Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

kalbdenkalbe mesajlar (1 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
Çocuk, ana baba elinde bir emanettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher olup, mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Bunun gibi çocuk da neye meylettirilirse, oraya yönelir. Eğer hayrı adet eder, öğrenirse hayır üzerine büyür. Çocuklara iman, Kur'an ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadete ana-baba ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenalığın günahı, ana-baba ve hocalarına da verilir. Her müslüman, emri altında bulunanlardan mesuldür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.) [Müslim]
(

Çocuk, ana baba elinde bir emanettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher olup, mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Bunun gibi çocuk da neye meylettirilirse, oraya yönelir. Eğer hayrı adet eder, öğrenirse hayır üzerine büyür. Çocuklara iman, Kur'an ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadete ana-baba ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenalığın günahı, ana-baba ve hocalarına da verilir. Her müslüman, emri altında bulunanlardan mesuldür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.) [Müslim]
(Çocuklarına Kur'an-ı kerim öğretenlere veya Kur'an-ı kerim hocasına gönderenlere, öğretilen Kur'anın her harfi için, on kere Kâbe-i muazzama ziyareti sevabı verilir ve kıyamette, başına devlet tacı konur. Bütün insanlar görüp imrenir.) [S.Ebediyye]
(Çok müslüman evladı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gidecektir. Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evladlarına müslümanlığı ve Kur'an-ı kerimi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmiyenler Cehenneme gidecektir.) [S.Ebediyye]
Çocuğa günah işlettirmek
Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Çocuklarına içki içiren, kumara alıştıran, müstehcen neşriyatı okumasına sebep olan, yalancılık, hırsızlık gibi kötü huylara alıştıran, kıbleye karşı ayak uzatmasına sebep olan kimse, günah işlemiş olur.
Dinimizin temeli, imanı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslâmiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, müslümanlara (Emr-i maruf) yapmayı emrediyor. Yani, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz buyuruyor. (Nehy-i münker) yapmayı da emrederek, yasak ettiğini bildirdiği haramların yapılmasına razı olmamamızı istiyor. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Kendinizi ve aile efradınızı Cehennem ateşinden koruyun!) [Tahrim 6]
Kur'an-ı kerimde, nefslerimizi ve aile efradımızı, yakıtı insan ve taş olan Cehennem ateşinden korumamız emredilmektedir. Elli-yüz senelik kısa bir hayat için evladımızı dünya felaketlerinden korumaya çalıştığımız gibi, ebedi felakete düçar olmaması için ahıretini de korumamız gerekir. Bir babanın, evladını Cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı ve farzları ve haramları öğretmekle ve ibâdete alıştırmakla ve kötü arkadaşlardan ve zararlı neşriyattan korumakla olur. Bütün fenalıkların başı, kötü arkadaştır. Kötü arkadaşları, onun, küstah, yalancı, hırsız, saygısız ve korkusuz olmasına sebep olabilir. Senelerce de bu kötü huylardan kurtulamaz.
İyi hareketi övülmelidir
Ne zaman çocukta iyi bir hareket görülürse, onu takdir etmeli, mükâfatlandırmalıdır! İnsanların yanında bazan onu övmelidir. (Amcası benim çocuğum böyle yaptı) diyerek iyiye teşvik etmelidir. Bir kabahat işler veya kötü bir söz söylerse birkaç defa görmezlikten gelmeli, (onu yapma) dememeli, azarlamamalıdır. Sık sık azarlanan çocuk, cesaretlenir, gizli yaptıklarını açıktan yapmaya başlar. Yaptığı kötü işlerin zararı, kendisine tatlı dil ile anlatılmalı, ikaz edilmelidir! Yapılan iş, dine aykırı ise işin zararı, fenalığı ve neticesi anlatılarak, o kötü işe mani olmalıdır. Baba, baba olduğunu, büyük olduğunu hissettirmelidir! Anne, çocuğu babası ile korkutmalıdır!
Her gün bir müddet oynamasına izin vermelidir ki, çocuk sıkılmasın. Sıkılmak ve üzülmekten kötü huy hasıl olur ve kalbi körleşir. Hiç kimseden para istemesine müsaade etmemeli, fazla konuşmamasını, büyüklere saygıyı öğretmelidir. İyi insanların güzel hallerini anlatıp, onlar gibi olmaya, kötü insanların kötülüklerini anlatıp, onlar gibi olmamaya dikkat etmesi öğretilmelidir.
Çocuğa her istediğini almak ve lüks içinde yaşatmak uygun değildir. Büyüyünce de her istediğini ele geçirmeye çalışır; fakat bunda muvaffak olamayınca sukutu hayâle uğrar, isyankar olur. Kendimiz helal yediğimiz gibi çocuklarımıza da helal yedirmeliyiz. Haramla beslenen çocuğun bedeni, necasetle yoğrulmuş çamur gibi olur. Böyle çocuklar da pisliğe, kötülüğe meylederler.
(Devamı var)


Çocuk terbiyesi (2)
Çocuğa, israf etmemesini, kanaatkar olmasını öğretmelidir. Bazan da yavan ekmek yemeğe alıştırmalıdır. Çocuğun kötü yerlere gitmesine mani olmalıdır. Çocuk kötülerin yanında ahlâksız, yalancı, hırsız ve hayâsız olur.
Baba, ne devamlı asık suratlı durmalı, ne de çocukla fazla yüz göz olmalı, konuşmasının heybetini korumalıdır. Çocuğa babasının malı ile, rütbesi ile övünmemesi tenbih edilmelidir! Tevazu sahibi ve kibar olması öğretilmelidir! Başkalarından birşey almanın zillet olduğu, veren elin alan elden üstünlüğü bildirilmelidir! Cimriliğin çirkinliği öğretilmelidir! Başkalarının yanında edebli oturması, ayak ayak üstüne atmaması, laubali hareketlerden uzak durması telkin edilmelidir!
Fazla konuşmaktan çocuğu men etmelidir! Fazla konuşmanın hayâsızlığa yol açtığı, çenesi düşüklüğün kötülüğü belirtilmelidir! Çocuk nasıl olsa konuşmasını öğrenecektir. Maksat, ona icab edince susmasını ve büyüklerin sözünü dinlemesini öğretmektir.
Doğru da olsa, çokça yemin etmesine izin vermemelidir! Vara yoğa yemin, kötü bir alışkanlıktır. Büyüklere hürmetin, yerini onlara vermenin ve herkesle iyi geçinmenin önemi anlatılmalıdır.
Küçükken namaz kılmalı
Çocuğu daha küçükken namaza alıştırmalıdır. Büyüyünce namaz kılması zor gelebilir. Başkasının malını çalmayı, haram yemeyi, yalan söylemeyi gözünde çirkin gösterecek şekilde anlatmalıdır! Böyle yetiştirip büluğa erince, bu edeblerin sırlarını, inceliklerini ona söylemelidir. Her işi adet olarak yapmaması, niyetle, şuurla yapmasının lüzumu anlatılmalıdır. Mesela, yemekten maksat, kulun Rabbine ibâdet etmesi, insanlara, vatanına, milletine faydalı hizmetlerde bulunması, insanların saadeti için çalışması olduğu öğretilmelidir. Dünyadan maksadın, ahıret için azık toplamak olduğu, zira dünyanın kimseye kalmadığı, ölümün çabuk ve ansızın gelebileceği anlatılmalı, (ne mutlu o kimseye ki, dünyada iken ahıret azığı elde eder, Cennete ve Allahü teâlâya kavuşur) demelidir. Küçük yaşında böyle terbiye edilirse, taş üzerine yazılan yazı gibi olur ve kolay kolay silinmez. Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
(Bütün çocuklar, müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Daha sonra bunları, ana-babaları hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar.) [Taberânî]
Hadis-i şerifte müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin, çocuklukta ve gençlikte olduğu bildirilmektedir. O hâlde, her müslümanın birinci vazifesi, evladına İslâmiyeti ve Kur'an-ı kerimi öğretmektir. Evlad nimetinin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için (Pedagogie), yani çocuk terbiyesi, dinimizde çok kıymetli bir ilimdir.
İslâm dinine karşı olanlar, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, (Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetiştirmeliyiz) diyorlar. İslâmiyeti yok etmek ve Allahü teâlânın emirlerinin öğretilmesini ve yaptırılmasını engellemek için, (Gençlerin kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce kendileri öğrenirler) diyorlar.
Bugün, bütün hıristiyan ülkelerinde, bir çocuk dünyaya gelince, buna bozuk dinlerinin icablarını yapıyorlar. Her yaştaki insanlara, hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Müslümanların imanlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan yapmak için, İslâm ülkelerine paket paket kitap, broşür ve kaset gönderiyorlar. O hâlde, müslümanlar din cahillerinin hilelerine, yalanlarına aldanmamalı, çocuklarımıza sahip olmalıyız. Onlara sahip olmak da, dinimizin emirlerine uygun olarak yetiştirmekle olur. Ahlâkı değiştirmek mümkün olduğu için Peygamber efendimiz, (Ahlâkınızı güzelleştirin) buyurmuştur. Zaten din, güzel ahlâk demektir. Şu hâlde dinin emrine uyup yasak ettiğinden kaçan, huyunu değiştirip güzel ahlâklı olur. Güzel ahlâklı olan da iki cihanda rahat olur.
Çocuğu dövmemelidir!
En vahşi hayvan bile terbiye ile ehlileştiriliyor. Hiçbir zaman elma çekirdeğinden portakal olmaz. Fakat elma fidanını büyüterek, lüzumlu aşı ve kültürel tedbirlerle kaliteli elma veren bir ağaç olarak yetiştirmek mümkündür. Bunun gibi insan tabiatında bulunan bazı arzular yok edilemez, fakat terbiye edilebilir. Terbiyede dayak atılmaz.
1- Çocuğu dövmek ahlâkının bozulmasına, hırçınlaşmasına sebep olur.
2- Dayakla büyüyen çocuk esnek olmaz, katı olur.
3- Dövülmek, çocukta ana-babaya karşı kızgınlığa yol açar. Çocuk kendi yaptığının kötü bir şey olduğunu düşünmez, kendini suçlu görmez, kendini döveni suçlar.
4- Dövülen çocuk, kızdığı zaman, o da şiddete baş vurur, bir başkasını döver. Böylece dayak vicdanlı olmaya değil, saldırganlığa sebep olur.
5- Sözden anlayacak yaştaki çocuğa dayak atılmaz. Sözden anlamayan çocuğuna hafifçe vurmak yeter. Başa, yüze tokat atmak, sopa ile dövmek çok zararlıdır. Bu ancak işkenceciye yaraşır.
Bir şeyi, zıttı kırar. Kötü huyları, iyi huylar yok eder. Bu bakımdan kendini zorla da olsa, iyi işler yapmaya alıştırmalı, onları adet haline getirmelidir! Çocuk, ahlâkı iyi olan insanlarla arkadaşlık ettirilirse, güzel huylar kendiliğinden onun tabiatı olur. Çocuklar böyle yetiştirilirse, dünya ve ahıret saadeti elde edilir..
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(şefkat karşılık istemez)

kalbdenkalbe mesajlar(şefkat karşılık istemez)

HEKİMOĞLU İSMAİL

Yaratılan her şeyin birbiriyle irtibatı vardır. Fakat anneyle evladın irtibatı gibi başka bir irtibat düşünemiyoruz.
Güneş her canlının üzerine doğar. Bir insan güneşe küsüp perdeleri çekse, güneş yıllarca onu bekler; ne zaman perdeyi açsa güneşi hazır bulacak, aynı şekilde anne şefkati de böyledir...


Bediüzzaman Hazretleri Mektubat adlı eserinde diyor ki: “Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Dininde dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zat ise, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş, inşallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.”




Anne evladına bakar büyüyecek diye, evlat annesine bakar ölecek diye. İnsan olsun, hayvan olsun bütün anneler yavrusuna bakıyor. Hiçbir yılan yavrusunu zehirlememiştir. Hiçbir aslan yavrusunu parçalayıp yememiştir. Hiçbir fil yavrusunu çiğnememiştir. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz annelere öyle bir şefkat vermiş ki, yavrularına bakmaktan zevk alıyor.


Çocuk, annenin organik bir parçasıdır. Çünkü rahimdeki çocuk ağzından değil, göbeğinden beslenir. Göbek, annenin kan sistemine bağlı. Yani annenin kan dolaşımı çocuğun da vücudunda dolaştıktan sonra vazifesini bitirir. Anneyle çocuk, bir kişidir. “İki can” derler amma tek insanda iki can... Yavrusuna bakan anne, aslında kendisinin bir parçasına bakıyor. Bir gövdeden ne kadar dal çıkarsa çıksın, o dalların hepsi aynı ağaca bağlıdır. Bir dal kesilse, ağacın dalı kesilmiş olur.


Anne aynı zamanda sabır küpüdür. Onların sabrı buzdağlarını bile eritir. Nasıl anlatayım anneyi, nasıl anlatayım? O büyük bir âlemdir, ben çekirdeğim. O başı karlı bir dağdır, ben o dağdan akan bir suyum. Meyve, ağacı nasıl anlatsın? Dereler dönüp dağa nasıl baksın? Çocuk bir damladır, ana denizdir. Damla, denizi ne kadar anlatabilir?


Öyle zannediyorum ki anasını hatırlamayanlar için anneler günü yapmışlar. Hiç değilse senede bir gün hatırlasınlar diye... Maddi medeniyetin ruhlara vurduğu darbe, yanardağ gibi fışkırmış, önüne geleni yakmış, yıkmış. İnsanı yaratan Allah, insanın tarifnamesini de göndermiş. O da Kur’an’dır. Kur’an’a uyan, gerçek manada Müslüman olur.


Bir evladın annesine verebileceği en güzel hediye tebessümdür. Sen gül ki, güller açılsın. Güller açılınca bahar gelecek, buzlar eriyecek, kemikleşen ağaçlar meyve verecek...


İnsan, annesinin kıymetini bilmeli...
 

ANELKA

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2006
Mesajlar
179
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(şefkat karşılık istemez)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(şefkat karşılık istemez)

SELAMUN ALEYKÜM KARDEŞİM ÇOK GÜZEL KONUYA ELE ALMIŞSIN.BUNU BİZİMLE PAYLAŞTIGIN İÇİN SANA TEŞEKKÜR EDERİM.
ALLAH EMANET OL AZİZ KARDEŞİM..B)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(bir aczin hikayesi)

kalbdenkalbe mesajlar(bir aczin hikayesi)

Ey insan, kerem sahibi Rabbine karşı seni aldatan ne?
O Rabbin ki seni yarattı, düzene koydu,
sana kendi dilediği gibi bir şekil verdi.
İnfitar Sûresi, 6-8

BİR YÜZÜN macerası iki yarım hücreyle başlar. Bunlardan birisi insan vücudunun en küçük, diğeri de en büyük hücresidir.İki hücrenin buluşma ânı, bir insan yaratılışının başlangıcını işaretler. Bu, bir âlemin yaratılışından pek de aşağı düşecek bir hadise değildir. Çünkü ortaya çıkacak eser, âlemde güzellik namına bildiğimiz ne varsa hepsinin temel ölçülerini getirip gözümüzün önüne serecektir. Onun için, günlerden herhangi bir gün, herhangi bir anda, yeryüzünün herhangi bir köşesinde bir insan vücudunun inşası başlar başlamaz, hemen oracıkta bir esrarlı dönüş başlar. Zerrelerin, moleküllerin, gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin, galaksi kümelerinin dönüşüdür bu. Bir Mevlevî semâı, böylece, bir insanın yaratılışını müjdeler

Döner de döner başlangıçtaki insan hücresi. Sonra bölünmeler başlar. Hücre hızla çoğalır. Bir iken iki olur, iki iken dört. Sonra katlana katlana hücre nüfusu artar. Saatler ve günler birbirini kovalarken, binlerce, milyonlarca, milyarlarca âlem kurulur bir anne vücudunun derinliklerinde. Âlemler birbiriyle irtibatlıdır. Hepsi birden bir vücudu, kâinatın en üstün eserini ortaya çıkaracak şekilde çoğalır ve düzenlenir.




Bir hafta ya geçer ya geçmez; içi boş bir küre gibi, yeni insan adayı, anne rahmine doğru bir yolculuktadır. Buraya varır, duvara yapışır. Aynı anda, akıl almaz bir hızla, yeni âlemler kurulmaya devam etmektedir. Bu arada farklı farklı hücre cinsleri ortaya çıkar. Nasıl farklılaştıkları anlaşılmaz. Farklılaşırlar. Sonra yer değiştirirler. Kimi o tarafa, kimi bu tarafa göçer değişik hücrelerin. Bir heykeltraşın elinde yoğrulan çamur gibi, hücreler topluluğu da halden hale girer ve şekil almaya başlar. Görünürde tesadüfî, karma karışık, alabildiğine yoğun bir faaliyettir sürüp gider. Fakat atılan her adım birbiriyle bağlantılıdır ve henüz görünmeyen bir hedefe yöneliktir.


