değil, bulunduğu mahallin fizik görüntüsü üzerinde dahi silinmez bir etkisi bulunan Ebû Eyyub el-Ensarî r.a. hazretlerinin kabrinin yerinin, Akşemseddin hazretlerinin keşfi ile tesbit edilmesi, üzerinde düşünülebilecek örneklerden sadece bir tanesidir.
Şurası açık ki, Sahabe neslinden itibaren bu ümmetin salihlerinden aktarılan ve kuşaktan kuşağa intikal eden kerametler tevatür seviyesindedir. Gerektiğinde bu noktanın detaylarına girebileceğimizi belirterek konunun bir başka boyutuna temas etmek istiyorum.
Günümüzde bu ve benzeri birçok konu tartışma gündemine sokulurken, “birtakım çevreler tarafından istismar edildiği” gerekçesinin sıklıkla kullanıldığı dikkat çekiyor. Doğru olsa bile bu noktanın meselenin özüne etkisi olmadığı açıktır. Diyelim ki günümüzde bazı sahtekârlar gaybı bildiklerini iddia ederek cahil halkı aldatıyor ve bu nokta üzerinden çıkar sağlıyor. Bu sakıncanın önüne geçmenin yolu, “mevcut” bir şeyin “nâmevcut (yok)” olduğunu söylemek midir?
Bunun doğru bir tutum olmadığını ayrıca belirtmeye gerek yok. İnsanların şu veya bu şekildeki telakkisi ne Hakk’ı Hakk olmaktan, ne de bâtılı bâtıl olmaktan çıkarır.
Gayb bilgisinin sınırı
İnsanın kendi irade ve gayretiyle elde ettiği bilginin “az bir bilgi” olduğu, Yüce Kitabımız’da altı çizilen bir hakikattir. “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra, 85)
Yine Kur’an’da, meleklerin şöyle dediği haber verilir: “Melekler dediler ki: (Ey Rabbimiz!) Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” (Bakara, 32)
Sadece melekler değil, peygamberler de sınırlı bilgiye sahiptir. “Allah’ın, peygamberleri toplayıp, ‘Siz(den sonra davetiniz)e ne derece uyuldu?’ diyeceği, onların da ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok; gaybleri hakkıyla bilen ancak sensin’ diyecekleri günü hatırlayın.” (Maide, 109) ayeti, peygamberlerin dahi Allah Tealâ’nın bildirmesi olmadığında gaybî bilgiye sahip olamadıklarını anlatmaktadır. İnsanın kendi irade ve gayretiyle elde ettiği bilgi sınırlı olunca, kendi iradesi dışında kendisine verilen gaybî bilginin sınırlı olması elbette çok daha anlaşılır bir durumdur.
İkinci bir nokta da şudur: Gerek peygamberler, gerekse evliyauullah, kendi istedikleri zamanda, miktarda ve şekilde değil, Allah Tealâ’nın istediği zamanda, miktarda ve şekilde gaybî bilgiye mazhar olurlar. Dolayısıyla onların, istedikleri zaman istedikleri gaybî bilgiye muttali olmaları söz konusu değildir. Şu kadar ki, şayet Allah Tealâ’dan, herhangi bir gaybî bilgiyi elde etmeyi dilerlerse ve bu dilekleri Allah Tealâ tarafından kabul buyurulursa, ancak o zaman böyle bir şey söz konusu olabilir.
Bir noktanın daha izahıyla yazıyı nihayetlendirelim: Yukarıdan beri, Yüce Allah’ın dilemesiyle gaybî bilgiye muttali olanları “peygamberler ve evliyaullah” diye ifade ediyoruz. Bu, gaybî bilgiye ulaşma konusunda peygamberlerle evliyaullah arasında hiçbir fark bulunmadığı anlamına gelmez. Evliyaullah, peygamberlerin muttali kılındığı her türlü gaybî bilgiye sahip olabilir anlamına gelmez. Kâinatın ve insanın yaratılışı, geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssaları, kıyamet alametleri ve ahiret ahvali gibi konulara ilişkin külli haber ve bilgiler sadece peygamberlere verilmiştir. Gerek bu konularla ilgili olarak, gerekse diğer hususlarda evliyaullahın muttali kılındığı gaybî bilginin daha cüz’î olduğunu görüyoruz.
İkinci bir husus da, evliyaullahın bir kısım gaybî haberlere muttali kılınmasının, ümmeti oldukları peygamberin hak davasının teyidi anlamına geldiği gerçeğidir.
SEMERKAND - Ekim 2009
 

