KATİL KİM-1-
Rönesans’tan Komünizm’in yıkılışına doğru renk değiştire değiştire büyüyüp sonunda dünyayı kasıp kavuran, özde ‘ruhçuluğu red’ mânâsını taşıyıcı keskin bir “dinsizlik” cereyanı vardı. Bunun mukabilindeki insanlar ise hiç olmazsa o dinsizliğe yani karşı mukavemet kutbuna nisbetle tersinden veya düzünden en azından mücerred mânâda bile olsa kendi dinlerini bilir, ona sarılırlardı. Son zamanlarda ise artık o dinsizlik cereyanı sırtına kamuflaj elbisesini geçirip izafeten “yok” olunca Boğaçhan’ın karşı mukavemetini bir anda çekip de boğanın yere kapaklanıvermesi gibi, o keskinliğin “diyalogvari” hatlarla yumuşatılmasıyla “din” denen ve onun çektiği katar olarak da “inanç” denen insanın mânâ arayışı da ‘can çekişene sıkılan son kurşun’ hâlinde böylece kimvurduya gitmiş oldu. Bir nevi dünya çapındaki “dar’ül harb”, oldu “dar’ül boşluk”… Ve şeytan, insanoğlunu eriştirdiğiyle, ezelde verdiği ahdin tersinden kemal noktasına da böylece erişmiş oldu: İnanç yok, inançsızlık inancı bile yok!.. Kimine düşen pay olarak ruh hastalığından çıldırmaya doğru, kimine düşen pay olarak da mecazî hayvanlaşmadan gerçeğine doğru gidici korkunç bir nisbetsizlik, ve sanki diyalektiğin sonu…
Anadolu kıtasına baktığımızda da buranın da çukur içinde ayrı bir çukur gibi, dünyadan farklı kalır bir yanı olmadığını görüyoruz. Hangisinin hangisine ayna olduğu meçhul, Anadolu’nun kaybedişinin dünyaya, dünyanın kaybedişinin de Anadolu’ya üstelik katmeriyle geri yansımasının mânâ kıyımı, “fikirsizliğin ve ruhsuzluğun peşi sıra çektiği zamanı gelmiş bir yıkımı hiçbir güç durduramaz!” şeklinde kendini tezahür ettiriyordu.
İrfan, anlayış, idrak melekelerinin felç edildiği bir toplumda yaşıyoruz. Milletimizin son beşyüz yıldan bu yana, cihad meydanlarında yazdığı kahramanlık destanlarına mukabil, zamanı bütünleyici bir muhasebeyi içeren “fikir” yoksunluğundan tutun da, küfürle beraber küfürden de daha çukur bir derekede hiçliğin bir remz şahsiyeti tarafından bu toplumun “kurtulamayış” savaşı sonrası geride kalan ilim-irfan adına istidat belirtebilecek tüm insan unsurlarını, beşikten mezara soyunu tümden kurutucu bir şekilde biçerdöğerlerle kesip biçmesinden, bu hışımdan kurtulabilenlerin de tarihî ortak şuur ve şuuraltlarıyla olan ve olabilecek tüm bağlantılarını kökten tırpanlayıp set çekme amacıyla dil, tarih ve kültür gıdalarına “Okuma! Düşünme! Konuşma! Tüket! İtaat et! Ve öl!” altı emrini içeren bir takım “inkilap” dedikleri diktelerle kovalar dolusu kezzap dökülmesine kadar, buna birçok sebeb sayabiliriz… Düşünce ve idrak gücünün genetiği olan “dil”iyle oynanmak suretiyle aklı alınmış, alfabesi kazınarak kökleri budanmak suretiyle tarihî bağları koparılmış, her sahada Batı maymunluğuna özendirilmek suretiyle orjinal bir benliği olabileceği düşüncesi bile unutturulmuş, iktisadî sömürü cenderelerinden geçirilip tek davanın “ekmek davası” olduğu fikri benimsetilmek suretiyle herhangi bir ideale “inanma” duygusu bile yitirtilmiş, istese de okuyamayan, istese de düşünemeyen, istese de konuşamayan, ama tüketen, ama itaat eden ve devletin bağışladığı, “sosyal sigortalar” güvencesinde hiç olmazsa cesedinin ortada kalmayacağı tesellisiyle salhane koyunları gibi içi müsterih öleceği günü bekleyen “birey”lerden mürekkeb usaresi boşaltılmış bir toplum…
İşte bu “tersine mucize”nin sebeb olduğu deprem yıkıntılarının arasından, bu akışı tersine çevirme yeminiyle bir Adam doğrulmaktaydı!.. Ancak ta 85 yıl önce Müslüman Türk insanına üstelik bir zırdelinin zoruyla giydirilen deli gömleğini buz dağlarını hohlaya hohlaya eritmeye çalışıcı bir mecnunlukta zor bela çıkartabilen bu Adam, karşısında bir Zeus heykeli bulamayacağını belki de için için seziyordu. Mukaddes Emanet’i koruyamamanın belki de İlâhî cezası hâlinde otuz yıla yakın süren “Allah” demeye bile lâyık görülmeyici tecrid suskunluğunun sonunda Türk insanı, ayrılıkları içinde aynı bünyenin mahsulleri hâlinde, o gömleği inatla benimsemiş olanları ve çamurdaki manda rehavetiyle artık hayvanlaşmanın tadına alışanları bir yana, gömlekten kurtulmanın hürriyetini, giderek artan bir şekilde kimi aldığı tek telkinle öz babasına bile kıyabilecek (bir şey yaparak fiilî veya hareketsiz kalarak görmezden gelici) hainlik ve enaniyetteki mankurtlar, kimi ahmaklıktan terfi etmiş tımarhanelik manyaklar, kimi de samimi ama “anlayış”tan yana küt kafalar curcunası hâlinde yaşatmaya başlamışlardı.
Ağlanası bir trajikomedya…
Bu dipsiz ümitsizlik karanlığının bir köşesinde saklı, dünya samanlığını ateş topuna çevirmek üzere bekleyen, kim bilir hangi ilâhî lütuf rüzgârının sürükleyip korunu körüklediği MÂN KIVILCIMI’nı bilmesek, belki de hakkımıza düşen, kafalarımıza sıkacağımız birer kurşun olacaktı!.. Oysa biz biliyoruz ki bu demler, zıddını şiddetince tersine itici, çakılan dibin derinliğince zirveye sıçratıcı mukadder oluş icabı içinde sonsuz bir miras yaşatan ortak şuuraltının gölge oyununa mevzu ve karanlıklarda el yordamına mahkûm hikâyesini oynayan “insan aktörü”nün son çile demleridir. Çünkü hem zaman ve mekânda eserlerine şahid olduğumuz İlâhî ibda, ve hem de ona mutabık İBDA Diyalektiği bunu böyle der!..
İçinden cinler padişahı çıkacağı ümidiyle sabırla okşanan Alaaddin’in sihirli lâmbası misali, Üstad’ın hohlaya hohlaya erittiği buz dağlarından geriye kalan çamurdan hâliyle Müslüman camia… 85 yıl önce girişilen madde ve mânâdaki tırpanlama faaliyetinin alınmış semeresi hâlinde iğdiş edilmiş idraklerinden, “Menemen hâdisesi” hayaletini hâlâ ruhlarında yaşatıcı “provokasyona gelmeme” provokasyonunun korkaklık, teslimiyet, yaranma, ne yapacağının bilememe, muvazaacılık, hak ve haksızlığı görmezden gelme veya “artık iktidar makamlarına gelmiş olmanın rehaveti” şekline bürülü eski öfkesi de sönmüş eylemsizliklerine kadar, donarak tersinden dairevi oluş hâlinde kendi kendini üreten ve toprak kökünden azade bir başıboşlukta gezinen sanki yeni bir çamurdan buzdağı kütlesi… Herşey bir yana, bir ASLAN KEYFİYET’in yılanlı kuyuda çin işkencesine maruz bırakılışını görmezden geldikleri için ve dünyadaki felâketler içinde yüzen tüm kan ağlayan Müslümanları, henüz daha burnu bile kanamamış rehavetleriyle trajik bir tiyatro tadında seyrettikleri için, belki de en sona saklanmış MUSİBETLERİN EN BÜYÜĞÜNÜ celbedici umarsız şu hâlleriyle sanki hâl diliyle kendi aleyhlerine dua edercesine takındıkları tavra ne buyrulur? Ya, acı ve gözyaşı içindeki İslâm âlemi tarafından eski günlerdeki gibi yine önlerine geçip kendilerine mareşallik yapmasını beklediği bu milletin ‘özürü kabahatinden büyük’ hesabı bilakis tam tersini yaptığı için, apoletleri sökük de olsa bir mareşalin cezasının yine “mareşallara layık” şiddet ve büyüklükte olacağı gerçeğinden habersizliklerine? Ve Sabr’ın büyüklüğü ölçüsünde musibetin de büyük olacağından gafil, his iptali içindeki hâllerinden bîhaber körlüklerine?..
Camianın genelindeki “şucu” veya “bucu” yaftaları altında dükkanlarına asılı, mânâsı hangi “dünya görüşü”ne bağlanacağı bile meçhul tabela isimlerini dahi kendilerine yakıştırarak benimsemede muğlak durucu bir fikir yoksunluğu… İzahı bir adımdan bile öte gitmeyen, benimseyemedikleri yaftalarından bile nasıl bir fikirsizlik fikrine sahib oldukları belli böylesi bir cenin-i sakıt keyfiyette nerede kalmış ki toplayıcı bir fikir fenerinden yayılan şualar hâlinde kendilerini kendilerine ve kendilerini çevrelerine izah etme tasası, nerede kalmış ki yakıcı bir nefs muhasebesi, nerede kalmış ki “idrak edemediğini idrak” kadar dahi olsun bir idrak sancısı, dil ve anlayış derdi…
Elbette, en fazla ne yapacağını bilememekle malûl, ama bununla beraber aşkını, vecdini, imân öfkesini kalbinin bir köşesinde mahfuz tutan ve gerçekten samimiyetini yaşamaya çalışan tabandaki samimileri müstesna, komedi edebiyatının artık en iptidai derekesine yapışıcı, düşmana da el ovuşturucu karikatür hâlleriyle vıcıklaşmış bir ironi ishalinde, boşluğu işgal edici varlıklarıyla “yokluk”a bile onlara yer açarken hicab duyuran bir samimiyetsizlik, bir “anlayış”sızlık, bir hiçlik keyfiyetsizliği… En kuru tarafından, fikirden azade de olsa en azından iyi niyetlilik dolu ama idraksizlik idrakine misâl olabilecek şu manzaraya bakar mısınız:
— “Sene 1970… Üstadım, Ankara’da konferans veriyor… Konferansın sonunda da, “İmam Hatib Mezunları Derneği” gibi bir dernekte, bir yorgunluk kahvesi içmek üzere, orada… Uzunca bir masa başında o ve masaya dizilmiş 20 kadar genç… Biri benim… (…) Masada oturanlara şöyle bir göz gezdiriyorum; onlar sadece, konuşan bir meşhuru dinlemekte… Üstadım, vesilesi düşmüş, Bergson’dan bir sahne aktarıyor:
— “Ben Paris’te, onun bir sohbetine katılmıştım… Büyük kafa… Kafasında yüz bin vinç dolaşıyor; fikirleri oradan oraya, oradan oraya naklediyor…”
Ve beni paslı bir hançer gibi tâ canevimden vuran izâh:
— “Vinç dedimse, mecazî mânâda dedim… Anlıyorsunuz değil mi?”
Masadakilerin keyfiyetini -ve ne demek istediğimi- anlayın ve bu işin nerelerden nerelere hangi efsanevî kıtlık şartları içinde getirildiğini kavrayın!..” (1)
Eğer o günlerden bugünlere İslâmcı camianın istisnaî bazı unsurlarında kendilerince parça doğrular olarak yaşattıkları zerre kadar dahi olsun bir haysiyet, keyfiyet belirtici bir eda, bir tavır varsa da, bunu da Büyük Doğu-İBDA mangalından hasbelkader eteklerine sıçramış ruh ve fikir kıvılcımlarına borçludurlar. Bunları da apaçık vakıa olarak görüyoruz, duyuyoruz. “…Telif hakkımızın parsa toplamaya elverişli verimini kapmak için de olsa, kıyıdan köşeden henüz kuru-sıkı keyfiyetini aşmamış Büyük Doğu şuurunu biz uyandırdık, uzaktan kumandalı robotlara giden sinyaller de, şimdilik ve sadece bizden, bizim TESİRİMİZDEN.” (2)
GERİLEME Mİ, İLERLEME Mİ, BAŞLANAN YERDE BİTİRME Mİ?
30 yılı aşkın bir zamandır Anadolu’daki İslâmcı camia ırmağının kendine değil de, ancak üstündeki dalgalanma ve köpüklenmelere yön vermiş bir oluşum, bir taife: (F. Gülen) camiası…
Mânâda nasıl başladılar, nasıl gittiler, nereye vardılar?
Fikirsiz, ama kuru iyi niyetlerle küçük bir oluşum hâlinde liderlerinin vaazlarıyla beraber “İslâm’ı tebliğ” gayeli çıkardıkları dergi ve kitaplarla başlayıp, derinliğine olmasa da ulaştıkları genişliğine yaygınlıkları, onları, büyük devletler tarafından bile peşin hesab kabulü hâlinde “oyun”a dahil edilip daha da şişirilerek “yeni dünya düzeni” hesablarının bir unsuru hâlinde bugünlere kadar taşıdı.
(Devam Edecek)
DİPNOTLAR:
1- Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, İBDA Yayınları, shf. 328.
2- Salih Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, İBDA Yayınları, shf. 146.
Furkan Dergisi, Temmuz 2011, s. 40
Mustafa Âşık
mustafaa(x)yenifurkan.com