Embriyonun yüzeyine bakan bir uzman, nereye neyin isabet edeceğini size tek tek gösterebilir. “Şurası göz olacak, buraya burun gelecek, şurada kulaklar belirecek.” Üstelik bütün bu bölgeler, merkezî sinir sistemine özel hatlarla bağlanacak, ayrıca dolaşım sisteminden kas sistemine, iskeletten deriye kadar herşey, herşeyle irtibatlandırılacaktır. Şekilsiz hücre yığını içinde ilk saatlerden itibaren cereyan eden büyük küçük hangi hadise varsa, hepsinde bu hesapların izi vardır. Ama, üçüncü haftada, embriyonun boyu 2 milimetreye ancak erişmiştir; şekli ise, insandan ziyade sülüğü andırmaktadır.


İnsan adayı anne karnındaki dördüncü haftasına eriştiğinde, vücudun ortasındaki iki tane boru birleşip kalb şeklini almaya başlamış ve ilk organ olarak faaliyete geçmiştir. Yarım santim boyundaki bu yaratık, her ne kadar insana benzemese de, bir yüzünün olacağı şimdiden belli olmuştur; göz ve kulakların yoğrulmaya başladığı görülmektedir.


Bir hafta sonra ise, gözlerde lens çukurları biraz daha belirginleşmeye başlar. Altıncı haftaya gelindiğinde, ağız ve burun boşluklarındaki faaliyetler göze çarpmakta, kafa iyice seçilmektedir. İleride göz halini alacak olan belirtiler, şu anda kafanın yan taraflarındadır. İnsan adayının boyu 13 mm.’ye ulaşmıştır. Yine de o, başparmağımızın altında kolaylıkla eziliverecek, küçük, âciz, önemsiz bir yaratıktan başka bir şey değildir henüz!


Yedi haftalık ceninde, henüz var olmayan gözlerin kapakları inşa edilmeye başlamıştır. Göz her ne kadar mevcut değilse de, birgün var olacak, üstelik hem kendisi insan yüzünde bir güzellik sergileyecek, hem de dünyanın güzelliklerine o yüzden bir kapı açacaktır. Yüzün belki de en can alıcı unsurunu teşkil eden bu organın korunması da yaratılması kadar önem taşır. Çünkü bu son derecede nazik organ, bakımsız ve savunmasız bırakıldığı takdirde iş göremez hale gelir. İşte o korunmanın birçok unsurundan birini teşkil eden gözkapakları, birkaç milimlik bir ceninde şimdiden kendisini belli etmektedir. Fakat, âşinâ olduğumuz son haline varıncaya kadar, bu kapaklar daha şekilden şekle girecektir. Bir hafta kadar sonra iki gözkapağı birleşir ve birbirine kaynamaya başlar. Bu arada, öne doğru yatık durumda bulunan kafa, hafifçe yukarıya kalkmıştır. Fakat vücudun bütününe göre oldukça büyük bir kafadır bu. Bir insan yüzüne benzer tarafı da pek yoktur. Şu haliyle dünyaya gözünü açacak bir varlık, olsa olsa, bilim kurgu filmlerindeki çirkin uzaylılardan biri olarak uykularımızı kaçırırdı.


Onuncu haftaya erişildiğinde yüz hatları belirmeye başlar. Bu sıralarda ceninin siması bir insan yüzünü andırmaya başlamıştır. Ama hâlâ bu yaratığın görünüşü, bir annenin sımsıcak duygularla göğsüne bastıracağı bir yavrunun sevimliliğinden o kadar uzaktır ki! Bir estetik cerrahî uzmanı, sadece yüzdeki bir iki ayrıntıyı rötuşlayınca ortaya nasıl bir simanın çıkacağından emin olamazken, birkaç haftalık bir ceninin korkunç görüntüsünü bir bebek yüzünde dünyanın en sevimli manzarasına çeviren bir operasyonun kusursuzluğuna şahit mi aranır? Besbelli ki, her hücrenin vücuda gelişi ve sima üzerindeki yerini alışı, çok ayrıntılı bir planın parçasıdır. Ve şu anda, şu vücutta yer değiştirmekte olan herbir zerre, aylar sonra neticesini verecek olağanüstü bir operasyonun içinde bir rol sahibi olarak hareket etmektedir.


Yüzün inşası, sadece onun dış görünüşüne bir şekil vermekten ibaret bir operasyonu teşkil etmez. Gözlerimizin önüne bir insan yüzünün sayısız şiire konu olmuş güzelliğini seren derinin altında, birbiriyle ve bedenin geri kalan kısmıyla bağlantılı olarak faaliyet gösteren sistemler vardır. Kaslar da bunlardan biridir ve on dördüncü hafta civarında şekillenmeye başlar. Ondan yaklaşık bir ay kadar sonra da bu faaliyetler sonucunu yavaş yavaş vermeye başlayacak ve ceninin ağzını oynatmakta olduğu görülecektir.


On beşinci haftada, 130 mm.’ye ulaşmış olan ceninin kafası artık iyice dik duruma gelmiştir. Gözler her ne kadar kafanın ön tarafına doğru kaymış ve asıl yerlerine yaklaşmış olsalar da hâlâ bir insan yüzüne göre aşağıda yer almaktadırlar. Yüzü ve vücudu kaplayan deri saydam haldedir ve altında olup bitenleri karaltı halinde göstermektedir. Yirmi ikinci haftaya eriştiğinde deri saydamlığını kaybeder. Bu arada, ceninin sadece bir yüze kavuşacağı anlaşılmakla kalmamış, farklı bir yüze sahip olacağı da belli olmuştur. Farklı çizgiler, farklı bir şekil ve farklı bir kişilik, yüzün genel heyetinde belirtilerini vermektedir. Bununla birlikte, hiç kimse, ceninin şu anki haline bakarak onun hayata nasıl bir sima ile gözünü açacağını tahmin edemez. Görünmeyen kalem farklı hatlar çizmeye başlamıştır; resmin son hâli ise, kalem sahibinin henüz kimseye açmadığı bir sırdan ibarettir.


Aradan birkaç hafta daha geçer. Yüzün en önemli unsuru, yapısını büyük ölçüde tamamlamış olur. Bunlar gözlerden başkası değildir. Retinasıyla, diyaframıyla, çeşit çeşit hücreleriyle, akılları hayretten hayrete düşüren bağlantılarıyla, kendi başına bir olağanüstü yapıyı teşkil eden ve tek başına bütün evrimci dünyaya meydan okuyan bu organ, şimdilik gözkapaklarının altında, önüne âlemlerin açılacağı ânı beklemektedir. Otuzuncu haftaya erişmiş bir ceninin yüzünde, görünmez kalemin kaşları da resmetmiş olduğu gözlenir. Bu arada gözkapakları birbirinden ayrılmış ve açılmıştır. Kasların içinde olup biten herşey, henüz bu faaliyet alanından görünmeyen aydınlık bir dünyaya yapılacak bir yolculuğun işaretlerini vermektedir.


İki tane yarım hücreyle başlayan macera, aylar sonra yeni bir insan şeklinde noktalanır. Bütün bu olup bitenleri hızlandırılmış bir film haline getirdiğinizde, bir bakıma, insanın âcizliğini dile getiren bir hikâye elde etmiş olursunuz. İnsana benzeyinceye kadar şekilden şekle giren bu yaratığın bütün bedeni bir yana, sadece yüzünde olup bitenler, bu hikâyeyi bütün belâgatiyle görenlere anlatır. Orasında burasında yumrular beliren, çukurlar açılan, çizgiler çizilen, eğilen, bükülen, şişen, büyüyen, bir nokta halinde başlayıp adım adım büyüyen ve büyüdükçe halden hale dönen bu yüz, kendisini çekip çevirene bütünüyle teslim olmuş durumdadır. Kimse onun ne hal aldığını veya alacağını bilemediği gibi, o da kendi üzerinde olup bitenlerden habersizdir, bu olaylar karşısında âciz ve çaresizdir.


Üstelik, bütün bunlar, herbiri yüz binlerce ışık yılı genişliğindeki yüz milyarlarca galaksiden bir tanesinin yüz milyarlarca yıldızından birisinin peşindeki bir küçük gezegenin üzerinde, onun 4,5 milyar senelik ömrünün dikkate bile alınmayacak bir fraksiyonunda nefes alıp veren milyarlarca insandan bir tanesinin bedeninin karanlıklarında olup bitmektedir. Hikâyenin özeti: çaresizlik içinde, hiçlik içinde, âcizlik içinde yokluk içinde, çaresizlik içinde, hiçlik, önemsizlik, âcizlik, hiçlik, önemsizlik, âcizlik...


Yine de bu macera, içinde âlemler barındıran bir hücrenin semâa kalkıp galaksilerin diliyle kutladığı bir yaratılış hikâyesidir. Yaratılanın bu konuda hiçbir tercih hakkı olmamış, yaratılışının hiçbir aşamasında kimse ona fikrini sormamıştır.


İyiki öyle olmuştur.


Aksi takdirde, bizi biz yapan kâinatın en güzel eserini biz yüzümüzde taşıyamazdık.


Bugün birbirimizin yüzünde yahut aynada bize gülümseyen, işte bu çaresizliğimizin güzelliğidir.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(babacığım evdemisin?)

kalbdenkalbe mesajlar(babacığım evdemisin?)

Çok güzel yapmışsın, aferin.. Eve gidince, bu resmi babana göster, tamam mı?
-Ama, öğretmenim...

-Evet?

-Anneme göstersem olur mu?

Minik parmaklarıyla çizip kalbiyle boyadığı uğur böceği resmini babasına gösterememekten korkan o çocuğun öğretmenini yeni tanıdım. Adı Fazilet. Güler yüzlü, idealist bir anaokulu öğretmeni. Evliliğine dair de idealleri var şüphesiz. “Nişanlımla birlikte yazılarınızı hiç kaçırmıyoruz.” diyor. Sıra anne-baba olmaya gelince, biraz endişeli... “Yuvamı büyük şehirde kurmak istemiyorum!” diyor. Alıp başını gitmek istiyor. Minik öğrencileriyle yaşadıkları, Fazilet öğretmene, evlerde giderek büyüyen, büyüdükçe normal karşılanan, normalleştikçe de fark edilmeyen “anne-baba” boşluğunu hatırlatır olmuş. O genç kafada devâsâ bir endişe büyümeye başlamış. Bense bütün yüreğimle, Fazilet öğretmeni haksız çıkarmak istiyorum. Yıllar sonra şöyle bir bakıp “Nasıl da hata etmişim!” dedirtmek istiyorum. “Boş yere endişelenmişim!” desin arzu ediyorum.

Haydi kabul edelim; evlerde bir uğur böceği resminin salınıp duracağı bir boşluk var. Çocuklarımızın çocukluğunu ıskalıyoruz. Hele de babalar, hele de babalar... Yanı başımızdan geçen cennet kokulu kelebeğe neredeyse dönüp bakmıyoruz bile... Her defasında ilkbahar heyecanlara boğar beni... Nereye koşacağımı, hangi köşede durup hangi çiçeği seyredeceğimi şaşırırım. Fakat sonunda bakarım ki, güller tomurcuklarını açmış, ağaçlar çiçeklerini savurup meyveye durmuş... Bazen olur ki, ancak güzün fark ederim baharı ıskaladığımı. Acaba evimizin neşe dolu tomurcuklarını da ıskalıyor olamaz mıyız?

Anneler, her şeye rağmen, canhıraş bir çabayla anne olmanın boşluğunu doldurmaya çalışırken, babalar sanki koşmaktan yorulmuş gibi. Fazilet öğretmen, “Demek ki babasını göremiyor.” diyor minik öğrencisi için. Ben içimdeki daha kötü ihtimali söylemeye korkuyorum: Ya babasını görüyor da, resmini gösteremiyorsa... O küçük bedende saklı büyük ruhun, sevdalarıyla gökleri sarıp sarmalamaya hazırlanan masum kalbin kendini ortaya koymasıdır resim aslında. Kâğıda düşen bir çocuk kalbidir; renklere renk katan bir sonsuz bir çocuk hayâlidir. Uğur böceği resmi, “Ben buradayım; bak artık bir şeyler yapabiliyorum” deyiştir. Gel gör ki, varlığın vadilerine duygu duygu taşan, hayatın denizine coşkulu bir ırmak gibi biriken minik ruhun yankılarına karşılık veren olmuyor. “Hoş geldin!” “Şükür ki, buradasın! Seni seviyorum. Varlığını anlamlı buluyorum.” diyecek baba bulunamıyor. Çocuğun hayata uzanan damarlarında nabız yavaşlıyor. Çocuk kalbinin kıpırtıları boşlukta sönüyor. Bu boşluğu bir ömür içinde taşımaya hazırlanıyor. Ve daha acısı, şimdiden boş yanının farkında. Babanın eksikliğini biliyor ama kendisinden ummadığımız bir nezaketle eksikliği içine atıyor. Biliyor ki baba eksikliği öyle ulu orta söylenmez. Fazilet öğretmenden sakladığım bir ihtimal daha var ve daha da acı: Ya babasına resmini gösteriyor da, babası resmini gördüğünü göster(e)miyorsa... Çok tatlı bir yüzün aynasız ve ışıksız bırakılması gibi... Güzeller güzeli bir tablonun duvardan indirilip mahzene atılması gibi... Kalbini sevinçlere açacak bir gövdeden yoksun oluyor çocuk. Baba var, resim var, resmi gören baba var; resmi yapanı görecek niyet ve incelik yok...

Uzmanları söylüyor. Çocukların yetim ve öksüz büyüdüğü bir çağda yaşıyoruz. Öyle bildiğimiz türden bir yetimlik ve öksüzlük değil söyledikleri. Çocuklar annelerinin varlığına rağmen öksüzler. Çocuklar, babalarının varlığına rağmen, hatta babalarının varlığı yüzünden yetim imişler. Yokluğu hissedilmeyen ve dolayısıyla hiç aranmayan şeyden daha acı bir kayıp var mıdır? Kimsenin yitiği değilseniz, kim bulur sizi? Evde fiziksel olarak var oldukları halde, duygusal olarak yok olduklarını fark etmeyen anne-babaların çocuklarını hangi yetimhane kabul eder? Yetimhanelerin kabul etmediği çocuklardan daha yetimi var mı? Paranız yoksa, bilirsiniz ki parasızsınız; para ararsınız, bulamazsınız ya da bulursunuz, ona göre davranırsınız. Peki ya çok paranız olduğunu bilirken, birden, son anda paralarınızın hepsinin sahte olduğunu fark ederseniz, ne yaparsınız? Varmış gibi duran, ama aslında yok olan bir anne-baba daha çok yetim ve öksüz etmez mi çocuklarını? Sokak çocuğu olduğu fark edilmiyorsa çocuklarımızın, kim tutar ellerinden? Saçlarını okşamamız eksik kalıyorsa, bakışımız gözlerinden uzakta duruyorsa, ellerinin sıcağı avuçlarımıza dokunmuyorsa, çocuğumuzu kelimenin tam anlamıyla sokakta bırakmış olmuyor muyuz? Köprü altına terk edilmiş gibi sevincini paylaşmamızdan uzağa mı koyduk çocuğumuz? Evden kaçmış bir çocuğu düşünün. Nasıl da pencere önüne sessizce sokulur da, evinin sıcağını özler; anne-babasından sıcak bir çağrı bekler... Vardığı her kapıda, için için beslediği ama kendine bile itiraf etmekten çekindiği yuva özlemi içinde nasıl kaynayıp durur?

İlk fırsatta pencereden bir bakın; okuldan dönen çocuğunuz nasıl giriyor eve? İtilip kakıldığı, unutulup sıradanlaştırıldığı bir yetimhaneye girer gibi mi? Özene bezene çizdiği, parmaklarının arasına bütün bir ruhunu akıtarak boyadığı uğur böceği resmine babasının kocaman ruhuyla karşılık vereceğinden şüphe mi ediyor yoksa? Duyuyor musunuz minik dudaklarından neler döküldüğünü: “Baba burada mısın? Baba benimle misin? Baba benim misin?”

Tatlı mı tatlı bir yüzün kıpır kıpır kıvrımlarında, umut dolu gözlerin ışıl ışıl bakışlarında kendimize yer edinemiyorsak, neredeyiz biz, ne ederiz biz?

Nerede babalar... Yok da yok musunuz? Yoksa, var da yok musunuz?

Uğur böceği resminin üzerine tebessümünüzle kocaman bir güneş gibi doğup renklere renk katmaya, çocuğunuzu parmaklarınızın ucunda uğur böceği gibi geleceğe uçurmaya var mısınız?

Yok da yok musunuz?

