İslâmın son kal’asının vakt-i inkirâzında ve fikr-i küfrînin ciddî bir mukavemet görmeden inkişâf ettiği bir hengâmede, bu dehşetli tahrîbâtlara karşı bütün kuvvetiyle, “Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum! İmân kal’asını küfrün çürük direkleri tutamaz!” diye haykıran, imân cephesinde yepyeni bir çığır açarak rûhların derinliklerine nüfûz eden, rızâ-yı İlâhî ve kabûl-ü Rabbânîyi esâs maksad bilerek hizmetleriyle mukabele eden Bedîüzzamân Hazretleri ve talebelerinin mücâdele sahalarından biri de; Kur’ân hattını muhâfaza etmek olmuştur. Bir milletin, tarihiyle fikrî bakımdan en mühim köprüsünün, onun kültür altyapısının rüknü olan yazısı olduğu âşikârdır.
İslâmın herşeyiyle unutturulmaya çalışıldığı o yıllarda, Nûr Talebeleri hem imân hakîkatlerini neşir, hem de hatt-ı Kur’ânîyi muhâfaza etmek gâyesiyle Nûr Risâlelerini Osmanlıca el yazısıyla çoğaltmaya başladılar.
Üstadları’nın, “Risâle-i Nûr’a intisâb eden zâtın en ehemmiyetli vazîfesi; onu yazmak ve yazdırmaktır. Ve intişârına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nûr talebesi ünvânını alır.” (1)
Ve yine; “Kalemle Nûrlara hizmet ve sadâkatle talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır.
Bir: Âyât-ı Kur’âniyenin işâretiyle imânla kabre girmektir.
İki: Bütün şâkirdlerin ma’nevî kazançlarına, Nûr dâiresindeki şirket-i ma’neviye sırrıyla umûm onların hasenâtlarına hissedâr olmaktır.
Hem bu talebesizlik zamanında melâikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u dîniye sınıfına dâhil olup, âlem-i berzahda tali’i varsa, tam muvaffak olmuşsa, Hâfız Ali (r.h.) gibi şühedâ hayatına mazhar olmaktır!” (2) ve emsâli, daha buraya sığdıramayacağımız çok teşvîk ve kıstaslarıyla bu hizmetlerini; en ehemmiyetli vazifelerinden biri telakkî ederek, bir ibadet idrâkiyle devâm ettirdiler ve bunda büyük bir disiplinle gayret gösterdiler.