biraz araştırdım bahsetmek istiyorum.
Baş gözlerimizin dışında bir de kalp gözümüz var. Başımızdaki kulaklar dışında, bir de kalbimizde işitme hassaları var, kulak var.Allahû Tealâ, Casiye Suresi 23. âyet-i kerimesinde diyor ki:
45/CASİYE-23: Efereeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem'ıhî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba'dillâh(ba'dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevalarını (nefslerini) kendilerine ilâh edinenleri görmedin mi (habibim)? Allah, onları bir ilim üzere dalâlette bırakır. Onların kalplerindeki sem'î (işitme) hassasını ve kalplerini (kalpteki idrak hassasını) mühürler ve onların kalplerindeki basar (görme) hassasının üzerine gışavet (isimli bir perde) çeker. Öyleyse (artık) Allah'tan sonra kim bu kişiyi hidayete erdirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?
Öyleyse Sevgili ziyaretçiler, hepinizde kalp var. Hepinizde nefsinin kalbi, gözün, kulağın ve konuşma hassasının sahibidir. Öyleyse kalpler konuşmuyorsa, kalpler işitmiyorsa, kalpler görmüyorsa; o insanlara Allahû Tealâ; "Kördürler, sağırdırlar ve dilsizdirler." diyor. Öyleyse, bir olaydan bahsediyor Allahû Tealâ. İlimleri üzere, Allah'ın kendilerini dalâlette bıraktığı insanlar onlar. Nedir bu ilim?
Dalâletten kurtulmanın muhtevasına baktığımız zaman, on âyet-i kerime, ancak bir insan mürşidine ulaşabilirse, onun dalâletten kurtulacağını, hidayete adım attığını söylüyor. Öyleyse, mürşidine ulaşamayan insanlar için, dalâlette olmak söz konusudur.
Bakınız! Allahû Tealâ, ne kadar açık olarak söylüyor bu hususu. Diyor ki Allahû Tealâ Kasas 50' de:
28/KASAS-50: Fe in lem yestecîbû leke fa'lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdîl kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Eğer sana (senin hidayete erdirme davetine) icabet etmezlerse (uymazlarsa), o zaman bil ki onlar, hevalarına (nefslerine) tâbî olmuşlardır. Allah'tan (Allah'ın tayin ettiği) hidayetçiye değil de, hevasına (nefsine) tâbî olan kişiden daha çok dalâlette olan kim vardır? Muhakkak ki; Allah, zalim kavimleri hidayete erdirmez.
Öyleyse, Allah'ın davetçisine tâbî olmak, dalâletten kurtulmak veya tâbî olmamak. Ama o zaman dalâlette kalmak söz konusu. Öyleyse, bütün insanlar için bir olgudan bahsediyoruz: Dalâlette olmak veya hidayette olmak. İşte kalp gözünün açılacağı taraf, sadece bir taraftır. Hidayette olmak ve sonunda mutlaka kalp gözüyle noktalanır. Kişi yoluna devam ederse, bir gün daimî zikre ulaşacaktır. Daimî zikre ulaştığı zaman kalp gözünün açılması, Allah'ın mutlaka bir hediyesidir.
Allahû Tealâ, daimî zikre ulaşan kişiyi hikmet sahibi yapar. Hikmetin üç muhtevasından bir tanesi tezekkürdür. Daimî zikir sahibi olmak ve Allah ile tezekkür etme, karşılıklı konuşabilme, Allah'tan devamlı yardım isteme ve Allah'ın da bu yardıma icabet etme durumu; "Tezekkür." Sonra "hayır". Ne zaman deracat kaybettiren bir olay vücuda getirirsek, o zaman derecat kaybederiz, şerr işlemiş oluruz. Ne zaman derecat kazandıran bir işlemi yaparsak, o zaman hayır işlemiş oluruz.
Öyleyse, hayır ve şerr mefhumlarını insanlara göre dizayn edersek neyle karşılaşıyoruz. Bizim hoşumuza giden bir olay, bizim için hayırdır. Hoşumuza gitmeyen, bize göre bizi üzen bir olay da şerrdir. Ama Allah'ın tarifi hiç öyle değil. Onun için diyor ki Bakara Suresi 216. âyet-i kerimesinde:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey'en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey'en ve huve şerrun lekum, vallâhu ya'lemu ve entum lâ ta'lemûn(ta'lemûne).
Ve savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Hoşlanmayacağınız bir şey olur ki; o sizin için bir hayırdır. Seveceğiniz bir şey olur ki; o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.