Yoksa, var da yok musunuz?
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(BABANIZIN ÖĞÜT VE DUALARINDAN MAHRUM KALMAYIN)

kalbdenkalbe mesajlar(BABANIZIN ÖĞÜT VE DUALARINDAN MAHRUM KALMAYIN)

Baba, insanın her başarısında mutlaka ilk haber verilen ve yeryüzünde en fazla bu başarıyla mutlu olan, her üzüntüsünü paylaşan, yardım eden, başı sıkıldığında ilk yardım istenen bir kol ve şefkatle gerilen bir kanat. Kol ve kanattan yoksun yaşamaya çalışmak ve bu yaşama alışmak, insanın aradığında bütün sıkıntılarının giderildiği bir telefonun diğer ucundaki sesin yokluğu. Ebedi suskunluk, işte babasızlık.
Her baba gider; ama giderken de arkada oğlunun veya kızının kulağına küpe olacak hakikatleri, tecrübeleri bırakır. Hayatta kim olduğumuzu, nasıl durduğumuzu, nereye ve nasıl baktığımızı tayin ederler. Hayatın kurallarını, beklentilerini, kaçınılmazlıklarını öğretir.




Bunu öğretirken de adına nasihat ya da öğüt dediğimiz metodu kullanır. Bu, bir anlamda eğitimdir. Hz. Adem’den günümüze kadar bütün babalar çocuklarını hayata hazırlama gayretindedir ve onu bir eğitime tabi tutar.


Bu metot fıtrata uygun bir metottur ki Kur’an-ı Kerim’de bazı peygamber babaların ağzından aynı metodu kullanarak bütün bir insanlığa yol gösteriyor. Hiç şüphesiz insanın ve insanlığın ebedi kurtuluşu için gönderilen Yüce Kitab’ımız da hangi üslubun insana daha çok tesir edeceğini bize misalleriyle gösteriyor. Örneğin “İnsanları, Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle davet et.” (Nahl, 125) ayetinden öğrendiğimiz şey “hikmet ve güzel öğüt”tür. Şimdi demek ki sözünün tesir etmesini isteyen her ebeveyn veya nasihatçi bu yolla muhatabına tesir edebilecektir.


Yine bir başka ayette de, “Onlara öğüt ver ve kendilerini ıslâh etmeleri hususunda tesirli bir söz söyle.” (Nisa, 63) buyurulmaktadır.


Kur’an’ın uyguladığı metodun aynısını Kur’an’ı bize getiren şanı yüce Resul’ün eğitim metodunda da görüyoruz. Hayatı boyunca bulunduğu her ortamda “en emin bir eğitimci”, “en güvenilir bir nasihatçi” olarak karşımıza çıkan Efendimiz (sas), bununla da yetinmiyor ve üç kere üst üste dinin bir öğüt olduğunu bizlere hatırlatarak hadisin devamında bize şu öğütte bulunuyor: “Bir kişi din kardeşinden öğüt isterse, ona öğüt versin.” (Müsned, 4:259)


Kur’an-ı Kerim’de ve diğer Allah dostlarının eserlerinde hitap olarak “Ey oğul” ifadesinin seçildiği dikkat çekiyor. Bu hitap tarzı kullanılmış olsa da öğüt ve nasihatlerle verilmek istenen mesaj kız-erkek ayrımı gözetmeden bütün bir nesle yöneliktir.




Peygamberlerimizin öğütleri:
Ey Şit! Dünyaya gönül bağlama


Hz. Adem’den (as) oğlu Hz. Şit’e: “Ey Şit! Dünyaya gönül bağlama. Her işin sonuna bakıp neticesinin nereye varacağını düşün. Bir işe başlayacağın zaman kalbine sıkıntı gelirse o işi bırak yapma ve hayatın boyunca sürekli danışarak iş yap.”






Lokman Hekim:
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme


“Ey oğulcuğum! İnsanlara karşı avurdunu şişirme (kibirlenme) ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah övünen ve kuruntu edenlerin hiçbirini sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt; çünkü seslerin en çirkini elbette merkeplerin sesidir.” (Lokman Sûresi/17-19)






Hz. Muhammed (sas):
Ey kızım, nefsini su ile pâk eyle


“Ey kızım! nefsini su ile pak eyle, lisanınla Rabb’ini zikreyle ki eşin sana baktığı zaman ferahlansın. Gözlerini de sürmele, zira sürme kadınların ziynetidir. Ey Fatıma! Allah katında kabul edilen ibadetler yap. Çünkü kıyamet gününde Ben de seni Allah’ın azabından kurtaramam.”






Hz. Ali:
Cimri ile arkadaş olmaktan sakın


“Ey oğul! Her şeyden önce Allah’tan kork. Bütün emirlerini yerine getir. O’nu anmakla kalbini yaşat. İpine sımsıkı sarıl. Cimri ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o kendisine en fazla ihtiyaç duyduğun anda senden uzaklaşır. Fasıkla arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o, çok değersiz şeye seni satar.”






İmam-ı Gazali:
Ey oğul bildiklerinle amel et


“Ey oğul! Bilmediklerini öğrenmek istiyorsan, ilk önce bildiklerinle amel etmelisin. Allah vergilerinin en hayırlısı akıl ve ilim olduğu gibi, musibetlerin en kötüsü de ahmaklık ve cehalettir.”






Mevlânâ:
Dilden gönüle yol vardır


“Ey oğul! Eğer düşmanını sevmek, düşmanının da seni sevmesini istiyorsan, kırk gün onun iyiliğini ve hayrını söyle. Göreceksin ki o düşman, senin en yakın dostun olacaktır. Çünkü gönülden dile, dilden de gönüle yol vardır.”




İbrahim Edhem:
Gençlik çağını ibadet için harca


“Ey oğul! Vakitlerin en şereflisi olan gençlik çağı, amellerin en faziletlisi olanlar için harcanmalıdır. İş bu ameller mukaddes yüce Hakk’ın ibadet ve taatidir.”






Şeyh Edebali:
Cahiller arasındaki alime acı


“Ey oğul! Caniler arasında alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!.. Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.”






H. Bayram-ı Velî:
Edebe çok riâyet eyle


“Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir şey sorulursa cevâbını bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmediğine, bilmem demek ilmin yarısıdır. Eğer cevâbını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste bulunanlara imtihân için bir şey sorma. Onlarla münâzara ve münâkaşa etme. Kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardır. Arkadaşlarına cömertlik et ve iyi muâmelede bulun. Dünyâ sevgisini gönülden çıkar. Allahü Teâlâ’nın rızâsı yolunda senin önüne ve yoluna bir şey engel olmasın.




Şeyh Sadi:
Okulda terbiyesizin yanına oturma


“Bu nakışlı mektubu hikmet yazan kalem ile sana yazıyorum.


Şimdi öğütten anlayacak yaşta değilsin, fakat anlayacak çağa geldiğinde kullanırsın.


Yüzünde sakal çıkmadıkça evden dışarıya adımını atma.


Ayağını kendin zincirle, kendi evinde mahpus ol.


Hiçbir zaman ailenin sohbetini bırakıp elin kapısına gitme.


Elle görüşmek hayırlı değildir, özellikle yaşı senden büyük ise.


Seni okula gönderirler, alfabeyi yanı başına koyarlarsa:


Okulda her terbiyesizin yanına oturma.


Saçma fikir yüzünden kalbini kırma, konuşurken ‘mim’ gibi ketum ol.


Her söylenen boş söze kulak asma ki, kulak çekmenin acısını tatmayasın.


Kur’an’a geçtiğin zaman o sofradan her günün rızkını yemelisin.


Kur’an’dan kendi ipine mücevher olarak ne dizersen, dil ile tekrar ederek kendine mâl et. Sen Kur’an’ı koruma hakkını yerine getirirsen, Hakk’ın koruması da içindeki dertleri siler.”




Molla Cami:
İlim, bütün sanatların baş tacıdır


“Her nefes, değeri nitelik ve nicelikten daha çok olan kıymetli bir mücevherdir. Bu mücevheri bedava elden çıkarma, bilhassa alçakları överek.


Kendine bu işin zahmetini çektirme. İlim yolunda çile çekmen daha iyidir.


İlim, bütün sanatların baş tacıdır; ilim, bütün kapıları açar.


İlim yolunda kemerini sıkıca bağla, diğer uğraşılara da fazla eğilme.


Ben sana ilim hakkında daha ne söyleyeyim? Bilgi geldiğinde, sana ne yapacağını söyler. İlim çoktur, fakat ömrün kısadır. Sen gerekli olanı meslek edin. Gerekli olanları öğrendiğin zaman kalbini onarmaya bakman iyi olur.


Kalbin onarımı, kalbi su ve balçığın keşmekeşinden çıkarmandır.


Ayaklarını eteğine, başını yakana çekmen; bedenini şahadete, ruhunu gaibe vermendir.”
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(mutluluk için)

kalbdenkalbe mesajlar(mutluluk için)

Herkesin ailesi onun küçük bir dünyasıdır. Bu dünya cennetten bir köşe haline getirilebileceği gibi -Allah korusun- manevi bir zindana da dönüştürülebilir. Bir ömür boyu zindan hayatı yaşamamak, bundan da önemlisi ahiret hayatımızı da cehenneme çevirmemek için aile saadetimize yönelik olarak elimizden geleni yapmak durumundayız. Aile mutluluğu için taraflara düşen görevlerin neler olduğu, aile bireylerinin bu konulardaki rol ve katkıları iyice bilinmeli ve uygulanmalıdır.
Tecrübeler sonucu oluşmuş, engin medeniyetimizin imbiğinden geçmiş, bilgin ve psikologlarımızın aile mutluluğu için tespit ettikleri bazı prensipleri birlikte hatırlayalım:




* ŞİDDETTEN KAÇININ




Şiddet, ailenin ruhu olan sevgi ve saygıyı temelden sarsar. Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir hizmetçiyi bile dövmemiş, hiçbir hanımına tokat atmamıştır. Bunu on yıllık eşi Hz. Aişe söylemektedir (İbn Mâce, Nikah 55). O, hanımlara nezaketle muamele etmeyi her vesileyle tavsiye etmiştir. Kadınlar hakkında emri şudur: "Yediğinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin. Kusurlarını yüzlerine vurarak ayıplamayın, Onları dövmeyin. Cezalandırmak düşüncesiyle evde tek başına bırakıp ihmal etmeyin." (Ebû Dâvud, Nikâh 42),




Ev işlerinde de kadına yardım etmek Hz. Peygamber'in yoludur. Bir mü'min, bilhassa ağır işlerde hanımına yardımcı olmalıdır. Özellikle çocukların bakım ve terbiyesini yalnız eşine bırakmayıp sık sık onlarla meşgul olmalıdır. Yorgun argın da olsa, küçük gibi görünen tuz ve su gibi sofradaki bir eksiği hanımından istemeyip kendisinin kalkıp alması güzel bir jesttir.


Kısa ayrılıklar, ailevî ilişkileri güçlendirebilir. Uzun ayrılıklar ise aile için yıkım olabilir. Sebepsiz yere uzun süre evden uzak kalmak asla doğru değildir. Zorunlu hallerde ise, mutlaka evini aramalı, merakta bırakmamalıdır. Peygamberimiz, "Biriniz yolculuğa çıktığı zaman, işini bitirir bitirmez evine; ailesinin yanına dönmeye baksın. Fazla oyalanmasın" (Müslim, İmâre 179) buyurur.




* ONA SEVDİĞİNİZİ SÖYLEYİN




Eşler, sevgilerini her vesileyle birbirlerine ifade etmelidirler.


Üzüntü ve strese teslim olmamaya çalış; hayata sürekli ümitle bak ve güler yüzlü ol.


Küçük ve büyük her kusurda incitici ve kırıcı tenkitten titizlikle sakın.


Tartışmayı çıktığı noktada tutmaya çalış; geçmişte kalmış diğer bir konuyu da içine alacak şekilde genişletme. Tartışmayı kontrolünde tut. İnisiyatifin elinden kaçmasına fırsat verme.


Yersiz ve mesnetsiz kıskançlık, kuşku ve şüpheler yıkıcıdır. Realiteye bak, zan ve kuruntulara göre hareket etme. Öyleyse eşin kıskanç ve gayretkeş olmamalı, eşine kötü zandan sakınmalı ve iç yüzünü öğrenmeye yönelik aşırı bir tecessüs göstermemelidir. Tersi bir tutum, hayatı çekilmez hale getirir. Peygamberimiz, "Allah'ın gazap ettiği kıskançlığın, erkeğin ortada şüphe uyandıracak bir durum yokken hanımına karşı duyduğu kıskançlık olduğunu" belirtmiştir (İhya, II, 52). Bu, Yüce Allah'ın "Zannın çoğundan sakının. Çünkü bazı zanlar günahtır." (Kur'an, 49/12) buyruğuna girer.




* KIRGINLIKLAR TATLIYA BAĞLANMALI




Mutlu bir beraberlik için taraflar birbirinin psikolojisini, yapı ve karakterini iyi tanımalıdır. Ancak bu şekilde yıkıcı aşırılıklardan uzak kalınabilir.


Hiçbir anlaşmazlığın uzun süreli olmasına fırsat vermemeli. En kısa zamanda tatlıya bağlamalıdır.


İster eski nişanlısı, ister önceki eşi olsun geçmiş deneyim ve hatıralardan söz etmek doğru olmaz.


Aşırı idealist olmamalı, doğal yaşamalı ve karşı taraftan mucizeler beklememeli.




* KARŞILIKLI GÜVEN ÖNEMLİ




Eşine, güven telkin et. Ona güvendiğini göster.


Mutlu olabilmen için, iyi bir eşle evlenmiş olman yetmez; senin de münasip bir eş olman gerekir.


Temizlik imanın yarısı ve kalıcı bir sevginin temel şartıdır.


Hayat arkadaşınla mutlu bir yaşam için, kişiliğinin ayrılmaz parçası saydığın bazı şeylerden ödün vermen, esnek olman gerekebilir.


Kendin için istediğin güzel şeyleri hayat arkadaşın için de iste, kendini düşündüğün kadar onu da düşün.


Almak kadar vermeyi de bil. Sürekli verdiğinden daha fazla­sını almaya, ya da vermeden almaya çalışma; bencil, egoist olma.




* HERKES İDEAL EŞ İSTER




Her erkek, hanımının her konuda en iyisini yapmaya çalışan; güneş gibi sevgi ve şefkatiyle kendisini ısıtan ideal bir eş olmasını is­ter. Her hanım da, kocasının tam güvenilir güçlü bir kişilik sahibi, her türlü ihtiyaçlarını temin edecek bir kimse olmasını arzu eder. Taraflar, bu ideal standardı yakalama gayreti içinde olmalıdır.


Hayatta eksik olmayan her sıkıntı ve olumsuzlukta hemen eşini suçlama; konuya insafla bak.


Yalnız bugünü yaşa, geçmişte yaşanmış üzüntüleri ve henüz gelmeyen yarınki kaygıları bugüne taşıma.


Nikah akdinin kutsal bir bağ ve Allah'a verilmiş bir söz olduğunu bil. Bu konuda ileride pişman olacağın bir adımı atmadan önce çok iyi düşün.


Aile hayatı için aşk ve sevgi önemli ve zorunlu olmakla birlikte, ailenin sadece bunun üzerinde duracağını sanma. Başka niteliklerin de bulunması gerektiğini bil.




* AİLENE ÖRNEK OLMAYA ÇALIŞ




Hayat arkadaşına karşı örnek davranışlar sergile; iyi kişiliğini sadece dilinle değil, davranışlarınla da ortaya koy.


Olur olmaz, komşu ve akrabalarının aranıza girmesine fırsat verme; mümkün mertebe aile içi problemleri kendi aranızda halletmeye çalışın.


Hayat arkadaşında hata olarak gördüğün bazı şeyleri düzeltmede aceleci olma; değişmesi için zamana ihtiyaç duyan kusurlar olabilir. Ufak tefek hataları büyütme.


Evliliğin yükümlülük ve sorumluluklarını gönül hoşluğuyla kabul et ve tam bir özgüvenle üstlen.


Anlaşmazlık ve tartışma sebeplerinden mümkün mertebe sakın.


Eşinle müşterek işler yapmaya vakit ayır ki, ileride sizin için mutlu hatıralar kalsın ve sizi birbirinize daha çok yaklaştırsın.


Eşine, son derece serbestçe kendini ifade etme ve yeteneklerini geliştirme fırsatı tanı. Hiçbir yönünü alay konusu yapma.




* SIKINTILARINI YANSITMA




Mali haklara saygı göster ve bunu asla ihmal etme.


Mümkün oldukça, dış problem ve üzüntülerine eşini ortak etme, kendin üstesinden gelmeye çalış. Fakat sevinçlerinde onu unutma.