Erzurumli

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
1
Puanları
0
Es Selamün Aleyküm ERZURUMLİ gönüldaş...
Paylaşım için Allahcc razı olsun...
Rabbimize emanetsin...
O EN GÜZEL VEKİLDİR...
Besmele...Selam...Dua...


Ve aleykum selam ahiretlik;

ALLAH TEALA sizden de razı olsun,katkılarından dolayı da ayrıca teşekkür ederim...
 

Azerbaycan_li

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Ocak 2010
Mesajlar
1,201
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37



Esselamu aleykum, aleykum salam



Kıymetli kardeşim,


Ne varki fasıklık diye bir konu açıyorum,siz konuya hem faydalı hemde konuyu irdeleyen sözler yazıyorsunuz, (amacım irdelemek degildi sadece kafama takılanı sormaltı) yazdıklarınıza cevap yazıyorum sonra bana diyorsunuz ki birde benim kafama şu takıldı ki,iman artarmı azalırmı,ona da bildiğimizi yazıyoruz,sonra imanın islamla bir bütünmü yoksa ayrımı olduğunu soruyorsunuz,hadi bunada cevap yazıyoruz (arada bana diyorsun ki sen biliryorsun diye soruyorum ),daha sonra namaz kılmayanın katli konusunu açıyorsunuz,( ben konuyu okurken, kafama takılanı sordum ve siz cevapladınız bolece her defasında bir soru geldi..yani kasti olarak şimdi iman artar mı azalır mı dige sorayım ve ya şimdi başka bir soru sorayım dige hiç düşünmedim) sonra onada cevap yazıyoruz yazı yazarken alıntı yaptığım alimler vehhabi-mutezile ve İbni teymiyye ismi kullanınca-sen sanki ben demişim gibi vehhabiler sapık,kafir dedin diyerek beni olmayan birşey ile itham ediyorsun,yazımı baştan sona okuyorum böyle birşey yok,yazı aralarında bakıyorum ki sen senatöre bir mevzu hakkında bir soru soruyorsun ''Hanzala kardeş bu konu hakkında ne demiş erzurumliye yazacak cevap bulamıyorum ''... ( yok, vallahi yalnış düşünmüşsün...ben zaten başka bir kardeşe sordum ve konuya da yazıdım imanın artıp azalmasını tüm alimler sizin alıntılar ettiginiz alimler gibi anlamış, ama dediginiz gibi imanın aslında Allaha , peygamberlerine, kitaplarina ve s burada iman artmaz ve eksilmez..artan ve eksilen imanın cilasıdır yamıştınız ya İmam Rabbaniden ...ben de oyle düşündüm ve yazdım...Ondan sonra senator yazınca ben bakayım bir de hanzala ne diyor konuda dedim ..yoksa erzurmlu kardeşe vericek cevap bulamadım dur hemen hanzaladan dinleyim de delil toplayim gibi bir çaba içinde olmadım..yani bu konu hakkında yalnış düşünmüşsünüz gerçekten))
Be kardeşim bu kardeşcağızın burada din kardeşleri faydalansın diye birşeyler yapmaya çalışıyor,ama demekki sen mezheb çatışması ortamı var sanarak,seninkiler böyle dedi,benimkiler böyle diyor,( kardeş seninki benimki dige bir şey yok...ve ben mezhep çatışması içine de hiç girmedim...subhanallah..lutfen boyle düşnmeyin...ben İmam gazaliyi de sverim, İmam rabbaniyi de ve diger tum İslam alimlerini de...onlar benim yerime sorgu sual olunacak degiller...onlarin ilminden faydalanırız...yoksa İbn teymiyyeyi oveyim...digerini yeregim..benimki ustun olsun dige bir şey etmem...inşalalh sen de seninki benimki dige ayrıma ..ayırıyorsan en azından bana sen ole ediyorsun deme inşallah..) diye hanzaladan kaynak arıyorsun,fasık konusunda,konu içine konu açarak,soru üstüne soru yazarak,siz ile biz kıyası güdüyorsun,bizde senin bu yaptığını islam adına bir çalışma DEĞİL ,nefsiniz adına bir çalışma olarak gördüğümüz için,( bak kardeş sizde yazmış oldugum yazılardan dolayı bole bir fikir oluşmuş ola bilir...benim hakkımda...siz ile biz kiyası asla gutmedim...Allah şahit eger bilmeyerek gütmüşsem ki aasla niyyetim bu degil Allah biliyor...Allah beni aff etsin) bir daha sizle konularımızda istişare derken,ben böyle inanmıyorum,yada selefilere göre böyle derseniz,istişaremizi keser,sizinle sohbeti bırakırız...( yok zaten ben aretık size kolay kolay soru sormam...yalnış anlaşılmalara sebep oluyorum)
Çünkü sizi ilk tanıdığımda dedim ve üstünede ekliyorum,bu kardeşin ibni Teymiyye fikirleri benimseseydi Teymiyyeci olurdu,yada öğrencisi el-cezviyye yada takipcileri ve devamında vehhabiler...

