Dün akşam, yatısı namazını kılmak için kıbleye yönelmiştim... Işıkları söndürdüğümden sokak fenerleri ve karın beyaz örtüsünden akseden gümişî bir aydınlık odayı aydınlatıyordu. Gözlerim beyaza bürünmüş gelinlik kızlar gibi ürperen ağaçlara takıldı... Kar hafiften yağmaya devam ediyor, ağaçların yüklü dalları rüzgârın yavaşça tahrikiyle sallanıp duruyordu...
Birden gözlerimin önünde başka bir dünya bütün unsurlarıyla canlandı... Rüzgârın ıslıklayarak estiği bir köprü altı... On-on iki yaşlarında bir kız çocuğu, kendisiyle aynı kaderi paylaşan bir sokak köpeğine iyici sarılmış; ısınmaya, bu dehşetli gecenin soğuğunu yenip sabaha ulaşmaya çalışıyor. Saçları darmadağınık, küçücük elleri mosmor kesilmiş... Yırtık diz kapaklarından zayıf vücudu kan revan içinde görünüyor. Düşmüş mü, bir yere mi çapmış, dövülmüş mü? Bilmiyorum...
Masum gözleri korku ve endişeyle etrafı tarıyor... Her bakıştan sonra köpeğe biraz daha fazla, biraz daha sıkı sarılıyor. Köpek onun sığınma ihtiyacına bir ana kucağı gibi cevap veriyor, boynunu boynuna dayayıp sıcak nefesini çıplak ensesine üflüyor. Besbelli donmasın, ölmesin istiyor... Melûl gözleri yakın tehlikelere karşı da yarı uyanık, etrafı kolluyor...
Bir kaç adım yaklaşıyorum... Aman Allah’ım, Hande bu!.. Benim çocuğum, benim kızım. Üşütmüştü, hastaydı ve öksürüyordu... Annesi bir yığın ilaç içirip erken yatırmıştı... Evden ne zaman, nasıl çıktı? Bu köprü altına ne zaman geldi?.. Pamuk gibi bembe beyaz teni ne çabuk bu kadar kararmış? Nasıl birden bu kadar zayıflamış!.. Üstündeki paçavraları niçin giymiş?.. Kalın elbiseleri nerede?.. Bu pis köpek de neyin nesi? Ya kuduzsa, ya parçalasaydı, ya hastalık kapsaydı?..
“Yavrum!” diye bağırmak geliyor içimden, ama birden çocuk bana dönüyor... Boncuk boncuk gözleri kupkuru, ağlamıyor, korkmuyor, üşümüyor sanki... Ama kırgın, ama küskün, ama dargın... Hande değil bu, bir sokak çocuğu!..
“Ya Hande ise, ya Hande olsaydı?” diyor bir ses. “Bu sıcacık odada, bu romantik manzara karşısında, bu kadar rahat ve telaşsız namaz kılabilir miydin? Bu gece, bu lânet şehrin sokaklarında, köprü altlarında, duvar diplerinde ne çok Handeler var, biliyor musun?”
Bir hıçkırık göğsümü patlatıp dağıtıyor, sarsıla sarsıla ağlıyorum....
Kendime ne zaman geldiğimi bilmiyorum... Ayakta, kıbleye dönük namaza durmaya çalışıyorum... Dışarıda buz gibi soğuk bir rüzgâr ve kar var... Ağaçların kar yüklü dalları rüzgârın mütemâdî tahrikiyle nazlı nazlı sallanıp duruyor...
Pencereden dökülen tül aydınlığı sıcacık odayı sarıp sarmalamış; eşyanın sert, köşeli hendesesi bu gümişî aydınlıkta yumuşayıp erimiş gibi... Odaya Hande’nin annesi giriyor. Sonra bir battaniye alıyor.. Yanımdan geçerken sormuşum gibi:
“Hande’ye örteceğim, hava soğuk!” diyor...
Sokak çocuğu köpeğine biraz daha sıkı sarılıyor... Bir hıçkırığın eşliğinde “Allah-u Ekber!” deyip namaza duruyorum... Namazdan sonra sokağa fırlayacak, o çocukla köpeği mutlaka bulacak, onlara sarılıp sabahı birlikte bekleyeceğim...
Alıntı
Hüseyin Yılmaz/Risale Haber