İstişare, aile hayatında önemli bir prensiptir. Eşlerden her biri aile hayatında kendisini ortak görmeli ve bir kenara itilip ihmal edilmediğini hissetmelidir. Bazı konular müşterek bir karar vermeyi gerektirir. Özellikle erkek, her iki tarafı da ilgilendiren meselelerde ve gerekli gördüğü diğer hususlarda eşinin de fikrini almalı, onunla istişare etmelidir. Böyle yapmak peygamber yoludur. Peygamberimiz, Rıdvan Biatı'nda hakkında vahiy gelmeyen çok önemli bir meselede hanımı Ümmü Seleme ile istişare yapmış ve onun fikrini uygun bularak uygulamıştır.




* DİNİ SAMİMİ OLARAK YAŞAYIN




Erkek, cami ve cemaate devam ederken, ilmî toplantı ve sohbetlere gidip gelirken öğrendiklerini ailesiyle paylaşmalıdır. Aynısı kadın için de geçerlidir. Yüce Allah, "Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennemden koruyun" (66/6) buyururken, öncelikle bilgilendirme yöntemini kastetmiştir. Kişi, çoluk çocuğunu sağlam bir inançla donatmaya, onları her türlü zararlı bilgi ve telkinlerden korumaya çalışmalıdır. Bunu da tatlılıkla ye damara dokundurmadan yapmalıdır. Söylediği her şeyi mutlaka kabul ettirme yoluna gitmemeli, bazı şeyleri zamana bırakabilmelidir. Çoğunda da yaşayarak örnek olmalıdır. Hanımının bilgisine de saygı duymalı, dinleme nezaketini göstermelidir. Erkek, hanımına lüzumlu bilgiler öğretmez, öğrenme ortamını hazırlamaz veya gidip öğrenmesine izin vermezse günahkâr olur. Kadının bilgisizlikten dolayı yapacağı yanlışlıkların sorumluluğuna ortak olur. Dolayısıyla, faydalı ve nezih ortamlardaki ilim meclislerine gitmesine engel olmamalı, hatta teşvik etmelidir.




* PROBLEM DEĞİL "ÇÖZMEK" ÖNEMLİ




Aile mutluluğun, evde hiçbir problemle karşılaşmamana değil, problemlerin üstesinden gelebilmene, onları çıktığı noktayla sınırlı tutmana, eşinle olan ilişkilerini olumsuz etkilemesine fırsat vermemene bağlıdır.


Problemden kaçmak, hele hele evi terk etmek çözüm değil. İyisi mi, sakin kafayla düşünüp problemin çözümüne hemen başlamak.


Bir tartışma esnasında eşinin güzel yönlerini ve iyiliklerini de hatırlamaya çalış; beğenmediğin yönlerinin, tüm iyiliklerini örtmesine fırsat verme.


Kılıç yarası geçer, dil yarası geçmez. Ailevî tartışmalarda, yaralayıcı sözler sarf etmekten sakın, yoksa küçük bir mesele yüzünden onun sevgi ve ilgisini tümden kaybedebilirsin.


"Onurum", "gururum" türü kelimeler, şeytanın sıkça tuzak olarak kullandığı sözlerdir. Bir tartışma esnasında şeytan bunları bahane ederek taraflara hatasını güzel gösterir ve barışma kapısını kapatmaya çalışır.




* TARTIŞMANIN DA BİR ÂDÂBI VAR




Çocukları veya yakın akrabaları yanında bile olsa eşiyle tartışmaya girmemeli, çözecekleri bir mesele varsa baş başa kaldıklarında çözmeye çalışmalı. Eşini kendine en yakın dost ve arkadaş kabul edip, onun varsa bazı hata ve noksanlıklarını en uygun ve inandırıcı bir metotla düzeltmeli. Ciddi bir anlaşmazlığa düşüp bunu kendi başlarına halledemedikleri zaman, Allah'ın şu tavsiyesini uygulamalıdırlar: "Eğer karı kocanın birbirinden ayrılacaklarından endişe ederseniz, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf işi düzeltmek isterlerse, Allah onları uyuşmaya muvaffak eder" (Nisa, 35) buyurur.


Özellikle çocukların yanında eşinle tartışmaktan veya sesini yükseltmekten sakınmalısın. Çünkü çocuklar, öncelikle ebeveynlerini örnek alarak ve taklit ederek öğrenirler. Bu tür problemler ve çözüm yolu çocuğun zihninde yer edecek ve ileride üzerinde olumsuz etkisini gösterecektir.


Hanım, eşinin, bağlanılmaya lâyık ideal bir kişilik olduğunu, kendisiyle iftihar ettiğini ona hissettirmelidir.


Hediyeleşin ki sevginiz artsın ve bu, mutlu ve sevinçli her vesileyle sizin âdetiniz olsun.


Akıllı hanım, gerek kendinin gerekse çocuklarının ihtiyaç ve isteklerini sunmak ve eşinde düzeltmesini istediği bir davranışı düzelttirmek için en uygun vakti kollar.




* EVDE BİR KÖŞEYE ÇEKİLME




Evde bir köşeye çekilip tek başına oturmayı âdet haline getirme, mümkün mertebe eşinle ilgilen.


Çalışan bir kadın, birinci sorumluluk alanının evi olduğunu unutmamalı. Evinin işleriyle işyerinin işlerini birbirinden ayrı tutmasını bilmeli.


Eşinin akrabaları ziyarete geldiklerinde hoşnutsuzluk göstermemeli. Aksine, onları güzel bir şekilde karşılayıp ağırlamada örnek bir tutum sergilemeli.


Özellikle kaynanana hürmet et, ona ailenin geleneklerine göre en güzel şekilde hitap et. Onunla tartışmaya girme. İleride gelininin sana nasıl davranmasını istiyorsan öyle davran.


Hz. Peygamber, komşu hakkı üzerinde çok durmuştur. Komşuya iyilik etmek, sevinç ve tasalarına ortak olmak, yardımı esirgeme­mek dinimizin emridir.




* SIRLARINI ORTAYA DÖKME




Ahiret işlerinde de eşler birbirine yardımcı olmalı. Dünya kadar ahireti de arzulamalı ve önem vermeli.


Savurganlık aile mutluluğunu bozar. Allah'ın nimetini yok eder. Allah savurganları sevmez. Tutumlu ol ki, yokluk çekmeyesin.


İyi niyet ve hayırhahlık bahanesiyle de olsa, arkadaşlarının senin özel hayatına karışmasına izin verme.


Evinin sırlarını ne bir dostuna, ne de bir yakınına anlat.




* FEDAKÂRLIKTAN KAÇINMA




Sürekli görüş ayrılığı, zamanla gönül ayrılığını da doğurur. Bazen, ikna olmasan da eşinin görüşüne katıl. Yeter ki, yapılan iş Allah'a isyan sayılan bir şey olmasın.


Evde eşinin ihtiyaç duyduğu sükuneti sağlamak için çocukları zihin geliştirici oyuncaklarla oyalayabilirsin.


Çocuklar Allah'ın büyük nimetidir. Onları ihmal ederek, iyi terbiye etmeyerek veya başka herhangi bir işi daha önemli sayarak bu nimeti azap vesilesine çevirme.


Çocuk bakımı ve terbiyesiyle ilgili sağlıklı bilgiler edinmeli ki, her aşamada onlara nasıl davranılacağı bilinsin. Böylece ruhen ve bedenen sağlıklı yetişsinler
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

Bir kızı evlendirmek ya da nikâhdan sonra teslim etmek için, onun anne-Babasından, ya da akrabasından birinin: "ağırlık", "başlık", "kaftanlık", "abilik", "dayılık" gibi adlarla para, ya da başka birşey alması, rüşvet türünden olduğu için haramdır: Bu aynı zamanda şerefli yaratılan bir insanı, meta' gibi parayla satmak anlamına da geldiğinden, çok çirkin bir şeydir. Bir babanın kızına, onu parayla satmasından daha büyük hakareti düşünülebilir mi?

Işin garibi, Anadolumuzun birçok yöresinde bu uygulama vardır ve adına da açıktan açıga "satmak" tâbir olunur. Imam-Hatip Okulu'nun iki yılını okuduğum Yozgat'ta, sınıf arkadaşımın; "ablamı bu sene sattık" sözünü çok ilginç bulmuştum ve hâlâ unutamıyorum.

Işin bir diğer kötü yönü daha vardır: Islâm'ı her fırsatta lekelemek isteyen egemen güçler, Anadolu'daki bu uygulamayı, ustaca ifadelerle Islâm'danmış gibi gösterir ve İslâm'dan çok kendilerine yakın olan bu cahillerin suçunu İslâm'a malederler. Bu uyguIamayı yapanlar, bir de buna sebep oldukları için sorumludurlar.

Ancak dügün hazırlıkları ve işlerinin yürümesi için, anlaşma ile, hizmet bedeli olarak verilen şey başlık değildir, damat onu geri alamaz. Halbuki başlıkparası olarak verdiği eşya ve parayı geri almak hakkıdır. Peşin değil de, sonradan vereceğini söylemişse, hiç vermemek de hakkıdır. Vermezse hiçbir şey gerekmez.
 

tekin

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Tem 2006
Mesajlar
205
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

selamun aleykum kardeşlerim. bunu kızını büyütüp yaptıgı masraflar için alıyolar galiba.ben karadenizliyim bizde böyle seyler yoktur.aile fakirse tabiki damadından yardım alabilri ama başlık parası yüzünden evlenemeyen ne kadar çok kişi var. müslümanlıgın adını terör yapan kafirler güzel ülkemizi elimizden almak için terör örgütlerine yardım etmiyomu. lübnanda sehit olan onca insanmı terösist yoksa teknolojinin tüm faydasını kullanarak masum çocukları sehit edelermi
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(dindar eş dindar aile)

kalbdenkalbe mesajlar(dindar eş dindar aile)

Uzunca bir zamandan beri aralarına katılmak için devlet yöneticilerinin yalvar-yakar olduğu Batı dünyası ve kültür ortamının, her şeyimiz gibi, aile yapımızı da ciddi boyutlarda etkilediği, sarstığı ve hatta bozduğu bir gerçektir. Akif merhumun ifadesiyle "gayesiz bir fikr ile" bize ait her mevcudu, her değeri resmen ya yıktık ya da yıkıma terkettik... Aileden sorumlu bir devlet bakanlığı kurulmuş olmasına rağmen sistem tarafından yıkıma terkedilen en son kalemiz Ailedir. Bu terkedişin, toplumun önemli bir kesimince onaylanmış olması asıl ıstırap kaynağını oluşturmaktadır.

Kitle iletişim araçları "mahrem" bir köşe bırakmadı. Kültür istilası anaforunda yegane sığınak gibi gözüken aile, büyük ölçüde o görevi yapamaz hale geldi. Aile, sığınak ve güven ortamı olmaktan çıkmak üzere.. Aslında herkes, çöküşün şu veya bu şekilde farkında.. .Yine herkes bir çaresizliği paylaştığının bilincinde...

Bütün bunlara rağmen hala değerlerini koruma, yaşama ve duyurma ihtiyacını ve iştiyakını duyan kafa ve gönüller de yok değildir. Bunlar azımsanmayacak bir yoğunlukta gündemdeki yerini almış bulunmaktadır. Yani müslümanlar şimdi kendi dünyalarını, kendi zeminlerini, kendi ailelerini arıyorlar.. İşte bu kesim çaresizliği önce kendi çapında ve çevresinde sonra da toplumda aşabilmenin çabasında.

Buna ilaveten memleketimizde yaz ayları genellikle yeni ailelerin kurulduğu günlerdir. Her yeni aile büyük sevinçlere, mutluluklara vesile olur. Fıtri ve tabii olan her şey gibi evlilikler, dÜğünler de güzeldir. Ancak çok sorunlu, o yüzden de pek nazik bir ortamın adıdır artık aile ve evlilikler...

"Dindar olanı seç!"

Köklü ve sağlam bir aile yapısı millet hayatının sıhhat ve devamının temel
Ebu Hüreyre radiyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Kadın dört şeyden biri; malı, soyu-sopu, güzelliği verdini için alınır. Elleri toprak dolası, sen dindar olanını seç !"(l) şartıdır. Bu sebeple olmalı ki, ailenin kuruluşundan itibaren dikkat edilecek ana konular Sevgili Peygamber'imizin mübarek hadis-i şeriflerde açıklanmıştır. Biz bunlardan bir kaçına işaret etmek istiyoruz.

Hadisimiz eş seçiminde dikkate alınan dört unsuru, vakıayı tesbit çerçevesinde saymaktadır. "Vakıayı tesbit" demek, insanlar arasında adet olanı, olduğu gibi dile getirmek demektir. Yoksa "siz de öyle yapın" anlamında değildir. Nitekim Efendimiz açıkça müslümanlara, eş seçiminde "dindar olanı" tercih etmelerini tavsiye etmiştir.

Güzelliğin, zenginliğin ve soyluluğun hem geçici hem de olumsuz gelişmelere ve didişmelere gebe nitelikler olduğu binlerce kez tecrübe edilmiştir. Ancak "dindarlık", bütün beşeri ve dünyevi özellik ve niteliklerin özünde ve ötesinde, her türlü şart altında faydası görülecek ve kendisiyle mutlu olunabilecek bir vasıftır. Dindar eş ve aile bazılarının sandığı gibi sadece sıkıntılı zamanlar için değil, mutlu ve sevinçli zamanlar için de aynı derecede gerekli ve geçerlidir.

Hz. Peygamber'in şu ikazı pek manidardır: " Kim bir kadınla sadece sayu-sopu, şerefi, itibarı için evlenirse, Allah o kimseyi zelil eder. Kim bir kadınla sadece malından dolayı evlenirse, Allah onu fakir kılar. Kim de gözünü haramdan korumak, ırz ve namusunu muhafaza etmek, akrabası ile ilişkilerini devam ettirmek İçin evlenirse, Allah bu evliliği iki taraf için de hayırlı ve uğurlu kılar" (2)

"Rabblmiz!. Bize göz aydınlığı olacak eşler ve çocuklar ver!"(3)
ayetinde "göz aydınlığı" diye nitelenenler herhalde ve öncelikle "dindar eşler"dir. Huy güzelliği "dindarlık" la desteklenmesi halinde, sürekli mutluluk sebebi olur. Bu da göz aydınlığının ta kendisi olsa gerektir.
Uyarılar

Tercihini ve seçimini dindar eşten yana kullanması istenen müslüman erkeklere Hz. Peygamber şu gerçeği de hatırlatmıştır; "Mü'minlerin en olgunu, ahlakı en güzel olanlardır. Sizin en hayırlılarınız kadınlarına karşı hayırlı olanlarınızdır."(4)

"Geçimini üstlendiği aile bireylerinl ihmal etmesi, kişiye veba.l olarak yeter." (5)

Sevgili Peygamberimiz, ailedeki denge, huzur ve mutluluğu sağlamak için on sahabi tarafından rivayet edilen bir hadiste hanımlara da şu gerçeği hatırlatmıştır.

"Şayet ben bir insanın bir başkasına secde etmesini emredecek olsaydım, hanımın kocasına secde etmesini emrederdim."(6)

Bu hadis uslüb ve vurgu olarak ailedeki huzurun "sadakat ve itaat" noktasında toplandığını göstermektedir.

"Kocası kendinden razı olduğu halde ölen kadın cennete girer."(7)

Bu hadis ise, hem bir teşviki hem de bir tesbiti ihtiva etmektedir. Aile hayatında kadın, öteki unsurlardan ağırlıklı bir yere ve role sahiptir. Kadının yaratılışı gereği ahngan ve çabuk kırılan bir yapısı vardır. Dolayısıyla çevresindekileri ve öncelikle eşini rahatsız etme ihtimali büyüktür. Bu sebeple de Hz. Peygamber'in hanımlara yönelik uyarı ve irşatlan daha yoğundur.

İşte bu yoğunluk bile, dindar aile için "dindar eş" seçiminin lazım geldiğini ortaya koymaktadır. Giderek karmaşık bir hal alan toplum değerleri, aile yapısının geçmiştekinden çok daha sağlam olmasını gerekli kılmaktadır. Bilinen bir gerçektir ki, insanı üretici olduğu sürece değil, yaşadığı sürece değerli bulan, ona aile ortamında bakan bir aile kadar hiç bir şey mutlu edemez. Hangi darulaceze sakini gerçekten mutludur?

İnkar edilemez bir gerçektir ki, herkes evinde rahat eder. Evler ve aileler biribirlerine tahammül etmesini bilen sadakat ve ferakat sahibi eşler sayesinde huzur yuvası olabilir. Bu sebeple "aile yuvasını" geçiçi hevesleri tatmin ocağı olarak değil, sonuçları itibariyle öteki dünyaya uzanan, oradaki hayatın şeklini tayin eden "ebedi bir kurum" olarak görmek gerekmektedir. Böylesi bir bakış açısına sahip eşlerden oluşan aileler, daha doğrusu "dindar aileler" dünya için olduğu kadar gerçek istikbal için de güven kaynağıdır.

Sevgili Peygambeıimfz bir başka hadislerinde, dünyada elde edilmesi için gayret gösterilmeye değer bulduğu kıymetleri "şükreden gönül, zikreden dil ve ahiret işlerinde (bir iivayete göre de imanı yaşamakta) kocasına yardımcı olan dindar hanım" olarak bildirmiştir(8).

Öte yandan, şuna da işAret edelim ki, dindar eş seçimini tavsiye eden hadisimiz, dindar kişileri arkadaş edinmeyi öncelikle teşvik etfniş olmaktadır. Ayrıca burada erkeklere yönelik olarak söylenmiş olan "dindar olanı seç!" tavsiyesi, aslında ve tabii olarak, hanımlara da yöneliktir. Onlar da evlenecekleri erkeklerde öncelikle "dindarlık" vasfını aramalıdırlar.

Hadis-i şerifteki " hay elleri toprak dolası ( ya da olası)", diye tercüme edilebilecek olan "terlbet yedake" ifadesi, beddua görünümünde olmakla birlikte beddua anlamında değildir. Burada teşvik manasındadır. Ancak bu ifadede "şayet tavsiyemi tutmazsan, fakirleşir, sıkıntıya düşersin" gibi bir ikaz anlamı da sezilmektedir.

Sözün burasında peygamber tavsiyesinin gerçekliğine ve kurtarıcılığına inancımızı yenileyerek, bir kez daha Efendimiz'in tavsiyesine kulak verelim: "Sen dindar olanı seç ..." Çünkü bu seçim, mutluluk ve bir anlamda
da ebedi kurtuluş seçimi demektir? Öte yandan unutmayalım ki biz, kendimizi kendimize ait değerlerle kurulmuş ve donatılmış yuvalarda koruyabiliriz.
0 halde duamız hep aynı: "Rabbimlz bize göz aydınlığı olacak eşler ve çocuklar ver..."(8)
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(ÖRF)

kalbdenkalbe mesajlar(ÖRF)

Hakkında nass bulunmayan yerde asıl olarak kabul edilen "örf", insanların muamelat bakımından sürekli bir şekilde yapageldikleri ve işlerinin düzgün gitmesini sağlayan şeydir. Örf, Fıkıh Usûlü'ne dâhil sayılır ve Hz. Peygamberin "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir." 1 hadisi buna işaret eder. İnsanların güzel gördüğü örfe aykırı hareket etmek, güçlük ve sıkıntıya sebep olur. Kur'an'da ise, "Allah, sizin için dinde bir güçlük kılmadı."2 buyrulmuştur.
Bu itibarla, "Sahih örf ile sabit olan şey, şer'i bir delil ile sabit olmuş gibidir." denilmiştir. "el–Eşbah ve'n–Nezair" adlı eserin şârihi de, "Örf ile sabit olan, şer'i delil ile sabit olmuş demektir." der. "el–Mebsut"da Serahsî de, "örf ile sabit olan, nass ile sabit olmuş gibidir." der. Sanırım ki, bu sözün mânası, "örf ile sabit olan şey, nass bulunmayan yerde itimada lâyık bir delil ile sabit olmuş" demektir.
Örfü, hüküm istinbadı için bir delil olarak alan bilginler, onun, Kitap ve Sünnet bulunmayan yerlerde geçerli olduğunu kabul ederler. Örf, Kitap ve Sünnet'e aykırı düşerse muteber olmaz. Mesela; içki ve faizcilik, bazen insanlar tarafından âdet hâline getirilebilir; fakat nassları ihmal etmek olan bu gibi hâlleri örf saymak doğru olmaz; aksine bunlara karşı koymak gerekir. Bu bakımdan örf ikiye ayrılır.
1– Sahih Örf: Bu, şer'i bir asıl olarak kabul edilir.
2– Fasid Örf: Bu da kat'i bir nassa aykırı düştüğü için muteber olmayan örftür.

SAHİH ÖRF DE,
ÖRF–İ ÂM VE ÖRF–İ
HÂS OLMAK ÜZERE
İKİYE AYRILIR.

a) Örf–i Âm:
Bu, bütün beldelerde insanların üzerinde birleştiği genel örftür. Hamamda yıkanma ve istisna' (sanatkâra bir şey ısmarlama) akitlerini buna misâl olarak verebiliriz. Haddi zatında kullanılacak suyun miktarında belirsizlik bulunması hasebiyle hamamda yıkanma akdinin fasid olması gerekirdi. Fakat bunun üzerine insanların örfü cereyan ettiği için burada örfe itibar edilmiştir. Hanefîler, bu örf karşısında kıyası terk ederler ve buna, "örf sebebiyle istihsan" adını verirler. Aynı zamanda zannî olan âmmı bununla tahsis ederler. Meselâ; Hz. Peygamber'den şartlı satışın yasaklandığını bildiren haberin umumîliğini örf karşısında nazara almazlar.
Acaba zannî olan âmmı tahsis eden ve kıyasın terk edilmesine yol açan örf–i âm (genel örf) nedir? Fakihlerin istisna' akdini şöyle izah ettiklerini görüyoruz:
"Kıyasa göre bu akid caiz olmaz. Fakat sahâbîler, tâbiîler ve her çağda bilginlerce bir itiraza uğramadan kabul edilen teamül karşısında biz kıyası terk ettik. İşte kıyası terk etmeye sebep olan hüccet budur." Görülüyor ki, bu örfe icma denilse yerinde olur. Hatta bu, icmanın en güzeli olabilir. Çünkü sahâbîler ve sahâbî olmayanlar, müçtehidler ve müçtehid olmayanlar bunun üzerinde ittifak etmişlerdir. Bunun içindir ki, örf–i âmm-ı, geçmiş veya gelecek çağda diye bir kayda yer vermeye lüzum görmeksizin, bütün beldelerde hâkim olan örf şeklinde ifade ediyoruz.

b) Örf–i Hâs:
Bu da, herhangi bir belde, ülke veya zümreye hâkim olan örftür. Tüccar ve çiftçilerin örfü gibi. Böyle bir örf, nassa karşı duramaz. Fakat illet–i kat'i bir nass veya açıklık bakımından buna benzer bir şeyle sabit olmayan kıyasa karşı tercih edilir.
Bu şekilde zannî bir kıyasa dayanan hükümler, zamana göre değişebilir. Bu itibarla deniliyor ki, öncekilerin ictihadı kıyasa dayanıyorsa, sonrakiler buna muhalefet edebilirler; çünkü öncekiler, kıyaslarında kendi örflerinin etkisinde kalmışlardır. Bu konuda İbn–i Abidin şöyle der:
"Fıkhî meseleler, ya sarih nasslara dayanır ki, bunlar birinci bölümü teşkil ederler; ya da re'y ve ictihad ile sabit olurlar. Bu bölüme giren fıkhî meselelerin çoğunu müçtehid, kendi çağının örfüne bina etmiştir. O, bugünkü örfün hâkim olduğu devirde bulunsaydı, öncekine uymayan yeni bir görüşe sahip olurdu. Bunun içindir ki bilginler, insanların âdetlerini bilmeyi ictihadın şartları arasında saymışlardır. Zamanın değişmesiyle birçok hükümler de değişmektedir. Eğer bu hükümler, ilk şekilleri gibi kalacak olurlarsa, hem halka güçlük ve zarar verirler; hem de kolaylık sağlama ve dünyanın nizamının en güzel şekilde devam etmesi için zarar ve fesadı önleme esasına dayanan şeriat kurallarına aykırı düşer.
Bunu içindir ki mezhep bilginleri, müçtehidin kendi zamanına göre açıkladığı bir kısım hükümlere muhalefet etmişlerdir. Çünkü onlar biliyorlar ki, o müçtehid, bunların çağında olsaydı, mezhebin kurallarına uyarak, kendileri gibi düşünürdü.
Sonraki müçtehidlerin, bu esasa binaen eski örfe dayanan birçok meselelerde de yeni örf sebebiyle öncekilere muhalefet ettiklerini görüyoruz. Mesela:
a) Ortak olarak çalışan işçinin, elinde iken telef olan şeyi ödemesi gerekmektedir; çünkü zamanla emniyet azalmış, kötülük artmış ve emin olarak bilinen kişiler hıyanet etmeye başlamışlardır. Dolayısıyla ortak olarak çalışan işçinin, eline teslim edilen şeyi koruması ve telef olduğunu ileri sürerek hıyanet etmemesi için onu ödemesine hükmolunmuştur. Bu ise, "Bir tecavüzü sabit olmadıkça yed–i emin, kendisine emanet edilen şeyi ödemez." kaidesine aykırıdır.
b) Kocasıyla zifafa giren, sonra kocasının az veya çok kendisine, mehrine mahsuben verdiği şeyi inkâr eden kadının sözünün tasdik edilmemesi konusunda sonraki fakihler, Ebü'l–Leys'in fetvasını benimsemişlerdir. Ebü'l–Leys, böyle bir kadının inkârını bâtıl saymıştır; çünkü o, bunu âdeten imkânsız görmüş; kocasını da mehre ait bir şey ödediğini ispat için mükellef tutmamıştır. Halbuki esasa göre "İddia eden kimsenin ispat, inkâr edenin de yemin etmesi gerekirdi". 5 Yalan söyleme ve hakları inkâr etme işi yaygın hâle geldiği için bazı meselelerde bu esasa uyulmamıştır.
c) Vakıf arazi ile yetimlere ait malların icara verilme süresi sınırlandırılmıştır. Meselâ; bunlara ait dükkân ve evler bir yılı, tarla ve bahçeler de üç yılı geçmemek üzere icara verilir; yani bu süreler bitince yeniden kira sözleşmesi yapılır.
d) Ebû Hanife'ye göre şahadet için şahitlerin tezkiyesine ihtiyaç yoktur; çünkü Hz. Peygamber, "Müslümanlar birbirlerine karşı doğru kimselerdir." 6 buyurmuştur. Bu hüküm, Ebû Hanife'nin zamanına göre uygundu; ancak yalancılık yaygın hâle gelince şahitlerin tezkiyesine lüzum hâsıl oldu. Bunun içindir ki, kazaî işlerle uğraşan Ebû Hanife'nin talebesi Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, şahitlerin tezkiyesinin şart olduğunu söylemişlerdir.
e) Hanefî fakihleri, Kur'an öğretmek ve cemaatle ilgili din görevlerini yerine getirmek için ücret alınmasının caiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Çünkü bu işler, ibadetlere dâhildir; ibadetlerin icrası için ise, ücret alınmaz. Lâkin insanlar, ücret almaksızın Kur'an öğretmek ve dinî görevleri yerine getirmekten kaçındıklarından, sonraki fakihler bu gibi işler için ücret alınmasını caiz görmüşlerdir. Ta ki, Kur'an'ın hıfzedilmesi devam etsin, camilerde müezzinlik ve imamlık gibi görevler aksamasın.
Görülüyor ki fakihler, nass bulunmayan konularda fetva verirken örflere uymaktadırlar. Bu itibarla müftünün örf ve âdetleri bilmesi gerekir. Bu konuyu, İbn Abidin'in şu kıymetli sözleriyle bitirmek istiyoruz:
"Hâkim, hâdiselerin küllî hükümlerini, bizzat olayı ve insanların hâllerini bilmelidir ki, bu sayede doğru ve eğriyi birbirinden ayırt etsin. Sonra birini ötekine mukayese yapsın; olay için gereken hükmü versin ve bu, gerçeğe aykırı düşmesin. Örf ile fetva veren müftü de zamanını ve çağındaki insanların hâllerini, bu örfün âm, hâs ve nassa aykırı olup olmama cihetlerini bilmelidir. Ayrıca iyi bir hocanın elinde yetişmiş olmalı, bir kısım mesele ve delilleri bilmekle yetinmemelidir."
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(ibadet artarsa rızıkta artar)

kalbdenkalbe mesajlar(ibadet artarsa rızıkta artar)

Zamanın birinde ömürleri ateşe tapmakla geçmiş iki mecûsî kardeş vardı. Babalarından, çevrelerinden böyle görmüşler ve böyle devam ediyorlardı. Fakat bu iki kardeşten küçük olanı, dinlerinin bâtıl olduğunu anlamıştı. Zira yıllardır kendisine ilâh diye taptıkları ateş onları ne kimseden korumuş, ne de istedikleri herhangi bir şeyi onlara vermişti. Ve bu ateşperestlikten bir an önce vazgeçip Müslüman olmak gerektiğini ağabeyi ile konuşmaya karar verdi. Nihayet bir gün onu kenara çekip çok önemli bir mesele hakkında konuşmak istediğini söyledi ve:
–Ey ağabeyciğim! Sen yaklaşık yetmiş beş sene, ben ise, otuz beş, kırk senedir bu ateşe tapıyoruz. Düşündüm de, yıllardır kendisine taptığımız bu ilâhımız acaba bizi yakacak mı? Eğer bizi yakmazsa, inancımızın doğruluğuna kanaat getirir ve ateşperestlik üzere devam ederiz. Şayet bizi yakacak olursa, o takdirde ona tapmayı terk edelim. dedi. Ağabeyi bu teklifi kabul etti. Ve bir meydana büyükçe bir ateş yaktılar, iyice tutuşturduktan sonra küçük kardeş büyüğüne:
–Artık deneyebiliriz. İstersen önce elini ateşe sen uzat, istersen ben uzatayım, dedi. Büyük olan:
–Önce sen uzat, dedi. Kardeşi elini yanan ateşe uzatınca, parmakları yandı ve acıyla elini geri çekti ve ateşe hitaben:
–Aaah Ah! Ben sana bu kadar sene taptığım ve ibadet ettiğim hâlde sen beni kayırmıyor ve elimi yakarak bana eziyet ediyorsun, dedi. Sonra ağabeyine:
–Ağabeyciğim! İstersen sen de denemek için elini uzat; ama durum anlaşıldığına göre buna hiç gerek yok. Bana göre yapılacak en doğru şey, bizi dosdoğru yola ulaştıracak âlim bir zata gitmek ve hakikati öğrenmek.
Bunun üzerine yola çıktılar, sordular soruşturdular ve ilmiyle âmil olan kâmil bir zatın huzuruna vardılar. Fakat hidayetten nasibi olmayan büyük kardeş, kalbindeki şeytanî vesveseye uyarak bu fikrinden vazgeçti ve bâtıl da olsa inancını terk edemeyeceğini ve Müslüman olmayacağını söyledi. Kardeşi buna çok üzüldü. Ona yalvardı yakardı; fakat ne dediyse söz dinletemedi. Abisi, Nuh diyor peygamber demiyordu.
–Benim yetmiş beş yıllık ömrüm ateşe tapmakla ve ona ibadetle geçti gitti. Şimdi bu yaştan sonra eğer Müslüman olursam, ben millete ne derim? Ev halkımın, akrabalarımın ve çevremin beni ayıplamalarından korkarım. Ateşe tapmak, ayıplanmamdan bana daha sevimlidir, dedi. Küçük olan da ona:
–Niçin böyle yanlış düşünüyorsun? Onların ayıplamaları bir zaman sonra unutulur gider ve yok olur. Ama ateşe tapman ise kalır, dediyse de ağabeyine bunu dinletemedi.

MÜSLÜMAN OLDU
İŞSİZ KALDI
Küçük kardeş yalnız başına o âlim zatın huzuruna gitti ve başından geçenleri anlattı. Kendisine İslâm'ı anlatmasını istedi. O mübarek zat ona, tesirli sözleriyle imanı ve İslâm'ı anlattı. O da büyük bir coşkuyla iman etti. Bundan böyle hem o zatın hizmetinde bulunuyor, hem de İslâm'ı en güzel şekilde öğreniyordu. Daha sonra da eşini ikna etti ve çoluğunu çocuğunu getirip onların da İslâm ile şereflenmelerine vesile oldu.
Fakat onların Müslüman oldukları, yaşadıkları çevrede herkes tarafından duyulmuş, kınanmaya ve horlanmaya başlanmışlardı. Onun ateşperest olan patronu da onu işten çıkarmıştı. Tabiî bu ailenin maddî durumu pek de iyi sayılmazdı. Çalışıp kazanırlarsa, yiyecek içecek bir şeyler alabiliyorlardı. Adam işten çıkarılınca, başka bir yerde ne kadar iş arayıp, pek çok yere müracaat ettiyse de bir türlü iş bulamadı. Daha doğrusu, Müslüman olduğu için hiç kimse ona iş vermiyordu. Bunun üzerine o da "Ben de Allah için çalışırım." deyip her gün evden çıkıyor ve akşama kadar Allah'a ibadet ediyor, akşam olunca da eve geliyordu.
Tabi-î bir gün, iki gün, üç gün derken, hep eli boş olarak eve dönünce, bu sefer hanımı da bu durumdan rahatsızlığını dile getirmeye başladı. Çünkü kaç gündür eve yiyecek hiçbir şey alınmıyordu. Çocuklar aç bir hâldeydi. Kocasına:
–Her gün evden işe diye çıkıyorsun; ama kaç gün oldu eve bir lokma ekmek getirmedin, deyince adam:
–Merak etme hatun. Birkaç gündür bir Melik için çalışıyorum. Ücretimi de inşallah yakın zamanda fazlasıyla verecek, sen merak etme, dedi. O gece de aç yattılar. Adam sabahleyin yine erkenden kalktı ve işe gidiyorum deyip evden çıktı. Çarşıya gidip iş aradı; fakat yine bulamadı. O da gidip yine Allah'a ibadetle meşgul oldu. Akşam oldu yine eli boş vaziyette evin yolunu tuttu. Hanımı, kocasının elinde ne bir ekmek ne bir katık olmadığını görünce, yine aynı şeyleri söyleyip sitem etti. Adam da çaresiz bir şekilde eşini avutmak için:
–Çalıştığım Melik yarın ücretimi verecek o zaman yiyecek pek çok şey alacağım, dedi.