Buna rağmen site ve forum herkese açık...

Kalb kırıcı olmaktan bizde ALLAH TEALA ya sığınırız,özellikle ilim konusunda hava atmaktanda...


sonda diyorum ki, benim amacım sadece Allah ın rızasını kazanmak...Kalp kırmak, ve ya alıntılar ederek bilmişlik taslamak, fitmne fesad çıkarmak, benim sevdgim alim diger alimden üstün (ki hepsini Allah için seviyorum)...benim amacım asla bunlar degil...işim gücüm bitti de bunca günahımın arasında bunları etmege mi geldim...Allah beni bağışlasın...sizi de ve tum inananları da...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Veliler ve Kerametleri (Allah'ın gerçek mü'min kullarına ikramlarından örnekler.)

Imam Nevevi'nin Riyazus Salihin adli eserinde Veliler ve Kerametleri hakkindaki bölüm:


"Unutmayın ki, Allah'a dost ve yakın olanların korkmaları için bir sebep yoktur. Onlar acı ve üzüntü de çekmeyeceklerdir. Onlar iman edip ve Allahtan korkup sakınanlardır. Onlar için hem bu dünya hayatında, hem de sonraki hayatta müjdeler var. Allah'ın va'dinde asla değişme yoktur. O verdiği sözü mutlaka yerine getirir. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk da budur."

(10 Yunus, 62-64)


"Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine olgun, taze hurmalar dökülsün ve sonra da ye iç, doğacak olan bu çocuktan dolayı da, gözün aydın olsun! Ve insanlardan birini görürsen, ona de ki: "Ben, o sınırsız rahmet sahibi için, bir süre konuşmaktan kaçınmaya söz verdim. Bu yüzden bu gün insanlardan hiçbir kimseyle konuşmayacağım."

(19 Meryem, 25-26)


"...Zekeriyya ne zaman O'nu mabette ziyaret ettiyse, yanında yiyecekler görür ve sorardı: "Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor?" Meryem: "Bunlar Allah'tandır, Allah dilediğine hesapsız rızık bağışlar" diye cevap verdi."

(3 Al-i İmran, 37)


"Madem onlardan ayrıldınız ve Allah'tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, sığının mağaraya da Rabbiniz, rahmetiyle bir genişlik versin ve işinizde de size kolaylık sebepleri hazırlasın. Ve yıllarca güneşin doğarken, onların mağarasını sağ taraftan yalayıp geçtiğini, batarken de onlara dokunmadan sol yandan geçip gittiğini ve onların mağaranın genişçe bir bölümünde bulunduklarını görürdün. İşte bu Allah'ın ayetlerinden biriydi."

(18 Kehf, 16-17)



1504: Ebu Muhammed Abdurrahman ibni Ebu Bekir es-Sıddık (Allah Ondan razı olsun) şöyle demiştir:

Medine Mescidinde barınan insanlar(suffe ehli) fakir kimselerdi. Bir seferinde Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
"İki kişilik yemeği olan bu insanlardan bir üçüncüsünü, dört kişilik yemeği olan da bir beşincisini, hatta altıncı kimseyi yemeğe götürsün" buyurdu veya buna benzer bir söz söyledi. Ebubekr Sufe ehlinden üç kişiyi davet etti, Resulüllah (sallallahu aleyhi vesellem) on kişiyi alıp evine göyürdü. Ebubekr (misafirlerini
evinde bırakarak) Resulullahın(evine gidip) yanında akşam yemeğini yedi. Sonra yatsı namazını kılıncaya kadar Resulullahın yanında kaldı. Yatsıyı kıldıktan sonra tekrar resulullahın evine gitti.. Gece hayli ilerledikten sonra eve geldi.

Hanımı Ebubekre ; "Seni misafirlerin yanında bulunmaktan alı koyan neydi? "diye sordu.
Ebubekr (Allah Ondan razı olsun): "Onlara akşam hâlâ yemeğini takdim etmedin mi? " diye çıkışıp hanımına sordu.
O da: Sen gelmedikce yemek yemiyeceklerini söylediler. Yemek çıkardık, kabûl etmediler. dedi

Hadisi rivayet eden Hz. Ebubekir'in oğlu Abdurrahman diyor ki:
Ben ortalıktan savuşup saklandım, babam bana hiddet ve şiddetle: "Behey anlayışsız adam" diye sövüp saydı ve "İçinize sinmesin, yiyin. Vallahi ben bu yemekten yemiyeceğim" dedi.

Abdurrahman der ki, "Allah'a yemin ederim ki bizim her el uzattığımız lokmanın altından yemek daha da artıyordu. Nihayet misafirler doydular, yemek de ilk getirildiğinden daha fazla olarak ortada duruyordu.
Ebubekir yemeğe baktı, olduğu gibi duruyordu. Hanımına hitaben, "Ey beni Firasın kız kardeşi, bu ne hal?" dedi. Hanımı da, "Gözümün nuruna yemin ederim ki, yemek şimdi öncekinden üç misli fazladır" dedi.
Bunun üzerine Ebubekir o yemekten yedi ve ettiği yemini kastederek, "O olan şey şeytandandı."
O yemekten bir lokma aldıktan sonra geri kalanı peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem)'e gönderdi. Yemek orada sabaha kadar durdu. Bizimle bir topluluk arasında sözleşmemiz vardı, sözleşmenin süresi bittiği için o topluluk Medine'ye gelmişlerdi.
İçlerinden sözcü olarak on iki kişi ayırdık. Herbiriyle beraber kaç kişinin bulunduğunu Allah bilir. İşte onların hepsi de o yemekten yediler.

Buhari'nin diğer bir rivayetinde de şöyle denilmiştir:

Misafirlerin kendisi gelmedikçe yemek yemek istemediklerini öğrenen Ebubekir de o yemekten yemeyeceğine yemin etti. Hanımı da o yemeyince yemeyeceğine yemin etti. Misafir ve misafirler de zaten sofraya oturmayacaklarına yemin etmişlerdi. Bunun üzerine Ebu Bekir: "Başlangıçta yaptığım yemin
şeytandandır. Haydi buyurun yemeğe" dedi, kendisi de misafirler de yediler. Her el uzattıkları lokmanın altından yemek çoğalıyordu. Bunun üzerine Ebubekir hanımına, "Ey benî Firas'ın kardeşi, bu ne hal?" dedi, o da: "Gözümün nuruna yemin ederim ki şu anda yemek ilk halinden daha fazladır" dedi. Oradakiler yediler, kalan
yemeği Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'a gönderdiler. Hadisi rivayet eden Abdurrahman, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in de bu yemekten yediğini haber verdi.

(Buhari, Edeb, 87)

Buhari'nin değişik bir rivayetinde şöyle anlatılmaktadır:

Ebubekir oğlu Abdurrahman'a:
"Ben peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in yanına gideceğim, ben gelinceye kadar misafirlerin hizmetinde bulun ve yemeklerini yedirmiş ol" diye tenbihte bulundu. Abdurrahman misafirlere yemeği getirip, buyurunuz deyince, onlar, "Bu evin sahibi nerede?" dediler. Abdurrahman da: "Siz buyurun yiyin"
dediler. Onlar da ev sahibi gelmeyinceye kadar biz yemeyiz" dediler. Abdurrahman yemeğinizi lütfen yiyiniz, eğer babam geldiğinde sizler yemek yememiş olursanız,
bana darılır, kızabilir diye ısrar ettiyse de misafirleri yemek yemekten çekindiler. Babam geldiğinde bana fena halde çıkışacağını bildiğim için o gelince hemen savuşup bir yere gizlendim. Babam gelir gelmez, "Misafirlere ne yaptınız?" diye sordu. Durumu haber verdiler. Bunun üzerine "Abdurrahman!" diye bana seslendi, cevap vermedim, sonra tekrar "Abdurrahman" diye bağırdı, ben yine ses vermedim. Bu sefer, "Behey anlayışsız adam, sesimi duyuyorsan Allah aşkına gel" dedi, ben de
yanına gelip, "Benim kusurum yok, istersen misafirlere sor" dedim.
Misafirler de:
"Abdurrahman doğru söylüyor, bize yemek getirdi, ama biz yemedik" dediler.
Bunun üzerine "Demek beni beklediniz, Vallahi ben de bu gece bu yemeği yemeyeceğim işte" dedi. Onlar da:
"Allah'a yemin ederiz ki, sen yemezsen biz de yemeyiz dediler." Ebubekir:
"Allah iyiliğinizi versin size ne oluyor ki hazırlanan yemeği kabul edip yemiyorsunuz? Haydi buyurun yemeğe" dedi. Babam besmele çekerek yemeğe yöneldi. Kızgınlığından dolayı başta ettiğim yemin şeytandandır deyip yemeği yedi,
misafirler de yediler.

(Buhari, Edeb, 88)


1505: Ebu Hureyre (Allah Ondan razı olsun)'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:

"Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine Allah tarafından ilham edilen kimseler vardı. Şayet ümmetimin içinde de onlardan biri varsa hiç şüphesiz o, Ömer ibni Hattab'tır."

(Buhari, Fezailu'l-ashab, 6)


1506: Cabir ibni Semurate (Allah Onlardan razı olsun) demiştir ki: Kufeliler Halife Hazreti Ömer'e Sa'd ibni Ebi Vakkas'ı şikayet ettiler de Ömer Sa'd'ı valilikten azledip Ammar ibn Yasir'i Kufe'ye vali tayin etti. Kufeliler Sa'd hakkındaki şikayetlerini o kadar ileri götürüp namaz kılmasını bile bilmiyor demeye kadar
ithamda bulunmuşlardı. Ömer adam gönderip Sa'd'ı Medine'ye getirtti ve:

"Ey Ebu İshak, bu adamlar senin namaz kıldırmayı bile bilmediğini iddia ediyorlar" dedi. Bunun üzerine Sa'd ibni Ebî Vakkas:

"Allah'a yemin ederim ki ben onlara Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'ın namazı gibi namaz kıldırdım ve ondan hiçbir şeyi noksan yapmadım. Yatsı namazını kıldırırken ilk iki rekatta ayakta çok durur, son iki rekatı da hafif tutarım" dedi.

Ömer: "Zaten senden beklediğimiz de bu idi" dedikten sonra meseleyi tahkik için birkaç kişiyle birlikte Sa'd'ı Kufe'ye gönderdi.

Görevli kişi veya kişiler Kufelilerden Sa'd'ın durumunu soruşturdu, bütün mescidlere gidip oraların cemaatlerinden Sa'd'ın halini sordu. Onlar da Sa'd hakkında hep övgü dolu sözler söylediler. En sonunda Absoğulları mescidine gitti ve herkesin Sa'd hakkında bildiklerini söylemeye davet etti. Onlar arasından Ebu Sa'de
diye anılan Usame ibni Katade kalktı ve şöyle dedi:

" Madem bize Allah adını verdin, söyleyelim. Sa'd askeri birliklerle birlikte harbe gitmez, mal taksiminde eşitlik gözetmez ve adaletle hükmetmez" dedi. Bunun üzerine Sa'd şöyle dedi: "Madem ki böyle söyledin, ben de senin hakkında üç dua edeceğim, dinle: "Allahım senin bu kulun bu söylediklerinde yalancı ise ve söylediklerini gösteriş ve şöhret için söylüyorsa, onun ömrünü uzat, fakirliğini artır ve fitnelere uğrat" dedi. Sonraları o adama halinden sorulduğunda, "Kocamış, fitneye uğramış, zavallı bir ihtiyarım ben. Sa'd'ın bedduasına uğradım" diye cevap verirdi.

Hadisi Cabir'den rivayet eden Abdulmelik ibni Umeyr der ki: "Daha sonraları o ihtiyarı ben de gördüm. Yaşlılıktan dolayı kaşları gözlerinin üzerine sarkmış olduğu halde yolda rastgeldiği kızlara sataşır ve onları çimdiklerdi."

(Buhari, Ezan, 95; Müslim, Salat, 158)


1507: Urve ibni'z-Zübeyr'den rivayet edildiğine göre Erva binti Evs kendi arazisinden bir parçayı gasbettiği iddiasıyla Said ibni Zeyd ibni Amir ibni Nufeyl (Allah Ondan razı olsun)'ı Medine valisi Mervan ibni'l-Hakem'a şikayet etti. Bu şikayet üzerine Said, "Ben bu konuda Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'in söylediklerini dinledikten sonra onun hakkını üzerime geçirir miyim hiç!" dedi. Mervan:

"- Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'den ne duydun?" diye sorunca, o da:

"- Ben Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'ın "Kim haksız olarak başka birinin toprağından bir karış zorla yani zülümle alırsa o yerin yedi katı o kişinin boynuna halka gibi geçirilir" buyurduğunu işittim. Bunun üzerine Mervan Said'e hitaben, "Artık senden bundan başka bir delil istemiyorum" dedi. İş bu noktaya gelince Said:

"- Allahım, eğer bu kadın yalancı ise sen onun gözünü kör et ve kendisini de o arsasında öldür" diye beddua etti. Hadisi rivayet eden Urve şöyle diyor: "O kadın ölmezden önce gözleri kör oldu ve bir gün o dava konusu arazide gezinirken bir çukura düşüp öldü."

(Buhari, Bedu'l-Halk, 2; Müslim, Musakat, 139)

Müslimden Muhammed bin Zeyd bin Abdullah Bin Ömerden gelen bir rivayete şöyledir: . Hadisi rivayet eden Urve Kadının kör olduğunu ve duvarlara tutunarak; Saidin bana ettiği bedduası kabul oldu, dediğini Saidle çekişip dava konusu olan evin koyusunu uğrarken içine düşüp öldüğünü, ve o ev ona mezar olduğunu gördüğünü söyler.


1508: Cabir ibni Abdullah (Allah Onlardan razı olsun) şöyle dedi:

Uhud savaşı hazırlığında geceleyin babam beni çağırdı ve "Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'ın ashabından şehid düşeceklerin ilki ben olacağımı zannediyorum.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hariç benim geride bırakacağım en değerli kimse sensin, borçlarım var. Onları öde. Kardeşlerine daima iyi davran" dedi.

Sabahleyin babam ilk şehid düşen kimse oldu. Başka bir şehid ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra bir başka şehidle onu aynı kabirde bırakmayı içime sindiremedim, onu altı ay sonra mezarından çıkartım kulağının bir kısmı hariç tüm vücudu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi. Onu yalnız başına bir kabre
koydum."

(Buhari, Cenaiz, 78)


1509: Enes (Allah Ondan razı olsun) şöyle demiştir:

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem)'in ashabından iki kişi karanlık bir gecede Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in yanından çıktılar. Önlerinde meşale gibi iki ışık meydana geldi.
Birbirlerinden ayrılıp evlerine varıncaya kadar da bu ışık onların yollarını aydınlatıyordu.

(Buhari, Salat, 79)


1511: İbni Ömer (Allah Onlardan razı olsun) şöyle demiştir:
Babam Ömer (Allah Ondan razı olsun) birşey hakkında
"Ben şöyle düşünüyorum" dedi mi, o şey gerçekten onun düşündüğü gibi gerçekleşirdi.

(Buhari, Menakıbu'l-Ensar, 34)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt