HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
Müslümanlar İslâm'a, şüpheye yer bırakmayacak şekilde iman ettiler. İmanları o derece kuvvetliydi ki içlerinde İslâm hakkında hiçbir şüphe yoktu. Fikirlerdeki manalarını uygulama maksatlı olarak kavramaları dışında, Kur'an ayetlerini asla araştırmadılar. Mantıki neticeler çıkarmak ve varsayımlar icat etmek için de araştırmaya hiç eğilmediler. Bu İslâm davetini bütün insanlara taşıyarak dünyaya açıldılar. Onun uğrunda savaştılar, ülkeleri fethettiler ve kendilerine halklar boyun eğdi.
Hicri birinci asırda İslâmî davet akımları, önüne çıkan her engeli kökünden söküp atıyordu. İslâmî fikirler insanlara, Müslümanların aldıkları gibi apaçık bir anlayış, kesin iman ve müthiş bir uyanıklıkla veriliyordu. Ancak, fethedilen ülkelerde İslâm davetinin taşınması, henüz İslâm'a girmemiş diğer dinden olan kimselerle İslâm'a girmiş kimseler arasında fikri çatışmaya yol açtı. Bu fikri çatışma ise çok şiddetli idi. Diğer dinlerden olan kimseler bazı felsefi düşünceleri bildikleri gibi kendi dinlerinden aldıkları birçok görüşe de sahiptiler. Bunlar şüpheler yayıyorlar ve inançlarla ilgili konularda Müslümanlarla mücadele ediyorlardı. Çünkü davet, akide ve akide ile ilgili fikirler esasına dayanmaktadır. Müslümanların İslâm davetine olan hırsları ve rakiplerine cevap verebilme ihtiyaçları düşmanlarına karşı ellerinde bir silah olması için birçoklarını bazı felsefi düşünceleri öğrenmeye sevk etti.
İslâm davetini taşıma ve muhaliflerine cevap verebilme hırslarının yanında onları bazı felsefi düşünceleri öğrenmeye şu iki etken sevk etmiştir:
1- Kur'an-ı Kerim, insanları tevhide ve nübüvvete inanmaya davet etmesinin yanında Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in zamanında yaygın olan dinlerin ve fırkaların önemlilerine de değiniyordu. Onlara cevap verip sözlerini çürütüyordu. Şirkin her çeşidini göstererek cevap veriyordu. Yıldızları ilah olarak kabul eden ve yıldızlara ve putlara tapıp onları Allah Subhenehû ve Teala’ya ortak koşan müşriklere, nübüvveti ve Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünü inkâr edenlere, öldükten sonra dirilip hesap vermeyi inkâr edenlere, İsa Aleyhisselam'ı ilah veya Allah Subhenehû ve Teala’nın oğlu olarak görenlere de cevap veriyordu. Hatta bundan da öte Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e onlarla mücadele etmeyi emrediyordu:
وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ "Onlarla en güzel şekilde tartış."[1]
وَلا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ "Ehli kitap ile en güzel şekilde mücadele et."[2]
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatı müşriklerle, ehli kitapla, bütün kâfirlerle yapılan fikri çatışma ile doludur. Onun hem Mekke'de hem de Medine'de fert fert, toplu olarak ve heyetler halinde kâfirlerle tartıştığı, mücadele ettiğine dair birçok olay rivayet edilmiştir. Bu açık fikri mücadeleyi Müslümanlar, Kur'an ayetlerinden ve Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadislerinden ve davranışlarından okuyorlar ve duyuyorlardı. Bu nedenle de onların başka dinlerden olanlarla tartışmaları ve onlarla fikri çatışmaya girmeleri, mücadele etmeleri doğaldı. Çünkü İslâm dininin hükümleri onları mücadeleye çağırıyordu. Küfürle yapılan çatışmanın ancak fikri çatışma, mücadele ve tartışma ile meydana gelmesi İslâm davetinin tabiatındandır.
Çatışmanın akli açıdan ele alınmasına gelince: Bizzat Kur'an'ın kendisi aklı kullanmaya çağırmış, akli deliller ve hissedilen burhanlar getirmişti. Akidesine yapılan çağrıyı da nakle değil ancak akla dayandırmıştır. Bu nedenle çatışmanın ve mücadelenin akli açıdan yapılması, davetin tabiatı ile vasıflanması elbette ki kaçınılmazdır.
2- Nesatura Hıristiyanları ve benzerlerinden kaynaklanan lahutî/ilahiyat felsefesi ile ilgili konular Müslümanlar arasına sızdı. Aristo mantığı Müslümanlar arasında tanındı. Bir kısım Müslümanlar felsefi kitaplarla tanıştılar. Birçok felsefi kitap, önce Yunancadan Süryaniceye ardından da Arapçaya tercüme edildi. Daha sonraları ise doğrudan Yunancamdan Arapçaya tercüme edildi. Felsefi düşüncelerin İslâm dünyasına girmesine de bu tercümeler yardımcı oldu. Bir takım din mensupları özellikle de Hıristiyanlar ve Yahudiler Yunan felsefesi ile silahlandılar. Ülkeye felsefi düşünceleri soktular. Bütün bunlarla İslâm toplumunda felsefi düşünceler yer buldu ve Müslümanlar da bu düşünceleri incelemeye koyuldular.
- Mücadele hakkında İslami hükümler ve İslâmî fikirler,
- Felsefi düşüncelerin varlığı.
İşte bu iki etken; Müslümanları mücadelelerinde ve tartışmalarında akli ve felsefi düşünceleri araştırmaya, öğrenmeye ve onları malzeme olarak kullanmaya sevk etti. Ancak bunların hepsi kapsamlı bir felsefi çalışma olmayıp, Hıristiyanlara ve Yahudilere cevap vermek için felsefi düşünceler üzerinde yapılan çalışmalardı. Çünkü Müslümanlar ancak Yunan filozoflarının düşüncelerini öğrendikten sonra bu yolu kullandılar. Özellikle de mantık ve ilahiyatla ilgili hususları öğrendikten sonra. Onun için Müslümanlar yabancı gurupları, sözlerini ve delillerini iyice kavramaya yöneldiler. Böylece İslâm toprakları bütün görüşlerin, dinlerin ortaya konulduğu ve üzerinde tartışmaların yapıldığı bir alan haline geldi.
Şüphesiz ki cedel/tartışma; düşünmeyi ve bakmayı gerektirdiği gibi, üzerinde dikkatle durulması gereken çeşitli meselelerin ortaya çıkmasına neden oldu. Her grup kendince doğru olanları almaya başladı. Bu tartışma ve düşünme; bazı kişilerin tartışma, mücadele ve araştırma konularında yeni metodları icat etmelerinde etkili oldu. Öğrenmiş oldukları felsefi düşünceler, delil getirme metodlarında ve bazı düşüncelerinde onları etkisi altına aldı. Bunların sonucunda da özel bir teknik olarak "Kelam İlmi" meydana geldi. İslâm topraklarında, Müslümanlar arasında "Kelamcılar" denen yeni bir grup doğdu.
Kelamcılar, İslâm'ı müdafaa etmeleri, hükümlerini açıklamaları ve Kur'an'ın fikirlerini açıklamaları nedeniyle aslında Kur'an'dan etkilenmişlerdir. Araştırmalarının temeli de Kur'an'dır. Ancak onların, Kur'an'ı savunmak için felsefeyi öğrenmeleri, düşmanlarına karşı felsefe ile silahlanmakla; araştırma, delil getirme ve karar vermede özel bir metoda sahip oldular. Onların kullandıkları bu metod Kur'an'ın, Hadisin metoduna ve Sahabelerin sözlerine ters düştüğü gibi, araştırma, delil getirme ve karar verme konularında Yunan filozoflarının metoduna da ters düşmekteydi.
Kur'an'ın metoduna ters düşmesine gelince:
Kur'an davette, fıtrata dayanmaktadır. Kur'an fıtrata dayandığı gibi, insanlara da fıtratlarına uygun bir şekilde hitap etmiştir. Aynı zamanda da akli esasa dayanmaktadır. Akla dayanmış ve akıllara hitap etmiştir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوْ اجْتَمَعُوا لَهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمْ الذُّبَابُ شَيْئًا لا يَسْتَنقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ "Şüphesiz ki Allah'ı bırakıp ta taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu da ondan kurtaramazlar. İsteyen de istenen de aciz."[3]
فَلْيَنظُرْ الإنسَانُ مِمَّ خُلِقَ (5) خُلِقَ مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ (6) يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ "Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O, bir atılgan sudan yaratıldı ki, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından çıkıyor."[4]
فَلْيَنْظُرْ الإنسَانُ إِلَى طَعَامِهِ (24) أَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا (25) ثُمَّ شَقَقْنَا الأرْضَ شَقًّا (26) فَأَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا (27) وَعِنَبًا وَقَضْبًا (28) وَزَيْتُونًا وَنَخْلًا (29) وَحَدَائِقَ غُلْبًا (30) وَفَاكِهَةً وَأَبًّا "İnsan yiyeceğine bir baksın. Doğrusu suyu bol bol indirdik. Sonra yeryüzünü iyiden iyiye yardık. Oradan taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları, koca koca ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik."[5]
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلا تُبْصِرُونَ"Kendi nefislerinizde de ayetler var. Hala görmez misiniz?"[6]
أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضطَرَّ إِذَا دَعَاهُ "Yoksa sıkıntıya düşenin çağrısına icabet eden mi?"[7]
Hicri birinci asırda İslâmî davet akımları, önüne çıkan her engeli kökünden söküp atıyordu. İslâmî fikirler insanlara, Müslümanların aldıkları gibi apaçık bir anlayış, kesin iman ve müthiş bir uyanıklıkla veriliyordu. Ancak, fethedilen ülkelerde İslâm davetinin taşınması, henüz İslâm'a girmemiş diğer dinden olan kimselerle İslâm'a girmiş kimseler arasında fikri çatışmaya yol açtı. Bu fikri çatışma ise çok şiddetli idi. Diğer dinlerden olan kimseler bazı felsefi düşünceleri bildikleri gibi kendi dinlerinden aldıkları birçok görüşe de sahiptiler. Bunlar şüpheler yayıyorlar ve inançlarla ilgili konularda Müslümanlarla mücadele ediyorlardı. Çünkü davet, akide ve akide ile ilgili fikirler esasına dayanmaktadır. Müslümanların İslâm davetine olan hırsları ve rakiplerine cevap verebilme ihtiyaçları düşmanlarına karşı ellerinde bir silah olması için birçoklarını bazı felsefi düşünceleri öğrenmeye sevk etti.
İslâm davetini taşıma ve muhaliflerine cevap verebilme hırslarının yanında onları bazı felsefi düşünceleri öğrenmeye şu iki etken sevk etmiştir:
1- Kur'an-ı Kerim, insanları tevhide ve nübüvvete inanmaya davet etmesinin yanında Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem'in zamanında yaygın olan dinlerin ve fırkaların önemlilerine de değiniyordu. Onlara cevap verip sözlerini çürütüyordu. Şirkin her çeşidini göstererek cevap veriyordu. Yıldızları ilah olarak kabul eden ve yıldızlara ve putlara tapıp onları Allah Subhenehû ve Teala’ya ortak koşan müşriklere, nübüvveti ve Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünü inkâr edenlere, öldükten sonra dirilip hesap vermeyi inkâr edenlere, İsa Aleyhisselam'ı ilah veya Allah Subhenehû ve Teala’nın oğlu olarak görenlere de cevap veriyordu. Hatta bundan da öte Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e onlarla mücadele etmeyi emrediyordu:
وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ "Onlarla en güzel şekilde tartış."[1]
وَلا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ "Ehli kitap ile en güzel şekilde mücadele et."[2]
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hayatı müşriklerle, ehli kitapla, bütün kâfirlerle yapılan fikri çatışma ile doludur. Onun hem Mekke'de hem de Medine'de fert fert, toplu olarak ve heyetler halinde kâfirlerle tartıştığı, mücadele ettiğine dair birçok olay rivayet edilmiştir. Bu açık fikri mücadeleyi Müslümanlar, Kur'an ayetlerinden ve Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadislerinden ve davranışlarından okuyorlar ve duyuyorlardı. Bu nedenle de onların başka dinlerden olanlarla tartışmaları ve onlarla fikri çatışmaya girmeleri, mücadele etmeleri doğaldı. Çünkü İslâm dininin hükümleri onları mücadeleye çağırıyordu. Küfürle yapılan çatışmanın ancak fikri çatışma, mücadele ve tartışma ile meydana gelmesi İslâm davetinin tabiatındandır.
Çatışmanın akli açıdan ele alınmasına gelince: Bizzat Kur'an'ın kendisi aklı kullanmaya çağırmış, akli deliller ve hissedilen burhanlar getirmişti. Akidesine yapılan çağrıyı da nakle değil ancak akla dayandırmıştır. Bu nedenle çatışmanın ve mücadelenin akli açıdan yapılması, davetin tabiatı ile vasıflanması elbette ki kaçınılmazdır.
2- Nesatura Hıristiyanları ve benzerlerinden kaynaklanan lahutî/ilahiyat felsefesi ile ilgili konular Müslümanlar arasına sızdı. Aristo mantığı Müslümanlar arasında tanındı. Bir kısım Müslümanlar felsefi kitaplarla tanıştılar. Birçok felsefi kitap, önce Yunancadan Süryaniceye ardından da Arapçaya tercüme edildi. Daha sonraları ise doğrudan Yunancamdan Arapçaya tercüme edildi. Felsefi düşüncelerin İslâm dünyasına girmesine de bu tercümeler yardımcı oldu. Bir takım din mensupları özellikle de Hıristiyanlar ve Yahudiler Yunan felsefesi ile silahlandılar. Ülkeye felsefi düşünceleri soktular. Bütün bunlarla İslâm toplumunda felsefi düşünceler yer buldu ve Müslümanlar da bu düşünceleri incelemeye koyuldular.
- Mücadele hakkında İslami hükümler ve İslâmî fikirler,
- Felsefi düşüncelerin varlığı.
İşte bu iki etken; Müslümanları mücadelelerinde ve tartışmalarında akli ve felsefi düşünceleri araştırmaya, öğrenmeye ve onları malzeme olarak kullanmaya sevk etti. Ancak bunların hepsi kapsamlı bir felsefi çalışma olmayıp, Hıristiyanlara ve Yahudilere cevap vermek için felsefi düşünceler üzerinde yapılan çalışmalardı. Çünkü Müslümanlar ancak Yunan filozoflarının düşüncelerini öğrendikten sonra bu yolu kullandılar. Özellikle de mantık ve ilahiyatla ilgili hususları öğrendikten sonra. Onun için Müslümanlar yabancı gurupları, sözlerini ve delillerini iyice kavramaya yöneldiler. Böylece İslâm toprakları bütün görüşlerin, dinlerin ortaya konulduğu ve üzerinde tartışmaların yapıldığı bir alan haline geldi.
Şüphesiz ki cedel/tartışma; düşünmeyi ve bakmayı gerektirdiği gibi, üzerinde dikkatle durulması gereken çeşitli meselelerin ortaya çıkmasına neden oldu. Her grup kendince doğru olanları almaya başladı. Bu tartışma ve düşünme; bazı kişilerin tartışma, mücadele ve araştırma konularında yeni metodları icat etmelerinde etkili oldu. Öğrenmiş oldukları felsefi düşünceler, delil getirme metodlarında ve bazı düşüncelerinde onları etkisi altına aldı. Bunların sonucunda da özel bir teknik olarak "Kelam İlmi" meydana geldi. İslâm topraklarında, Müslümanlar arasında "Kelamcılar" denen yeni bir grup doğdu.
Kelamcılar, İslâm'ı müdafaa etmeleri, hükümlerini açıklamaları ve Kur'an'ın fikirlerini açıklamaları nedeniyle aslında Kur'an'dan etkilenmişlerdir. Araştırmalarının temeli de Kur'an'dır. Ancak onların, Kur'an'ı savunmak için felsefeyi öğrenmeleri, düşmanlarına karşı felsefe ile silahlanmakla; araştırma, delil getirme ve karar vermede özel bir metoda sahip oldular. Onların kullandıkları bu metod Kur'an'ın, Hadisin metoduna ve Sahabelerin sözlerine ters düştüğü gibi, araştırma, delil getirme ve karar verme konularında Yunan filozoflarının metoduna da ters düşmekteydi.
Kur'an'ın metoduna ters düşmesine gelince:
Kur'an davette, fıtrata dayanmaktadır. Kur'an fıtrata dayandığı gibi, insanlara da fıtratlarına uygun bir şekilde hitap etmiştir. Aynı zamanda da akli esasa dayanmaktadır. Akla dayanmış ve akıllara hitap etmiştir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوْ اجْتَمَعُوا لَهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمْ الذُّبَابُ شَيْئًا لا يَسْتَنقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ "Şüphesiz ki Allah'ı bırakıp ta taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu da ondan kurtaramazlar. İsteyen de istenen de aciz."[3]
فَلْيَنظُرْ الإنسَانُ مِمَّ خُلِقَ (5) خُلِقَ مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ (6) يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ "Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. O, bir atılgan sudan yaratıldı ki, erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından çıkıyor."[4]
فَلْيَنْظُرْ الإنسَانُ إِلَى طَعَامِهِ (24) أَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبًّا (25) ثُمَّ شَقَقْنَا الأرْضَ شَقًّا (26) فَأَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا (27) وَعِنَبًا وَقَضْبًا (28) وَزَيْتُونًا وَنَخْلًا (29) وَحَدَائِقَ غُلْبًا (30) وَفَاكِهَةً وَأَبًّا "İnsan yiyeceğine bir baksın. Doğrusu suyu bol bol indirdik. Sonra yeryüzünü iyiden iyiye yardık. Oradan taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları, koca koca ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik."[5]
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلا تُبْصِرُونَ"Kendi nefislerinizde de ayetler var. Hala görmez misiniz?"[6]
أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضطَرَّ إِذَا دَعَاهُ "Yoksa sıkıntıya düşenin çağrısına icabet eden mi?"[7]