TOPRAK UN OLDU
Elleri dolu dolu erzakla eve gelen kadın çocuklarını tıka basa doyurdu. Akşamüzeri olunca da bir sofra donattı ki, âdeta bir kuş sütü eksik. Ve kocasını beklemeye başladı. O sırada kocası yine ibadet ederek akşamlamıştı. Evine gelirken de hanımı "Ne getirdin?"diye sorduğunda cevapsız kalmamak için çıkınına oradan toprak doldurdu ki, "Biraz un aldım, bununla bir şeyler pişir de yiyelim." desin...
Nihayet eve geldiğinde, içeriden buram buram yemek kokuları geldiğini fark etti. Ne olduğuna bir anlam verememişti, acaba neler olmuştu bugün? Elindeki toprak dolu çıkınını kapının eşiğine bırakıp içeri girdi. Baktı ki, her taraf pırıl pırıl dayalı döşeli. Ortaya da enva-i çeşit yemekler bulunan bir sofra kurulmuş.
Hanımı onu güler yüzle karşıladı, buyur etti. Adam şoktaydı âdeta. Bu sofra, bu yemekler nerden gelmişti? Kadın o gün olanların hepsini tüm ayrıntılarıyla kocasına bir bir anlattı. Bunun üzerine adam da hanımı da gözyaşlarını tutamadılar ve şükür secdelerine kapanıp Allah'a dualar ettiler.
Daha sonra kadın, kocasına "İçinde ne vardı?" diye kapının eşiğinde bıraktığı çıkınını sordu. Adam hanımına "Boş ver, getirdiğim şeyi bana sorma?" dedi. Sonra çıkını koyduğu yere gidip, gizlice getirdiği toprağı dökmek istedi. Fakat içini açtığında ne görse iyi, eliyle koyduğu toprak, Allahu Teâlâ'nın izniyle un hâline dönmüştü. Adam bir kez daha hayretler içinde kalmıştı. Bu sefer hanımına neler olduğunu o anlattı. Ve Allah'ın ikramından dolayı bir defa daha şükür secdesine vardılar.



PATRON ÜCRETİMİ ÖDEYECEK

Adam ertesi gün yine ekenden çarşıya gitti. O kadar yalvardı yakardı. "Çocuklar aç perişan ne olur bana iş verin." diye ricalar ettiyse de, kimse ona iş vermedi.
–Madem başka bir ilâha tapıyorsun, ona söyle de seni o doyursun! dediler. O da yine çaresiz bir şekilde her gün Allah'a ibadet ettiği yere gidip, Allah'ın huzuruna durdu ve namaz kıldı. Namazdan sonra gözleri yaşlı bir şekilde ellerini semaya kaldırıp:
"Yâ Rabbi! Sana sonsuz şükürler olsun ki, bize hidayet nasip ettin, İslâm dinine girmeyi ikram ettin. Ne olur, bu dosdoğru yoldan bizi ayırma! Ya Rabbi! Senin gönderdiğin bu Hak din hürmetine, ne olur kalbimden, evimin, çoluk çocuğumun nafaka sıkıntısını ve düşüncesini çıkar. Güzel Allah'ım! Hâlimi sana arz ediyorum, ben bu hususta aciz ve çaresiz kaldım. Artık ehlimden hayâ eder oldum ve onların hâlinin değişmesinden de korkarım. Ne olur bana yardım eyle! diye iki gözü iki çeşme dua etti ve ibadetine devam etti.
Bu sırada yoksul adamcağızın evine bir zat geldi ve kapılarını çaldı. Kadın çıktı. Baktı ki, nur yüzlü gayet güzel çehreli, genç bir zat elinde altından bir tabak ve üzeri kıymetli bir örtü ile örtülü şekilde kapının önünde duruyor. Kadın gayet şaşkın bir hâlde –Buyurun kimi aramıştınız? diye o zata sordu. O zat:
–Buyurun, bu sizindir. Eşinize selâm söyleyin, bu tabaktakiler onun yapmış olduğu çalışmasının karşılığıdır. Eğer çalışmasını arttırırsa, biz de ücretini arttırırız, dedi. Kadın merakla tabağı aldı. Üzerindeki örtüyü açtığında ne görsün, tabağın içinde ışıl ışıl parlayan bin tane altın vardı. Öylesine sevindi ki, çığlık atmamak için kendini zor tuttu.
–Eşimin çalıştığı Melik, her kimse gerçekten çok zenginmiş, diye mırıldandı.
Ve tabaktaki altınlardan birini alıp doğru sarrafa gitti. Sarraf Hıristiyan idi. Altını aldı evirdi, çevirdi, iyice inceledi. Üzerindeki yazıları, süslemeleri kontrol etti. Onun dünya altınlarından farklı olduğunu anladı. Kadına dönüp:
–Bunu nereden buldun? diye sordu. Kadın başta söylemek istemedi:
–Daraldık altın bozdurup sıkıntımızı aşalım dedik, diye cevap verdiyse de, sarraf onun dünya altını olmadığını belirtip, mutlaka meseleyi anlatması için ısrar etti. Kadın meseleyi gizleyemeyeceğini anlayınca, bütün olup bitenleri Hıristiyan sarrafa anlattı. Bunları hayretle dinleyen Hıristiyan sarraf çok etkilendi ve:
–Bana da İslâm'ı anlatıp öğretin, ben de Müslüman olmak istiyorum, dedi. Kadın da iman esaslarını ona öğretti ve sarraf Müslüman oldu. Sonra kadına bin dirhem verdi.
–Sen şimdilik bu parayı nafaka yap. Bittiğinde yine bana gelirsin, dedi. Kadın ilk defa bu kadar parayı bir arada görüyordu. Sevinçle onları cebine koydu ve gelirken de çarşıdan yiyecek içecek ne gerekiyorsa, fazlasıyla aldı.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(EV İDARESİNDE ERKEKLER DİKKATTT)

KALBDENKALBE MESAJLAR(EV İDARESİNDE ERKEKLER DİKKATTT)

Yalan söyleme
Hayatta hiçbir zaman yalan söyleme. Senin bir defa yalanını yakaladılar mı artık kimse doğru söylediklerine de inanmaz. Hele hele hanımına hiç yalan söyleme. Çünkü hanım, efendisine saygı duyar ve onun kendisinden üstün bir insan olduğunu kabul eder. Senin yalanını yakaladığı zaman bütün dünyası yıkılır. Artık senin her şeyine şüphe ile bakar. Hanımına duyurmak istemediğin bazı sırların olabilir. Söylemek mecburiyetinde değilsin. Sükût eder, geçiştirirsin. Ama bir meseleyi yalan söyleyerek kapatmaya kalkışma. Bu son derece yanlış bir iştir.
Her sırrını söyleme
Herkesin kendine göre sırları vardır. Olmalıdır da. Çok açık olmak ilk nazarda güzel gibi gözükse de hiç de iyi değildir. Hususî hayatından mecbur kalmadıkça kimseye söz etme. Bugün iyi niyetle ve hasbıhal olsun diye söylediğin şeylerin, yarın senin aleyhine kullanılarak karşına çıktığını görürsün ve o zaman çok üzülürsün. Bugün dost olan birinin, yarın düşman olmayacağını nereden bilebilirsin? Hanımına da her şeyi söylemek mecburiyetinde değilsin. Hanımlar sır saklamakta biraz daha zayıftırlar. İş hayatındaki gelişmeleri ve çalışmaları evine taşıma. Evinde müzakereye açma. İş hayatında acı günlerin olduğu zaman hanımına söyleyerek onu üzme ve onu da işin içine sokma. Sevinçli bir durum olduğu zaman bile anlatmana gerek yok. Evinde olanları da işyerinde konuşma. Senin koruyamayıp dudaklarının arasından çıkan sırların bir defa dudaklardan döküldü mü artık onu kimse tutamaz. Atalarımız:
"Sırrını söyleme dostuna. O da söyler dostuna. Saman doldururlar sonra postuna" demişlerdir.

Kibirli olma
Allahu Teâlâ'nın en çok gazabını celbeden huy, insanların kibir göstermesidir. Kibirli olma. Hele hanımına ve çocuklarına karşı sakın kibirlilik gösterme. Daima alçakgönüllü ol. Hanımını küçük görme. Hor görme. Kibirli bir idâreci memurları tarafından hiç sevilmez. Seviyor gibi gözükürlerse de sevmezler. Üç kıtaya sahip Osmanlı devletinin padişahlarına merasimlerde:
"Gururlanma padişahım, senden de büyük Allah var." diye bağırırlardı. Hem kibirlenecek, kendimizi büyük görecek neyimiz var oğlum. İlk doğuş şeklimizi düşünsek yeter. Kimin kimden üstün olduğunu ancak Allah bilir. İnsanlar için mühim olan Allah'a olan yakınlıktır. İnsanın kıymeti bununla ölçülür. Onu da Allah'tan başka kimsenin bilmediğine göre neyimizle kibirleneceğiz.

Temizliğe dikkat et
Vücut temizliğine dikkat et. Hanımına rahatsızlık verecek durumlardan kaçın. Sigara içme. Ağız ve sigara kokusu, içmeyenlere çok kötü gelir. Ağzını ve dişlerini her yemekten sonra güzelce yıka. İnsanlar birbirlerinin en çok ağızlarına bakarlar. Eşine nefret verecek ağız kokularını yok et. Hanımından izinsiz soğan sarımsak yeme. Yiyecekseniz beraber yiyin. O zaman birbirinizi rahatsız etmezsiniz. İçki kokusundan bahsetmeye lüzum bile görmüyorum. Bir Müslümanın içki içebileceğini düşünemiyorum. Kocası içki içen bir kadın ne büyük ıstıraplar çeker. Allah onlara sabırlar versin. Evin erkeğinin sigara içmesi, içki kullanması başlı başına bir felâkettir. Böyle bir baba, bu kötülüklerden ailesini nasıl uzak tutacak? Onlara "sigara içmeyin", "içki içmeyin" diye ne yüzle söyleyecek. Hülâsa oğlum:
Sen hanımının, senden hiçbir ücret istemeden senin her türlü hizmetine koşan bir hayat arkadaşın olduğunu unutma. Ona pis kokularla ve pis kokulu şeylerle yaklaşarak kendinden nefret ettirme. Daima temiz ol ve güzel kokular sürün. Sık sık yıkan. Onun yanına ter kokusu ile bile yaklaşmamaya gayret göster. Mutluluğun yolu karşılıklı haklara riâyet etmekten geçer.

Haram yedirme,
Emanete ihanet
etme
Hanımına ve çocuklarına sakın haram yedirme. Hırsızlık malını ve sana emanet olarak bırakılmış malları zaten yedirmezsin. Bunları söylememe lüzum yok; ama gene de söylemiş olmak için söylüyorum. Emanet mal deyince aklıma geldi: Bir emanet vardır ki, onu herkes bilmez. İslâm dininin gelişip yayılması için toplanıp sende emanet olarak bulunan paraya da çok dikkat et yavrum. O paranın kuruşunu bile ne kendin ye, ne de çoluk çocuğuna yedir. Bu felâketlerin en büyüğüdür. Beytülmale ihanet, ihanetlerin en büyüğüdür. Allah rızası için verilmiş ve Allah yolunda harcanacak olan para veya mallar artık Allah'ındır. Emanetleri kendi paralarının yanına bile koyma. Onu apayrı tut. Eğer onlara ihanet edersen, dünya ve âhiretin mahvolur.

Zekatı verilmemiş
malı yedirme
Sen sen ol, çoluk çocuğuna zekâtı verilmemiş maldan yedirme. Her sene muntazam olarak zekâtını hesap et. Zekâtını din için ve dinin yükselmesi için ver. Malını temizle ve çoluk çocuğuna o maldan yedir. O zaman ailenizde huzur artar.

Çocuklarının
günah işlemelerine
göz yumma
Çocukların küçüklüğün verdiği bazı sebeplerle doğruyu yanlışı ayıramazlar. Onlar herhangi bir günah işlerlerse, hiç vakit kaybetmeden onları ikaz et. "Adam sen de, çocuktur" deyip geçme. Alışkanlık hâline geliverir ki, o zaman bıraktıramazsın.

Cömert ol
Cömert ol. Cimri olma. Bilhassa çoluk çocuğuna karşı cimrilik gösterme. Hanımına sık sık hediyeler al. O ısmarlamadan ihtiyacı olan bir şeyi alıp getiriverirsen, onu haddinden fazla memnun eder, gönlünü alırsın. Çocuklarına da cömert davran. Allah'ın gönderdiği kazanç ve rızklardan yeteri kadar onlara ver. Sıkıntıda bırakma. Yalnız onlara kanaat etmeyi de öğret. Daha doğrusu insan denen yaratığı anlat. İnsanın arzularının bitmeyeceğini, insanın gözünün doymayacağını söyle. İnsanın, bir yere gelince, kendini frenlemesinin gerektiğini öğret. İyilik ve ihsan yoluyla insanlara yaptıramayacağın şey yok gibidir. Elin açık olsun, cömert ol; ama israf da etme. Lüzumsuz harcama da yapma. Osmanlı padişahlarının iyilik ve ihsanları dillere destandı. Son devir Osmanlı padişahı meşhur Sultan Abdülhamid birçok paşalarına hep iyilik ve ihsanlarda bulunarak, devlete hizmetlerini sağlamıştır. Osman Gazi bu hususta oğlu Orhan Bey'e şöyle vasiyet etmiştir:
"Oğlum, insan iyilik ve ihsanın kuludur. İyilik ve ihsanda bulunursan hizmet ettirirsin."

Tedbirli ol
"Dünyanın kırk türlü hâli vardır." derler. Çok doğrudur. Dünyanın iyi günleri de vardır, kötü günleri de. Kara gün için bir kenarda biraz paran bulunsun. Neyin ne zaman lâzım olacağı hiç belli olmaz. Kırılan ve eskiyen şeylere üzülme. Yalnız sen tedbirde kusur etme. Tedbirini aldıktan sonra kırılan şeylere müteessir olma. Bir eşya kırıldı diye kalp kırma. Kalp, eşyadan daha kıymetlidir.

Bugünkü nesil
Bugün insanlık pek büyük bir bunalım içinde. Her ne kadar her ihtiyaçları kolayca karşılanıyor gibi geliyorsa da rûhen huzursuz, perişan. Bence bugünkü nesil, haram yiyiciliğin cezasını çekiyor.
Müslümanlara Cenabı Hak daha bu dünyada iken bazı sıkıntılar verir ki, ikaz olup günahı terk etsinler. Kâfirlerin ise, cezalarının tamamı öbür dünyaya kalmıştır. Bunun böyle olduğunu bilmeyen bazı Müslümanlar hayrete düşmekte hatta ileri geri konuşmaktadırlar. Âhiretin sıkıntısının yanında dünyanın sıkıntısı bir hiç menzilesindedir. Âhiretteki nimetleri ve sıkıntıları dünyada anlatabilecek ne akıl mevcuttur, ne de dil.
Kazancın varsın az olsun. Sen sakın çoluk çocuğuna haram yedirme.

Namuslu ol
Eğer namusunu başkalarından korumak istiyorsan, evvelâ kendin namuslu ol. Âlemin namusuyla oynayan bir ahlâksız sence makbul müdür? Birisi pencereden aileni gözetlese, yolda giderken kız kardeşine, hanımına, halana, teyzene, baldızına lafla veya elle sarkıntılık etse, rahatsız etse, eyvallah der misin? Şüphesiz demezsin. İşte insanlık budur. İşte bu istemediğin hareketleri sen de başkalarına yapma. Sokağa çıkar çıkmaz rast geldiğin kadın ve kızlara gözlerinle, dilinle ve elinle tecâvüzde bulunma. Bu kötülükler gafletten ileri gelir. Sen gafillerden olma. Allah gafilleri sevmez. Bu gibi kötü fiiller, insanın kalbini öldürür, ibadet aşkını yok eder. İnsanı hem dünyada hem âhirette rezil eder.

Namazla emret
Hanımına ve çocuklarına namazla ve oruçla emret. Bu Allah'ın emridir. Çocukların, yedi yaşına girmeden namaz kılmalarını öğrensinler. Tam yedi yaşına girdiğinde namaz kılmalarını söyle, EMRET. On yaşında ise, kılmadıkları takdirde hafif döverek namaz kılmalarını temin et. Ergenlik çağına girmeden çocuklarında namaz kılmak, artık bir alışkanlık hâlini alsın. Âkil bâliğ olduktan sonra ısrarlarına rağmen kılmazlarsa, artık dövmeye başvurma. Yapacak uzunboylu bir şeyin yok. Hanımın da öyle. Eğer bütün ısrarlarına rağmen namazını kılmıyorsa, döverek kıldırman icap etmez. Ne yapalım; cennete gitmek istemeyenleri zorla cennete sokmaya kimsenin gücü yetmez. Cennet de hak, cehennem de. Dileyen cennetlik amel yapar, dileyen cehennemlik amel. Peygamber Efendimiz bile o güzel konuşmalarıyla cennete ve kurtuluşa davet ettiği hâlde nice kimseler onu kabul etmediler.
Kayınvalidene ve kayınpederine alâka ve yakınlık göster. Onlar da senin bir nevi annen ve babandırlar. Kayınpeder kelimesinin aslı, "kaim peder" yani "baba yerine kaim, Kaynana kelimesinin aslı, "kaim ana" yani "ana yerine kaim" kimse demektir. Bu sebeple anne ve baba diye hitap edilmektedir. Hanımının yanında onların aleyhinde sakın konuşma. İyi olmaz. Hanımın üzülebilir. Başkalarının yanında da konuşma. En azından gıybet olması açısından haramdır. Bıktırmadan onları beraberce ziyaret edin, hâl ve hatırlarını sorun. Onlar hep sizin mutlu olmanızdan huzur duyarlar. Eğer size bir şeyler diyorlarsa, sizin iyiliğiniz içindir. Sizin kötülüğünüzü, bile bile istemezler.

Ev işlerinde
yardımcı ol
Bir erkek hanımını yalnız geceleri değil; gündüzleri de sevmeli ve düşünmelidir. Onu sırf şehevî arzularını tatminden dolayı değil; eşi, hayat arkadaşı, dostu, saadet ve sevgi kaynağı, çocuklarının şefkatli annesi diye sevmelidir. Hanım ise, kocasına son derece hürmetle bağlanmalıdır. Karı koca yakınlığı bütün yakınlıklardan daha büyük bir yakınlık ifade eder. Gece gündüz bir arada yaşayan, bir yastıkta, bir yatakta yatan, fikirleri ve emelleri bir, başka türlü hangi yakınlık vardır? Hem erkek ve hem de hanım bu hisleri bilmeli ve bunlara göre kendilerini ayarlamalıdırlar. Kadınlar erkeklere nispetle zayıftırlar demiştik. Kendi vazifeleri olan ev işlerinde bile istenilen ölçüde başarılı olamadıklarını görürsün. Zaman zaman yardıma ihtiyaçları olur. Yardımcı oluver. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in, elbisesinin söküğünü kendisinin diktiği rivayet ediliyor. O büyük Peygamber, müstesna insan, böyle yaparsa, bize ne yapmak düşer; sen anla. Boş zamanlarında yardımcı olursan, senden hiçbir şey eksilmez. Kadının evinin işlerini yapması, çamaşırlarını yıkaması, yemeğini hazırlaması dinen vaciptir. Yapmazsa Allah indinde günahkâr olur. Kocasına itaat etmeyip, bu işleri yapmadığından dolayı kocasının gönlünü kırarsa, cennete giremez.
Yalnız burada bir noktaya dikkatini çekmek isterim: Erkeğin, hanımını, saydığımız bu işleri yapmadı diye dövmeye hakkı yoktur. Yani koca, hanımını bunları yapmaya zorlayamaz. İslâm'da "Hanım bunları yapmaya mecbur değildir." sözü, "bunlar hanıma zorla ve döverek yaptırtılamaz." mânasınadır. Yoksa kadına evin içindeki işleri yapması dinen vaciptir.
Bütün bunlara rağmen hanımının yetişemediği yerleri sen tamamlayıver. Rahat edersin. Arkadaşlarının, yarenlik yaparken kullandıkları laflara kulak asma. Sen kendine Peygamber Efendimizi örnek al.

Hadis-i Şerif
Hazreti Aişe Validemizden rivayet olunuyor: Hazreti Aişe Validemize sordular:
"Resûlullah Efendimiz evde bulunduğu zaman ne yapardı?" Hazreti Aişe Validemiz şöyle cevap verdiler:
"Sizden birinizin yaptığı gibi davranır, şunu düzeltir, bunu giderir ve ev halkının zor işlerinde onlara hizmette bulunur, onlar için et doğrar, evin temizlik ve düzeniyle uğraşır, hizmetçiye hizmetinde yardımcı olurdu." (Taberânî)

Kıskanç ol;
ama ölçülü...
Kıskanç ol; ama kıskançlıkta haddi aşma. Peygamberimiz:
"Kıskanmak imandan, kıskanmamak ise, münâfıklıktan ileri gelir." buyurmuştur. Kıskanma ile vesvese ve tecessüsü karıştırmamak lâzımdır. Bir erkek hanımını ve yakınlarının hanımlarını, Müslümanların hanımlarını yabancılardan kıskanır ve onları yabancılarla haşir neşir olmaktan korursa bu, dinî bir gayretten ve imandan gelen kıskançlıktır. Her Müslüman erkekte bulunması gereken bir haslettir. Fakat bir erkeğin sabah evden çıktıktan sonra evinde bıraktığı hanımı hakkında hiçbir şey bilmediği ve görmediği hâlde "Benim hanım acaba şu anda ne yapıyor, acaba falanla mı konuşuyor, acaba falan kimseyle yakınlık mı peydah ediyor?" gibi düşüncelere saplanması bir vesvesedir ve geçimsizliğe sebeptir. Bir adamın şüphe edilecek bir şey görmediği ve duymadığı hâlde hanımını kıskanması, Allahu Teâlâ'nın sevmediği bir kıskançlıktır. Çünkü bu Kur'anı Kerim'de kötülenen "sûi zan"dır.
Yine bir hadisi şerifte:
"Ben hakikaten kıskancım. Bir kimse kıskanç değilse, onun kalbi eğridir." buyrulmuştur.
Kıskanç olmayan erkek; hanımı yabancı erkeklerle konuşurken, tokalaşırken, kendisinden habersiz bir hâlde evini terk edip istediği yerde dolaşırken, kocasından habersiz yabancı erkeklerle seyahat ederken, bir yere misafirliğe gidildiğinde hanımının erkeklerle oturmasına ses çıkarmayan ve bunu normal gören erkek demektir.
Peygamber Efendimizin, damadı Hazreti Ali Efendimiz'e nasihati şudur:
"Yâ Ali! Sen kıskanç ol. Allahu Teâlâ kıskanan kimseleri sever."
Kapını, pencereni, perdelerini açık tutma. Peygamber Efendimiz:
"Bir kapı açık bırakılmışsa, hem kapıdan içeri bakan, hem de kapıyı açık bırakan ikisi de günahkârdır", buyurmuşlardır. Hâsılı oğlum; hanımı yabancılardan korumak mânasına gelen kıskançlık, güzel; vesveseye düşerek hanımının her şeyinden şüphe etmek mânasında bir kıskançlık çirkindir.

İhtiyaçlarından
kısma
"Kendisine bol masraf yaptığı hâlde çoluk çocuğunun nafakasını kısan kimse, benim şefaatime nail olamaz." buyuran Fahrı Kâinat Efendimiz, imkânları olduğu hâlde çoluk çocuğuna cimrilikte bulunan kimseleri kötülemiştir. Yine bir hadisi şeriflerinde Peygamber Efendimiz:
"Bir kimse Allah yolunda bir altın harcasa, bir fakire bir altın verse, çoluk çocuğunun nafakası için de bir altın verse, ailesine verdiği bir altın, Allah indinde sevapça hepsinden üstündür.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: KALBDENKALBE MESAJLAR(EV İDARESİNDE ERKEKLER DİKKATTT)

RE: KALBDENKALBE MESAJLAR(EV İDARESİNDE ERKEKLER DİKKATTT)

bukonu erkek kardeşler için çok önemli bence okumalarını isterim
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(şefkat karşılık istemez)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(şefkat karşılık istemez)

anne gibi bir yar olmaz bağdat gibi diyar olmaz anasına karşı gelen inan mutlu olamaz ne denir anneciğim sana binlerce kerre minettarım beni doğruları ve güzel olanı görmemi sağladığın için bende güzel olan ne varsa sendendir anacığım rabbim sana hayırlı uzun ömür versin seni çok seviyorum annem benimmm
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
kalbdenkalbe mesajlar(bu kafilede ulu bir zat var)

kalbdenkalbe mesajlar(bu kafilede ulu bir zat var)

Kainatın Efendisi nur çocuk, amcası Ebu Talib'in yanındadır artık. Abdülmuttalib'in Ebu Talib'i tercih etmesinin sebepleri, şöyle sıralanabilir: Diğer kardeşlere oranla daha merhametli ve şefkatli olması. Diğer kardeşlere oranla daha çok yardımsever olması ve halk arasında itibarı ve nüfuzunun fazla olması. Ebu Talib'in en büyük şansızlığı diğer kardeşlerine göre daha fakir olmasıdır. Ailesinin geçimini ancak karşılayabilen Ebu Talib, şimdi bir yükle daha karşı karşıyadır.

Hazret-i Ali Radıyallahu Anh der ki:

“Babam, yoksul seyyid, ulu kişi idi.”

Ebu Talib de babası Abdülmuttalib gibi, Kainatın Efendisi nur çocuğu bağrına bastı. Evlatlarından ayrı tutmak bir yana, kendi öz evlatlarından daha üstün tutar olmuştu. O olmadan hiçbir yere gitmez, O olmadan gece istirahata bile çekilmezdi. Ebu Talip babası Abdülmuttalib gibi cahilliye devrinin kötülük ve melanetlerinden uzak durur, hiçbirine nefsinde yer vermezdi.

Kainatın Efendisi amcası Ebu Talib'in evinde kalmaya başlayalı evin şekli değişmişti, hiçbir şey eskisi gibi değildi. Sofralar bereketlenmiş, evin ışığı artmıştı. Bunu ilk fark eden yine Ebu Talib olmuştu, yemek için sofra kurulduğunda Kainatın Efendisi gelmeden yemeğe başlanmazdı. Ebu Talib bu konuda ev halkını uyarmıştı:

“Yemeğe başlamayın, sizin gibi oğlum da gelip, sofrada hazır olsun, ondan sonra…” demişti. Daha başka halleri gördükçe Ebu Talib şöyle diyordu:

“Hiç şüphe yok, sen mübareksin.” Yine Ümmü Eymen anlatıyor:

“Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in gerek çocukluğunda gerekse gençlik ve büyüklüğünde, ne açlıktan ne de susuzluktan şikayetlendiğini görmedim, başkasından da duymadım.”

Kainatın Efendisi yeni aile hayatında Ebu Talib'in sevgi ve bağlılığının yanında, Ebu Talib'in hanımı, Kainatın Efendisi'nin yengesi olan Fatıma bint-i Esed'den de büyük ilgi görüyordu. Çocuklarına göstermediği ilgi ve alakayı bu nur çocuğa gösteriyordu. Aradan yıllar geçecek, fakat Kainatın Efendisi Amca ve yengesinin kendisine gösterdikleri ilgi, alaka ve sevgiyi unutmayacak, her fırsatta güzel bir anı olarak minnetle anacaktır.

Mekke'de yaz mevsimlerinden bir mevsim yaşanıyordu, o yaz da yağmur yağmamış kuraklık had safhaya ulaşmıştı. Birkaç gün daha yağmur yağmazsa durum tahammül edilemeyecek boyutlara ulaşacaktı. Kureyş durumu Ebu Talib'e bildirdi ve bir hal çaresi bulmasını istediler. Ebu Talib de geçmişte babasının yaptığı gibi duaya çıkmaya karar verdi. Yanına da Kainatın Efendisi'ni alarak doğru Kabe'ye gitti. Dede Abdülmuttalib'in zamanına oranla Kainatın Efendisi büyümüş, rivayet edildiğine göre oniki yaşına girmişti. Ebu Talib bir taraftan dua ederken, diğer yanda Kainatın Efendisi de şahadet parmağını semaya kaldırmış, o da yağmur talebinde bulunuyordu. Tam o esnada gökyüzünü bulutlar kapladı ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Her taraf sel oldu, nerede ise yağmurun kesilmesi için dua etmeye çıkacaklardı.

Yine bir gün Mekke'de yaşıtları olan çocuklarla oynuyordu. Yerden birkaç tane taş toplayarak, çocuklara atmak için arkasına sakladı. Resulüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:

“Ne zaman ki çocuklara taş atmaya yeltendim, elimi bir el tuttu ve ‘Sakın kimseye taş atıp incitme' dedi.”

Bir başka hadiseyi de Ümmü Eymen anlatıyor:

Kureyş'in büyük bir putu vardı ki, yılda bir gün bu putun karşına dururlar, ondan yardım isterlerdi. Bazen bu put toplantısına Ebu Talib'inde katıldığı olmuştur. Bir defasında Kainatın Efendisi'ni de götürmek istediler, o gitmek istemedi. Bunun üzerine başka Ebu Talib olmak üzere bir çok yakını çok ısrar etti ve sonunda gitmeye razı oldu. Hep birlikte yılda bir günün töreninin yapılacağı yere vardılar. Tören yerine varır varmaz Kainatın Efendisi gözden kayboldu. Kısa bir zaman sonra çıkageldi, yüzü sararmış, kendisi de titrer bir halde idi. Ne olduğunu sorduklarında:

“Cinlerin saldırısına uğradığını ya da cinlerin saldırısından korktuğunu söyledi.” Daha fazla bilgi istenince şöyle dedi:

“Puta yaklaştığım zaman, uzun boylu bir adam beni yanına çağırdı ve ‘Ya Muhammed, sakın elini bu puta dokundurma ve bunların toplantılarında bulunma!' diye tenbih ettiler.”

Kainatın Efendisi gerek çocukluğunda, gerek gençliğinde, gerekse sonraki hayatında hiç bir dönemde günah ve günaha yaklaştıran işlerin içinde olmadı. Hz. Ali Radıyallahu Anh bu hususta Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den şöyle bir rivayette bulunmuştur

“Ehl-i cahilliyenin yaptıkları şeylerden sadece iki şey yapmaya yeltendim. Ama her defasında Allah, benimle istediğim o şeyin arasına girip, bana mani oldu. Artık bu iki şeyden sonra, Allah bana peygamberlik görevi ile ikramda bulunana kadar(ve ondan sonra), hiçbir kötü şey yapmaya yeltenmedim. (O iki şey de şu idi:) Bir gece, Mekke'nin yüksek yerlerinde benimle beraber koyun güden Kureyş'li bir çocuğa:

‘Keşke benim koyunlarıma da göz-kulak olsan da, Mekke'ye gidip gençlerin sohbetlerine (eğlencelerine ) katılsam' dedim ve bu istekle oradan ayrıldım. Derken yolumun üzerindeki ışıklı eve vardım ve bir def-zurna (eğlence) sesi duydum. Onlar, ‘Falan oğlu falan, falan kızla evleniyor' diye ilan ediyorlardı. Onları seyredeyim diye oturdum. Allah bana bir uyku verdi, ben de uyuya kaldım. Güneşin dokunuşu beni uyandırdı.” Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz sözüne şöyle devam eder:

“Arkadaşımın yanına döndüm. Bana, ‘Ne yaptın?' diye sorunca, ‘Bir şey yapmadım' deyip hadiseyi anlattım. Yine bir başka gece arkadaşıma aynı şeyi söyledim. Derken Allah Teala, bana bir uyku verdi, yine güneşin dokunuşu beni uyandırdı. Artık bu iki şeyden sonra, Allah bana risalet görevi ile ikram edinceye kadar, böylesi mâlâyâni şeylere yeltenmedim.”

Kainatın Efendisi hayatının hiçbir döneminde bırakın yalan yanlış bir işin içinde olmayı, mâlâyâni ve boş işlerin de içinde olmamıştır.

Kainatın Efendisi oniki veya onüç yaşlarındadır. Amca Ebu Talib, Kureyş'in hazırladığı bir kervanın başında Şam'a ticari bir yolculuğa hazırlanmaktadır. Amcasının Şam'a gideceğini öğrenen Kainatın Efendisi, amcasından ayrılacağı için son derece üzüntülüdür. Onu üzüntülü gören Ebu Talib sebebini öğrenince çok duygulanır ve yavrusunu beraberine almaya karar verir. Annesi Amine ile birlikte Medine'ye yaptığı ziyareti saymazsak buna Kainatın Efendisi'nin ilk yolculuğudur denilebilir. Hazırlıklar yapıldı ve ticaret kervanı Şam'a doğru hareket etti.

Şam istikametine giderken hangi güzergahın takıp edileceği biliniyordu. Kureyş, bu tür kervanları sıkça tertiplerdi. Bu sebeple genellikle aynı güzergah takip edilirdi. Kervan yoluna devam ediyor, Kainatın Efendisi de yolculuktan son derece memnun, amcasının yanında yolculuğa devam ediyordu. O zamanlar İsa Aleyhisselam'ın getirdiği hak din her ne kadar bozulmuş tahrip edilmiş olsa da, az sayıda rahip yada ehl-i kitap, İsa Aleyhisselam'ın tahrif olmamış İslam dinini yaşıyor ve onun gerektirdiği gibi iman ediyordu. Bu şekilde iman edip amel işleyen rahiplerden biri de kervanın güzergahı üzerinde bulunan Küfe mevkiinde yaşayan rahip Bahira idi.

Rahip Bahira, tahrip edilmemiş, aslını muhafaza etmiş, doğruları bizzat yazan kitaplara sahipti, bu kitaplar sayesinde gerçeği ve son peygamberin geleceğini ve gelmesinin de yakın olduğunu biliyordu. Hatta bu rahip Bahira'nın ihlas ve samimiyeti o kadar üst seviyede idi ki, Kainatın Efendisi'nin bulunduğu yere geleceğini bile hissetmiş, ya da okuduğu kitaplardan bunu tespit etmişti.

Bahira'nin bulunduğu Küfe mevkii güneyden gelen kervanların geçiş noktası olduğu için yıllardır gelen kervanları gözetler, beklediği misafirini kervanlarda arardı. Yine günlerden çok sıcak bir gündü, rahip Bahira için o gün her günkünden bir başkaydı. Kendisindeki bu farklılığı anlamakta zorluk çekmedi, hayırdır inşallah diyerek mutat işlerini yapmaya koyuldu. Fakat aklı gelecek kervanlardaydı. Hava çok sıcaktı, gökyüzünde de herhangi bir buluttan eser bile yoktu. Küfe ahalisi evlerinden çıkmıyor, dışarıda olanlar da gölgelenecekleri bir ağaç ya da gölgelik arıyorlardı.

Tam bu esnada rahip Bahira'nin dikkati bir noktaya kilitlenir. Evet ufukta bir siyah bulut gözüküyordu, sanki hiç hareket etmiyor, olduğu yerde duruyordu. Daha dikkatli bakınca bulutun hissedilmeyecek derecede yavaş bir şekilde Küfe'ye doğru hareket halinde olduğunu tespit etti. Rahip Bahira'nin içini bir heyecan kaplamıştı. Acaba?…

Biraz daha zaman geçince bulutun bir kervanı gölgelediğini gördü, bulut kervanın hareketine göre hareket ediyordu. Kervan yaklaştıkça, kervanın geçtiği yolda bulunan canlı cansız bütün mahlukatın kervana tazimde bulunduğunu müşahede etti. Rahip Bahira'nin şüphesi kalmamıştı, yıllardır beklediği misafir nihayet geliyordu. Kervan gelip, rahibin ikamet ettiği yerin yakınında konakladı. Bulut da kervanla birlikte durdu, vazifesine durduğu yerden devam ediyordu. Bahira kafileyi saygı ve hürmetle karşıladı. Rivayet edilir ki rahip Bahira kervanda bulunanlara bir ziyafet vermek istediğini bildirdi. Kafilede bulunanlar içinde önceleri buradan geçenler vardı ve Bahira'yi tanıyorlardı, bugüne kadar böyle bir şey yapmamıştı, işte bu sebeple bu davete şaşırdılar :

- “Bizler buradan defalarca geçmemize rağmen herhangi bir ikramda bulunmadın da bu sefer ziyafet vermenin sebebi nedir?” Bahira:

- “Bu sefer kafilede ulu bir zat var” dedi. Kafilede bulunanlar Bahira'nin davetlisi olarak ziyafete katılırlar. Bahira gelenleri gözden geçirdi, aradığını bulamadı, misafiri bunların içinde değildi. Sordu:

- “ Kafilenizden, ziyafete katılmayan var mı?” Ebu Talib:

- “ Bir çocuk var, o eşyalarımızın yanında kaldı” dedi.

Bahira ısrar eder, sonuçta Kainatın Efendisi de ziyafete katılır. Rahip Bahira, Kainatın Efendisi'ni görür görmez tanır. Ebu Talib'e dönerek sorar:

- “Bu çocuk senin neyin olur?”

- “Oğlumdur.” Bu sefer de Kainatın Efendisi'ne döner:

- “Ey güzel çocuk, sana soracaklarıma, Lat ve Uzza hakkı için doğru cevap verir misin?”

Kainatın Efendisi:

- “Bana putlara yemin vererek soru sorma” der. Bahira:

- “O halde senden soracaklarıma Allah için cevap ver,” der. Kainatın Efendisi:

- “ Dilediğini sor, cevap vereyim” der. Bahira sorduğu sorulara aldığı cevaplarla rahatlamış, artık en küçük bir şüphesi kalmamıştı. Son olarak bir de iki kürek kemiği arasına baktı ve bu çocuk beklenen son peygamber dedi. Bahira bu konuşmadan sonra Kainatın Efendisi ile yakından ilgilenen Ebu Talib'in yanına döner ve daha önce sorduğu soruyu tekrar sorar:

- “Bu çocuk senin neyindir?”

- “Oğlumdur”.

- “Olamaz, bu çocuğun babasının ölmüş olması gerekir.”

- “Evet, bu çocuk benim kardeşimindir, annesinin karnında iken babası öldü.” Bahira Ebu Talib'i bir kenara çeker:

- “Beni iyi dinle ey Ebu Talib! Yanında bulunan bu çocuk gelmesi vaad edilen son peygamberdir. Bu çocuğun birçok düşmanı vardır. Özellikle Yahudiler bu çocuğa düşmandır. Sakın Şam'a bu çocuğu götüreyim deme, orada bunu tanırlar ve ona bir kötülük yaparlar. Kervanın mallarını Basra'da sat ve geldiğin gibi memleketine dön.”

Ebu Talib Bahira'nin telkinlerini dikkate alır, kervanın mallarını birkaç mil ilerideki Basra da satar ve Mekke'ye geri döner.

Rahip Bahira gibi ehl-i kitap mensubu din alimleri vardı. Onların bazıları Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e yetişerek iman ettiler. Bir kısmının da ömrü yetmedi, nübüvvetten ence dünya hayatına veda ettikleri için Kainatın Efendisi'ne ashab olamadılar.

Nitekim Kur'an-i Kerim onlardan şu şekilde bahsetmektedir:

“… Onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Resul'e indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz.”
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
KALBDENKALBE MESAJLAR(GENÇLERİN DÜNYASI)

KALBDENKALBE MESAJLAR(GENÇLERİN DÜNYASI)

GENÇLİK POPSTAR TELEVOLE

NASIL DÜŞTÜK BU HALE?

Gençlik… Hayatın nevbaharı…
Gençlik…Yaşam treninin ilk vagonu…
Gençlik… Ebedî âleme uzanan yolun rotasını belirleyen en ehemmiyetli zaman dilimi.
Gençlik… Insanın nefsanî, şehvanî ve dünyevî his ve düşüncelerinin en zirvede olduğu dönem…
Gençlik… Iyi değerlendirildiğinde ebedî âlemde insanı mutlu ve bahtiyar eden "kenzü'l–sürûr." Menfi yönde geçirildiğinde ise, insana hem dünyayı hem de ukbâyı "dâr–ı sefalet ve zindan–ı ebedî" eden, kıymetli hayat dilimi…
Hiç düşündünüz mü? Hazreti Âdem yaratılırken bebek olarak mı, yaşlı olarak mı, yoksa "genç" olarak mı yaratıldı? Elbette ki genç olarak yaratıldı. Çünkü gençlik öyle bir dönemdir ki, terkib–i mayasında hem çocukluk his ve düşünceleri, hem yaşlılık istek, korku ve vehimleri hem de özüne uygun olan dinamik, hayalci, sınır ve kural tanımaz ele avuca sığmaz civalık yapı ve terkibatı…
Bundan dolayıdır ki, gençler (erkek ve kızlar) içinde bulundukları küçük veya büyük sosyal gruplara veya topluluklara hemen uyum sağlar, aynen civanın konduğu kabın şeklini alması gibi…
Gençler ve gençlik…
Bir toplumun mihenk taşı, temeli, özü… Bir toplumun geleceğinin garantisi, o toplumun genç nüfus kitlesidir. Bundan dolayı bütün toplumlar, sistemler, düşünce ve ideoloji grupları her zaman genç kitleler üzerinde toplum mühendisliği ve ütopik plân ve projeler içerisinde olmuşlardır. Çünkü her türlü düşünce ve ideoloji grupları çok iyi bilirler ki, en ağır yük, en zor görevi yani en fazla beyin ve ruh jimnastiğini kaldırabilecek kabiliyet, enerji ve güce sahip olan kesim sadece gençlerdir. Bundan dolayıdır ki, her türlü propaganda, tanıtım, reklam ve ideoloji–düşünce cambazlıklarında asıl hedef kitlesi hep gençler olmuştur. Evet, hedef kitle gençlerdir. Çünkü onlar şu tarihî gerçeği çok iyi bilirler:
"Yarın karşında görmek istediğin 'TABLONUN' renk ve tuvallerini ancak bugünkü genç malzemelerden oluşturabilirsin." Bu da gençleri ve gençliği çok büyük bir ehemmiyet terazisine almaktadır.
Evet, gençler MEVLÂ TEÂLÂ'nın kendilerine bahşettiği o muhteşem nimetlerin kıymetini bilip onları dâr–ı ukbâda ebedî bir saadet ve bahtiyarlığa vesile kılmaktansa, maalesef aldıkları çilevî ve dünyevî eğitiminden dolayı, kökünden utanan BATI hayranı ve ne Batılı ne de Doğulu gibi olan iki arada bir derede çırpınan modernizm ve çağdaşlık budalası insanların etkisinde kalarak, üç beş rantçı ve düşünce cambazı ideologun rant ve menfaat çarklarına kurban gitmekte ve böylece bütün toplum bu çöküş ve kokuşmuşlukla perişan olup gitmektedir.
Hâl böyle olunca acaba bunun bir çözümü yok mudur diye bir soru aklınıza gelebilir. Evet, bunun mutlaka bir çözüm yolu vardır; ama acaba böyle bir derdi olan var mı, bence önce bunu sormak lâzımdır. Çünkü 21. asırda, teknoloji ve iletişimin böyle olağan üstü geliştiği bir dönemde hâlâ bir "sosyalist, evangelist, Budist, ateist, Hıristiyan, Musevî veya bir sosyal demokrat–laik bir kişi veya ideoloji grubu kadar "YÜCE RABBIMIZIN" din–i mübîn–i şerîfini, ahkâm–ı Kur'aniyesini eğer dünya gençliğine, onu bırakın 'ISLÂM GENÇLIĞI' diye bildiğimiz kendi evlatlarımıza anlatamıyorsak, özellikle suçu, kusuru kendimizde aramamız gerekiyor diye düşünüyorum.
"Söyleyin Allah aşkına, bir daire, araba, şirket veya makam, mevki aşkımız uğruna harcadığımız enerjinin, paranın, zamanın onda birini şu ümmetin masum, nefis–şehvet tüccarlarının kucaklarına itilmiş gençlerine el uzatıp kanat gerseydik, acaba bu hâlde mi olurduk?
Neden camilerimiz bomboş? Neden hep 'abdestini dahi tutamayan' yaşlılarımız camileri doldurup taşırırken, hiçbir genci, delikanlıyı camilerde göremiyoruz?" Acaba suç sadece eğitim sisteminin, medyanın veya Frenklerin veya onların yerli uşaklarının mı? Yoksa bir
"Hıristiyan misyoneri" kadar dinine, kimliğine, dâvasına sâdık ve bağlı olamayan biz masum Müslümancıkların mı?
Söyleyin Allah aşkına, hangimiz, kaçımız oğlumuz, kızımız veya yakın çevremizdeki gençlere, tavsiye ettiğimiz dünyevî menfaatlerin onda biri kadar RABBIN'den, dininden, Kitabından bahsettik.
Evet, biz nerede hata ettik? Aldandık mı, aldatıldık mı? Bilemiyorum; bu sorunun birçok ve farklı cevabı olabilir; ama şu bir gerçek ki, batıyoruz. Maalesef ahlâken batıyoruz. Bir kurtarıcı mı bekleyelim yoksa başımızı iki avucumuzun arasına alıp düşünmek mi gerekir? Sahi neden bu hâldeyiz? "Burnunu dahi göstermekten utanan ninelerin" torunları neden bugün bu hâlde? Ne oldu ki memleket ve gençler bu hâle düştü/düşürüldü? Iyi düşünmek lâzımdır. Evet, size söylüyorum: "Mangalda değil kül, hava bile bırakmayan, hep en üst perdeden atan 'din–Kur'an tacirleri' neredesiniz? Yoksa memlekette barajlar yıkacak kadar şarap–içki tüketenler zengin rantçı–şehvet tüccarı kalantorların yataklarına ve ceplerine meze ve rant olan o körpeler sizin dininizden milletinizden değil mi? Yoksa onlar da mı ithal veya klonlama ürünü? Evet, Musevî mantığıyla "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" dersen, olacağı budur. Evet, hep düşünüyorum; gençlerimizin içinde bulunduğu bu düşünce ve zevk buhranından çıkış için bizim "ULEMÂLARIN" bir projesi yok mu diye? Ne yani bir "POP STAR" yarışması kadar ilgi görecek, gençleri etkileyecek bir dinî–millî ahlâkî bir televizyon dizisi veya programı yapamaz mısınız? Veya benim köyümdeki "Kayısı ağacının" dalına "Incil" asan Hıristiyan misyoneri "TÜRK GENCI!" kadar da mı olamıyorsunuz? Her yıl tatil, eğlencelerinize fuzulî harcamalarınıza, nafile hac ve umrelerinize ayırdığınız parayı biriktirip de organize bir şekilde "ISLÂMÎ DÜŞÜNCE ve STRATEJI MERKEZLERI" kurup da gençleri oraya çekecek her türlü ahlâkî–manevî cazibeyi vücuda getiremez misiniz? Neden biz "Kâinatın HÂLIKI'NIN" rızasına ulaşmayı hayal ederiz de yanı başımızda 18–20'lik fidan gibi delikanlılarımız, cennet hûrîsi misali yarının annesi, umut ve hayallerimizdeki kurtarıcılarımızı, "ütopik mehdîlerimizi" yetiştirecek olan o gül yüzlü genç kızlarımızı düşünmeyiz. Hani diyorum, neden "GENÇLIK MERKEZLERIMIZ" yok? Yoksa YÜCE RABBIMIZ'in o çağlar üstü akide ve öğretileri bir POP STAR'ın kazanıp–kazanmaması kadar mı kıymetsiz (hâşâ)? Yoksa o çamura batmış "ELMASI" temizleyip de ekrana, vitrine koyacak cesareti olmayan biz sözde müslümanlar mı suçluyuz? Evet, uyanmanın, kendimize, özümüze dönmenin kendimize bir çekidüzen vermenin zamanı geldi geçiyor bile.
"Neden iletişimin böyle olağanüstü geliştiği bir zamanda biz böyle kabuğuna çekilmiş kaplumbağalar misali fırtına öncesi sessizliği yaşıyoruz."
"SORUYORUM SIZE EY KARDEŞLERIM: VAR MI BIR PROJENIZ?"
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

kardeşim burda kast edilen adı herne olursa olsun bir aile kızını evlendirirken belli bir miktar maddiyat taleb etmesi bu kesinlikle dinimizde yoktur en güzel örnek rasülü ekrem dir kızı fatıma validemizi ne şartlarda evlendirmes,ne rağmen hz aliden hiç birşey taleb etmemiştir bu yetmezmi aklı olan bizlere
 

Moses

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
4
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

selamün aleyküm müslüman kardeslerim, bence bu baslokparasi eskilerin adetiydi, bizim bu devirde insanlar ilerlesti ayri düsüncelere sahibler. yani demek istiyorum ki adet yerine gelsin diye olacaksa olsun bi sey degil, ama yok aekadas ben kizimi veriyom bide onun sayesinede ticaret islerinede atilayim diye bi düsünceye sahibseler o davranisi hic hosgörülü karsilamiyorum. ayrica bende karadenizliyim
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

RE: kalbdenkalbe mesajlar(başlık parası)

karadenizli olman çok hoş ama kardeşim ne olursa olsun dinimizin koyduğu kurallar vardır bunun dışına çıkmamalıyız değilmi
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt